Sahipsiz Bahçe
Yaşamımızda güzel anlarımız anılarımız vardır. Düşünüyorum da sahip olduklarımızdan ziyade sahiplendiklerimizle de zenginleşir güzelleşir anılarımız. Bize ait olmasa da bize verdiği haz ve mutluluktan dolayı bizimmiş gibi sahipleniriz. Bu öyle bir sahiplenmedir ki siz bile ayrımında olmazsınız; öylesine sizindir işte…
Ondaki eksiklik yok oluş canınızı acıtır. Derin bir sızıdır yâdınıza her düşüğünde… Bir burukluk bir özleyiş sarar da yerine koyabileceğiniz bir şey bulamazsınız…
Size bu kez bahçemizden söz etmek istiyorum. Evet, bizim bir bahçemiz vardı Hacı Nine’nin bahçesi derdik, bizim olmayan ancak bizimmiş gibi sahiplendiğimiz bir bahçe… Hacı Nine, anneannemlerin yan komşularıydı. Aralarında sadece bir taş duvar vardı. Duvar boyunca ekilmiş güller boydan boya duvarı sarmış anneannemlerin bahçesine doğru dökülüyordu. Sarmaşık gülleri, mayıs gülleri, Yediveren gülleri beyaz, kırmızı sarı, pembenin birkaç tonu mis kokulu güller. Güllerden sonra sıra sıra ekilmiş erik ağaçları. Bahar gelince erik ağaçlarının bembeyaz çiçekleri renk renk güllerle muhteşem bir tablo oluştururdu. Sadece güller ve erikler mi? Hayır.
Mübadelede yıllarında Balkanlar’dan gelen Türklere devlet tarafından iskân olarak verilmiş göçmen evleri denilen bu evlerin bahçeleri oldukça büyüktü. Bahçenin tam ortasında taştan yapılmış iki odalı evler.
Dediğim gibi bahçede sadece erik ağaçları ve güllerden başka dut, nar, incir, zeytin ağaçları, nergis, mor ve pembe sümbüller, sarıçiğdemler, yaseminler, mor zambaklar bahçenin dört bir yanını sarmalamış evin yola bakan kısmında da mora yakın rengi eşsiz kokusuyla kocaman bir leylak ağacı boyu taş duvarları aşmış dalları sokağa doğru dökülüyordu. Eflatundan mora çalan dallarını tebessümle kucaklamak isterdiniz.
Çok sonradan adının Sabriye Hanım olduğunu öğrendiğim Hacı Nine ve eşi, terzi olan kızlarının Almanya’ya işçi olarak gitmesinin ardından diğer kızının da gitmesi ile doktor olan kızlarının yanına yerleşince ev sessiz, bahçe ise sahipsiz kalıvermiş. Telle tutturulmuş tahta kapısı yılda bir kez ancak açılırdı. Bizde bahçeye girişlerimizi taş duvarlar üzerinden sağlardık. Erikler olduğunda tüm günü bahçemizde geçirirdik. Duvarın üzerinden ağaçlara tırmanırdık bahçeye zarar vereceğimizi düşünen bazı büyükler bize kızarlar:
— Çabuk çıkın Hacı Nine‘nin kocası geliyor derlerdi.
O zamanki halimizi bir görmeliydiniz. Telaşla dallardan, duvar üstlerinden kendimizi nasıl atardık her seferinde gerçek olmadığını bile bile…
Saklambaç oynarken, arkadaşımıza küstüğümüzde ya da bize darıldığı için annelerimizi telaşlandırmak istediğimizde bahçeye saklanırdık. Ancak gündüzleri bizi bu kadar kucaklayan içinden çıkamadığımız bahçemiz akşam olunca koyu bir karanlığa gömülürdü iç içe ağaçların sarıp sarmaladığı sadece çatısının göründüğü bu ıssız evden ve bahçeden tuhaf bir şekilde korkardık. Önünden geçerken koşar gibi hızlı adımlarla uzaklaşır sanki bir el bizi çekecekmiş hissine kapılırdık.
Belki de buna sebebe büyüklerin anlatmış olduğu garip inançlardı. Birçoğunuz bilirsiniz baykuşların ötmesinin uğursuz olarak sayıldığını.
—Bu gün yine baykuşlar Hacın Nine’nin bahçesinde ötüyordu birimi ölecek nedir?
—Aman Allah korusun. Hayra çıksın inşallah.
Ve benzeri sözler…
Ama en güzel kuş sesleri de yine bahçemizden gelirdi. Ne tezat!
Bir gün okuldan anneannemlere geldiğimizde evde daha önce hiç görmediğimiz bir hanım misafir vardı. Misafirimizin Hacı Nine’nin Almanya’daki kızı olduğunu öğrendik utangaç ve suçlu bir eda ile elini öptük. Sanki bahçenize giren suçlular bizleriz der gibi… Bize sıcak ilgi gösterdi okullarımızla ilgili sorular sordu. İlk defa bu aileden birini görüyorduk… Misafirimiz Hacı Nine’yi Almanya’ya götüreceğini bundan böyle annesinin bakımıyla kendisinin ilgileneceğini söyledi.
Aradan birkaç yıl geçti…
Hacı nine’nin naaşı bir tabut içinde geldi. Defin işlemlerinden sonra kızı Almanya’ya dönüş için hazırlanırken evin artık kapalı kalmasını istemediklerinden; ihtiyacı olan bir aileye çok cüzi bir kira ile verilmesine karar vermişlerdi. Bunun içinde karşı komşumuz Ramiz amcalara evle ilgilenmeleri için gerekli yetkiyi vermişler. Bunu fırsat bilen Ramiz beylerde; “ yerinde bir karar olduğunu çocukların bahçeye ve eve zarar verdiğini böyle giderse birkaç yıl içinde evin bakımsızlıktan çökeceğini” söylemişler.
Bir gün bahçede olağandışı bir hareketlilik oldu. Elinde motorlarıyla birkaç adam ağaçları kesmeye başladı. Rasim amca ve ailesi de odun haline gelen ağaçları evlerinin deposuna taşıyorlardı. Bir kısmın da satılması için arabalara yükleniyordu. Akşama doğru tüm ağaçlar kesilmiş taş duvarlardan mütevellit eski mahzun bir ev kalakalmıştı. Tüm mahalleye ölüm karanlığı çökmüştü sanki. Çok üzgündük, artık bizi kucaklayacak bir bahçemiz yoktu. Çok geçmeden eve yeni kiracılar geldi. Ve sonra niceleri…
Her gelen kendine göre değişiklikler yaptı. Taş duvarlar yıkıldı yerine betondan daha yüksek duvarlar örüldü, telle tutturulmuş tahta kapının yerine demir kapı yapıldı. O nadide nergis, sümbül, çiğdem soğanları çıkarıldı. Yerine soğan, sarımsak, maydanoz gibi bitkiler dikildi. Bahçeye zarar verdiği söylenen bizler bir çiçeğin dalına bile zarar vermemiştik oysa…
Bahçenin harap edilmesinden birkaç ay sonra, Rasim beylerin evinde sesiz bir telaş başladı. Yüzler gülmüyordu. Bir hal vardı. Çok geçmeden Rasim beyin akciğer kanseri olduğu haberi duyuldu. Artık Hastane ve ev arasında nafile bir koşuşturmaca başladı onlar için… Sonunda hiçbir umut kalmadığı beklemekten başka çarelerinin olamadığını öğrendiklerinde ev derin bir sessizliğe gömüldü. Zor günler geçiriyorlardı. Rasim Bey çok acı çekiyordu. Nefes almakta zorlandığından gece koluna girip sokaklarda gezdiriyorlardı. Sonra bu da imkânsızlaştı. Odunları yaktıkları kış evleri soğuktu. Üstelik bir kısmını da son günlerde ilaç parası için satmak zorunda kalmışlardı.
Ne kadar ilgisi vardır bilemem ama mahallede hep aynı söylenti dolaşıp durdu. Mahallenin ciğerini kuruttu Allah reva görmedi türü sözler. Bahar ayında tam da eriklerin çiçek açtığı mevsimde, Ramiz bey vefat etti. O bahar artık ne Ramiz Bey vardı ne de bizim bahçemiz…
O bahçeden geriye bir tek leylak ağacı kaldı, ancak o kadar zarar görmüş dalları kırılmış ki birkaç cılız çiçek açabiliyor.
Bir bahar ayında şehrime gittiğimde mahsun bahçemizi gördüm birkaç dal açmış leylak ağacına yaklaştım incitmekten korkarak defalarca kokladım. Eskisi gibi değildi kokusu gözlerimi kapatıp ısrarla koklamaya devam ettim. Bir an çok kısa bir an; o eski kokusunu aldım sanırım. Beni tanıdı. Yaşlı gövdesiyle son gücüyle bana eflatun bir gülümsemeyle göz kırptı.
Sahipsiz bahçenin gerçek sahibine…
“ Leylaklar dökülüp güller ağlasın “
22 /10 / 2010
Sadberk
YORUMLAR
Çok etkilendim. Yetişmiş ağaçların katledilmesine dayanamıyorum. Biz aslen Sivas'lıyız ama ailede bir tek ben Ankara'da doğmuşum ve halen de Ankara'dayım. Böyle çeşit çeşit ağaçları sadece gittiğim tatillerde gördüm. Ankara'da parklarla belediyeler ilgileniyor ama sokak aralarına her apartman sakininin kendi diktiği ağaçlar hakim.. Dolayısıyla öyle yeşile hasretiz ki. Hep beton yığını. Ben sizin anınızı imrenerek okudum inanır mısınız. Keşke böyle bahçeler tanısaymışım. Ama çok üzüldüm ağaçların kesilmesine.. Kolay mı yetişiyorlar. Duygulu yazınızı tebrik ediyorum. Ayrıca usta bir kalem olduğunuz anlatım dilinizin akıcılığından belli. İyi ki okumuşum. Saygılarımla..
sadberkk
Değerli ve samimi yorumunuz için teşekkür ediyorum.
Saygılarımla...
Yazınız beni çok etkiledi, sanki ben o bahçede sizinle birlikteydim.
Ramiz bey o ağaç ve çiçekleri kestirirken, sizinle üzüldüm.
Anlatımınız çok etkiliydi, yazı gerçek anı ya da kurgu olsun beni çok etkiledi.
Yaş kesen baş keser derler, her zaman şehirlerimizde , böyle güzel nefes alınacak bahçelerin hasretini çekenlerdenim.
Tebrikler, selam ve saygılarımla.
sadberkk
Öncelikle beğeniniziçn teşekkür ederim.Yazının etkileyicliği gerçekliğinden kaynaklanıyor olmalı bu anı isimlere varana kadar gerçek ve yaşanmış bir hikayedir.Uzun yıllar geçmesine rağmen hala acısını içimde hissederim...
Sevgi ve saygılarımla...