- 1105 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Lümpen Hayatın Gereksiz Yargıçları...
Ne kadar çoğuz aslında. Bir kartopu gibi gittikçe büyüyen. Büyüdükçe de merkezinden uzaklaşan. Zararlı, soğuk ve hızlı hareket eden. Lümpen sermayenin içinde aristokratlaşan hayatlar.Kapital oyunlar, kirlenen kültürler, rant kapısı inançlar, şişmanlar-cılızlar, aklar-karalar,iyiler-kötüler, zenginler-yoksullar...
Ve bu paradoks içinde steril kalamayan yaşamlar. Hepimiz yutan bir senaryoda replikleri olan oyuncularız. Zaman zaman kırılma noktasına düştüğümüz, zaman zaman idare-i mevkii halleri. Ne olursa olsun kendimizi soyutlayamadığımız kıyısal haller.
Kendimize dokunduğu anda ya küçük anekdotlar hatırlıyoruz ya da kendimize ait dipnotlar düşüyoruz oyun içinde herkese açık olan günlüğe.
Asıl gösteremediğimiz cesaret. Ne istediğimizi, ne tarafta olduğumuzu bildiğimiz halde itiraf edememe. İtiraf ettiğimiz anda özgürüz. Bizi bize sömürgeleştiren, bizi bize bağımlı kılan yine biziz. İnsanı güçlü kılan korkularıdır oysa.
Kendimizin topluma bir tehdit oluşturmadığı gibi komplekslerimiz var. Oysa hepimiz birer tehdit unsuruyuz. Bu tehdit algılamasını yapamadıkça sınıflaştırmaya da devam ediyoruz. Farklılaştırıyor ve farklılaşıyoruz. Sürekli devinim halindeki düzenek hiç aksamadan işlemekte Biz bu düzeneğin neresindeyiz? Bunu bilmek gerekiyor önce. Ama biz ne yapıyoruz? Korkuyoruz, utanıyoruz. En ağır hesap insanın kendisine verdiğidir. Fakat biz bu hesabı verirken bile çalıştırıyoruz rüşvet mekanizmasını. Kendimizi istemediğimiz bir şeyi onaya götürürken küçük küçük ödüller bırakıyoruz yol kenarına sabun köpüğü gibi kalıcılığı zamanla ölçülen. Materyal ödüller. Simgesel edinimler. Hiçbir şeyin öznesi olmama gibi takıntılarımız var. Hele kötü şeyleri sahiplenememe, size ait olma ihtimallerini kabulsüzlük, o başlı başına sahip olduğumuz bir kusur aslında.
Artık büyüdük, evet bir oyun belki bu da ama evcilik oyunu değil. Çizdiğiniz şekli ile ne anne-baba, ne doktor, ne şarkıcı, ne de asker olamıyoruz. İçi boş oyuncak fincanlarda içilen kahveler o zamanlarda kaldı. İçtiğimiz fincanların artık içleri dolu. Artık kendimiziz. Bu itirafı kendimize yapma zamanı gelmedi mi. Doktorsak doktoruz, hastaysak hasta. Hastalığımızı ancak bir doktor iyileştirebilir. Hep yaparız “ben çocuğumla arkadaş gibiyim” hayır! Siz anne ya da babasınız ve o olmalısınız çünkü çocuğunuzun zaten arkadaşı var, onun ihtiyacı olan sizin terk etmekle tehdit altında bıraktığınız annesi ya da babası. Solcuyken sağcı, sağcıyken solcu olamazsınız. Olursanız da işte böyle olur, ortalık adamı olur çıkarsınız her an yutulmaya hazır bir bir materyal olarak kalırsınız müteahhitlik dünyasında. Herkesin kendine inşa ettiği ama kendini inşa edemediği tuhaf bir âlemdir orası. Güçlü halka zayıf halkayı her zaman yutar. Zayıf halka nedir? Küçük olan mı, yoksul olan mı? Hayır! Değil. Sadece ne istediğini bilemeyenlerin dünyasıdır zayıf halka. Olmak istediğiniz şey çok iyi ya da çok kötü de olabilir. Ayıptır, utanç vericidir, çirkindir. Ezilen değil ezen olmak istersiniz. Bu sizin hakkınızdır. Bu hakkı gizli tuttuğunuz anda asıl tehdit unsuru oluşturmaya başladığınız andır işte o. İşte zayıf halka kötü halka değildir bu anlamda. Zayıf halka gizli halkadır, ne istediğini itiraf edemeyen halkadır ve çoğunluktadır. Ondandır azınlıkta kalan güçlü halka her zaman zayıfı ezer çoğunluk da olsa.
“gibi” yapmalar hep geçici pansumandır. İzole edemediğiniz bir hayatta her zaman yaralar olacaktır. Ve bu da içinde her zaman yaban otlarının bittiği sınıflaşmaya giden bir toplum demektir. Hiçbir zaman “gibi”si olduğunuz sınıfın etkin elemanı olamazsınız.
Dünyaya aynı bakamama gibi bir sorun. Ama mavi her yerde mavi, yeşil her yerde yeşildir. İnsanlar susayınca içer, acıkınca da yerler. Geçinmek için çalışır, sevilmek için severler. Bu değişmez nerede olsanız da. Birlikte yaşamak için de paylaşırlar. Yeriniz, mevkiiniz, renginiz ya da diliniz, dininin değiştirmeye yetmez dünyanın renklerini. Siz sadece kendi tuvalinizdeki renkleri değiştirebilirsiniz. Bunu da kimse görmez zaten gerçek anlamda. Bir siz değil, sizin dışınızdaki diğer insanlar da gerçektir. Sizin olduğu gibi hiç kimsenin de hayatı şakaya gelmez. Bizden farklı yaşayanlar, bizden farklı inananlar kült değildir. Herkes kendi çizgisinde ana arterdir. Bu metropol düşünce çıkmazında da pagan artışı. İnsanlar kendi renkleriyle değil dünyanın renkleriyle barışık yaşamayı istiyorlar. Bu da dinamik bir özgürlük anlayışını beraberinde getirmekte. “seni kendin gibi kabul ettiysem, sen de beni kendim gibi kabul etmelisin” inanışı. İnsanlar o kadar yoruldu ki gerek siyaset, gerek din üzerinden hâkimiyet kurmak adına yapılan savaşlardan. Kendine farklı stratejiler geliştirmeye başladı bile, hatta bu stratejilere küçük küçük ortaklar da eşlik ediyor artık.
Üretici kitlenin azınlıkta kaldığı tüketici bir yaşam dinamizminin içindeyiz. Ve ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın insanlar, birbirine tüketim alanında birleşen yaşamlar bunlar. Beraber yaşamayı beklide bu tüketim alışkanlığımız öğretecek bize. Aynı markete girmek, aynı markayı tercih etmek, aynı sitede oturmak, aynı hastanede tedavi görmek, aynı konsere gitmek gibi. Üretmek zanaat olmaktan, emekçilik yapmaktan çıktığından bu yana aldığımız yol da bu doğrultuda. Akşam yemeğinde aynı marka suyu içen insanların ortak yanları vardır. İçtikleri su gibi, tercihleri doğrultusunda destekledikleri kapital kaynağı gibi. Dünya buraya giderken, daraltalım bu çerçeveyi aynı binada altınızda bir ermeni, üstünüzde bir kürt otururken onların kültüründen soyutlayabilir misiniz kendinizi? Bu küreselleşmenin içinde ne kadar “ben” kalabiliriz? Asıl sorulması gereken soru budur. Bu da ne istediğimizi bilmekten ve başkalarının da isteklerine duyulan saygıdan geçer. Sevmek gibi bir zorunluluğu olmasa da saygı duymak gibi bir zorunluluğun kendini açıklıkla gösterdiği bir süreç içinde tamamen kaybolup gitmeden idame.
Kendimizin bile arkasında duramadığı savunma tekniği ne kadar başarılı olabilir ki?
Hayat söylemekten değil yaşamaktan ibarettir. Hayatı bir kitap gibi algılayacak olursak neyi okuduğumuz ya da ne kadar okuduğumuz değil, nasıl okuduğumuz ve okuduğumuzu nasıl algıladığımızla ilintilidir. Kitaplar her zaman en uç noktaları anlatırlar. Mesele yorumu doğru yapmaktan geçer.
Dışadönük sancılar değil, içedönük sancılar yakar canımızı. O nedenle öncelikle ve ivedilikle iç yaralarımızı iyileştirmek gerekir. Kendi içimizden başlayarak aile içi, sınıf içi, toplum içi, ama iç. Aksi taktirde lümpen bir hayatın gereksiz yargıçları olmaktan öteye gitmeyeceğiz.
Sevgi DÜNDAR @ Ekim2010
YORUMLAR
Her yönüyle muazzam güclü bir yazi. Neresinden tutsaniz, yolun bura diyor. Saskinlik ve hayranlik ebrusu hisler belirdi icimde ki, daha yazinin tamamina ermeden, nasil dayandi Sevgi kadin, bunlari kaleme alirken, hangi zamanin akrebini cekti daragacina, demeden edemedim. Konuya iliskin sahsi fikrimin beyanina dahi mahal gerektirmeyecek kadar güclü bir yazi. Toplumun bir parcasi olan benliklerimizle, topluma dair var-oldugumuzu resmedebilmek böyle bir sey olsa gerek.
Tebrik ve saygilarimla Elif'leyin.