en büyük huzur bitmiş nefestir
Bir yanda dünyanın en şahane dekoru, cennet Boğazın hülyalı denizi insanı hayata, saadete çağırıyor gibiydi. Beride sağda, göz alabildiğine uzanan mezarlar, bembeyaz kitabeli mermer taşları ve rüzgârla ürpererek sallanan hışırdayan selviler… Bizi başka bir âleme davet ediyordu.
Bu hazin güvercinın konuşması, bana ani bir ürperti ve öfke verdi. Kendi kendime mırıldandım:
- Ateşin kesilmesi için didin, uğraş, sonra nasibin bir avuç toprak olmak ha?...
Birden kurs arkadaşım Neşe ikazı ile irkildim.
—Çok daldın abla. Evet ergeç sonumuz toprağın altıdır...
Arkadaşımın sözde beni teselli için sarf ettiği cümle bir zehir gibi kulaklarımdandan gönlüme indi.
Arkadaşım ise hala devam ediyordu.
- Hep ölüp göçeceğiz abla.
Evet ne yazıktı ki bu tabiatın hiç değişmeyen ezeli bir kuralı: Evet, ergeç hepimiz öleceğiz.
Bir gün bu vücuttan her fani gibi göçüp gideceğiz. Hani nerde o tok sesli şairler ve yazdıklarıyla insanları mest eden kalemler…
Otobüs, Kadıköy’e varınca, en şen, en bahtiyar yuvalarından birinin dış kapısı önünde durdu. Merdivenlerden inip iç hole vardığımız zaman kapıyı bizzat kurs hocamız kendisi açtı. Hocamız mütevazı giyinmiş, kendine yakışan kıyafeti ile karşımızda.
Bizi görür görmez gülümseyen gözlerini üstümde dolaştırarak, “hoş geldiniz efendim, çok geç kaldınız.” Diyerek karşıladı. Manalı kaşlarını kaldırdı ve daha sonra bizlerle tanışmaya koyuldu…
Dikkat ettim yazarımız; çıkıncaya kadar hep bana baktı. Neden başkası değil de, ben? Toplu şekilde bir hatıra resim çekildi. Yeni tanıştığımız hocamız derse başlamadan önce, sine vizyondan bizlere tarihi bazı resimler gösterdi.
Sine vizyondan, demin geçtiğimiz yolda gördüğüm mezarlıklar ve o ihtişam tarihi görünümleri. Siyah düşüncelerime gömülmemek için yönümü masadaki kitaplara çevirdim. Bu defa Rumelihisarı tarihi gözüme ilişti. O zaman bu hisarları inşa eden kahramanların da birer serap olduklarını düşünerek, hocanın sesiyle irkildim.
“Mimarlar göçmüş, yapısı ayakta, bestekar susmuş, bestesi kulakta; bu cihan hep yaratılmışların cihanı mı; yaratanlar hep birer birer göçüp gidiyor.”
Doğru, doğru çok doğru idi. Hocanın dediği gibi bu cihanda eser sahipleri birer birer, göçüp gidiyor.
Tekrar yönümü sine vizyona çevirdim. Ebedi kalacaktı. Gelecek nesillere aktarılacak şiirleri, enfes nameleri, gönüllerden gönüllere, nesillerden nesillere, kütüphanelerden kütüphanelere, hatıralardan hatıralara intikal edecekti.
Ders sonlara yaklaşıyordu. Kurs arkadaşları, hocadan şiir okumasını talep ettiler.
"O tok sesiyle adeta bizleri mest etmişti… Ben şu doyumsuz şiirleri dinlerken adata kendimden geçmiştim.
Bir ara daldığım bu hayallerden, “adımın” geçtiğini duydum.
Evet çok dalmıştım. Arkadaşım, “yine dalgınsın abla.”sordu bana.
Bizi camdan izleyen güneş, artık yerini direkteki ışıklara devretmişti. Ruha dolan tatlı tebessümü ile Ah.. dedim.
Sonra derin, derin iç çekerek:
“Çocukluğuma dönmeyi o kadar istiyorum ki... Artık çok geç! "
Derssimiz bittikten sonra, benle arkadaşım Neşe durağa geldik. Otobüse binip gözlerimizi akşamın karanlığına sakladık. Görünmeyen yüz hatlarıyla, bana dönüp
İki elini göğsüne yapıştırarak:
—Abla ben, ölümden hiç korkmam... Bütün dini görevlerimi yapıyorum. Namaz kılarım, oruç tutarım ve hiç kimseye kötülük düşünmem… Çok şükür, Rabbim alnımızı secdelerden ayırmasın, camilere çok giderim. Orada sanki ruhumun ayna gibi pırıldadığını hissederim. Birçok şiirimi de camilerin derinliklerinde yazdım.
Sonra iç huzuruna kavuşan müminler gibi doğrulup güldü arkadaşım.
Arkadaşım, ölüm korkusunu ibadetiyle karşılaştırıyordu. Bense ölümden korkmuyordum. En büyük huzur benim için bitmiş nefesti. Birkaç cümle arkadaşıma sarf ettim:
“Bak şu karşıki rahmetlilere ne kadar da sakinler, namaz kılanlarda gitmiş ve kılmayanlarda…. Ama biz faniler, ölümün öbür tarafını bilemiyoruz ve dünya dertleriyle uğraşıyoruz…”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.