Pencere Önü Çiçeği
Bilirim
Olmayana edilmiş ağıtların sancısını
İyi bilirim
Karanlık bile korkutmuyordu artık onu. Kışın tüm kasveti geceye çökmüş, iki tane cırcır böceği dışarıda detone bir konser vermekteydi. Sevdiği için atmaya kıyamadığı okul yıllarından kalan pijamasını giyip, müzmin bekleyişlerine bir yenisini eklemek için kendine oturma yeri seçti. Öteki odalar soğuk olduğundan, kış boyunca sadece; her gece bu odadaki yerini değiştirerek monotonluktan kurtulabilmek mümkün müydü? Her gece aynı şeyleri özenle, tören gibi yaptıktan sonra yer seçmeyi kendine oyun edinmişti.
Törensel davranışlarının altında bir totem olduğunu bir ara kendine itiraf ederken duydum. Yıllar önce sokağa bakan pencerenin önünden geçen delikanlıya kaptırmış gönlünü. İlk kez gördüğü kendinden küçük, kim olduğunu bile bilmediği birine âşık olmuştu. Daha sonra aynı saatlerde beklemeye başladığını fark ettiğinde; bu durum ona çok romantik gelmişti. Onun geçtiği gece neler yaptığını düşünmeye başlamış, aynı şeyleri tekrarlarsa onu bir kez daha görebileceğini düşünmeye başlamış. Birkaç gece sonuç alamayınca; o gün sabahtan itibaren ne yaptığını iyice düşünüp, tüm günü aynı yaşamaya karar vermiş. Ne kadar süre geçtiğini şu an kendi bile hatırlamıyor sadece her gününü aynı yaşamak için çaba harcıyordu.
Sabah dokuz gibi kalktı, kahvaltıyı iki sokak arkadaki börekçiden aldığı iki poğaça ve çay eşliğinde sahildeki büfede yaptı. Çayının son yudumunda kulaklığını takıp, aynı albümü dinlemeye başladı. Cevdet Bağca- Simurg: bir arkadaşı önerdiğinde hayatında bu denli yer edeceğini düşünmemişti. ‘Bilesin’ şarkısının ortalarında çayın parasını masaya bırakıp, mendireğe doğru yürümeye başladı. Kaldırımdaki çukura bilerek bastı ve belediyeye lanet okudu. Otoparkın girişinde beyaz kamyonetin gelmesini bekledi, araç geldiğinde nereye park edeceğini biliyordu artık. Biraz sağa sola bakındıktan sonra, fenerin olduğu yere kadar yürüdü. Her gün daha da soğuk oluyor diye düşündü. Şakacı martıların yaptığı sortiler sevindirdi onu çünkü o günkü kadar şölen gibiydi süzülmeleri.
Aylar önce kaybettiği kedisini boğaza gömdüğü geldi aklına. Pamuk gittiğinden beri evin tadı kalmamıştı. Hiç sevemediği işini de bu olay sonrası bırakmıştı. Karamsar dönemi o adamın pencereden geçişine kadar devam etti. O geceden beri içinde, en azından beliren bir umut vardı. Tam bunu düşündüğü sırada İlkay’ın sesi belirdi. Göç şarkısına eşlik etmişti ne de güzel sestir o; okul yıllarından beri hayrandır hem sesine hem kişiliğine. Şarkıda göçmen kuşlar eve dönecek elbet diyor Cevdet’le beraber.
Moda çay bahçesine varmadan bitti bu kez son şarkı olan ‘yasaklarda’. Sözlerini hep arabesk bulduğu ve bu yüzden içinde güller, gülümler geçen şarkılarla dalga geçtiği günlerden sonra; bu albüme takılmışlığını Levent görse ne derdi diye düşündü. Defalarca bu tip şarkıların çalındığı barlara gitme isteğini geri çevirdiği günler uzakta kalmıştı. Levent ona ölesiye âşık olarak belki de iyilik yapmıştı. Hiç ona karşılık vermedi ama birinin ona bu denli tutulduğunu görmek Ayça’ya iyi gelmişti. Bir gün kendinin de onayladığı birini sevebilme umudu için Levent’e hep müteşekkir kalacaktı. Onu o yaralı haliyle değil, sevgisine karşılık bulmuş bir başka durumda görmek için neler vermezdi.
Çay bahçesine geldiğinde hep oturduğu yerin dolu olduğunu gördüğünde; dondu kaldı, girişte ayakta beklemeye başladı. Tanıyan garsonlardan biri müşteriye gidip rica etmiş olmalı ki, birkaç dakika sonra oturmuştu yerine. Hemen tek şekerli çayı masanın sağ köşesine getirilmişti. Yarım saat sonra yanına bir simit ile birlikte ikinci çayını da içip oradan ayrıldı. Sokakta Tarçını aramaya başladı, o köpeği görmeden eve dönmek istemiyordu. Ara sokaklara daldı, esnaflara sordu en sonunda bir apartmanın bahçesinde rastladı ona. Kendini sevdiren ender sokak köpeklerindendir Tarçın. Çantasından ona getirdiği tavuk kemiklerini çıkarırken patileri ile eteğini lekelediğine bile aldırış etmeden, onun heyecandan çıkan dili ve kesikleşen nefesinin sevimliliğine baktı.
Ana caddenin paraleli sokaktan yürüyüp, kilisenin duvarından içeriyi seyretti biraz. Bir adam elinde uzun bir hortum bahçeyi yıkıyordu. Güller vardı rengârenk. Koca bir söğüt ağacı tüm binayı kollayan anaç konumuyla, heybetiyle sanki böbürlenerek bakıyordu ona. Neredeyse ağaca reverans yapıp izin isteyecekti geçmek için. Aynı bahçenin genel atmosferinden ayrı daha soğuk ve bakımsız olan müştemilat görünümlü binada; bir devin misafir olduğuna inanması güç olmuştu. Bir ünlü ressam kimsesizlikten veya başka bir sebepten buraya sığınmış. Bu misafirhanede yaşıyormuş. Bir başka ülkede olsa yapıtlarıyla pekâlâ zengin bir hayat sürebilecek bu zat-ı muhteremin bu hali; sadece ona özgü de değil. Birçok deha statüsündeki sanatçının içinde bulunduğu durumdan pek farklı değil onun ki de.
Duvarın köşesine bir seyyar çiçekçi yerleşmişti. Bazısı kolilerin üstünde, kimi duvarda enfes çiçekler vardı. Pembe açelyalar, ucu çiçekli kaktüsler, sardunyalar sokağı süslemişti. Evi giriş katında olduğundan, demir parmaklıklı penceresinin geniş pervazını güzelleştirecek birkaç çiçek seçmeye karar verdi. İkisi sakız, ikisi normal dört sardunya özenle poşetlere yerleştirildi. Dördü de ayrı renkte ve canlı görünümlüydü. Şimdilik bu geçici saksılarında dururlar, sonradan değiştiririm diyordu içinden.
Belki de Pamuk sonrası ilk kez böylesine hevesliydi, bir başka canlıyla sevgi bağı kuruyordu. Genç kızlığında çiçeklerle konuşuyor diye güldüğü annesinin yüzü belirdi sağ omuz başında; gülümsediler birbirlerine…
Hemen sonra ağzına unutamadığı bir tat geldi; rahmetlinin yılda bir kez Baylan’dan alıp getirdiği şekerlemeydi bu. Gülümsediğini fark etti, çiçekler ona şimdiden iyi gelmişti. O anda karar verdi; süslenip o pastaneye gidecek ve Mistral yiyecekti sonra da ‘amca neden yapılıyor bu şekey’ diye soracaktı çocuk haliyle. Gücünü toplayıp bir başka güzergâhtan gitti eve. Marketten şampuan, sabun, vücut kremi aldı. Çalışanların tuhaf bakışlarına aldırmadan hesabı ödedi, kasiyer kıza çapkın denecek bir edayla göz kırptı hatta. Omuzlarının dikleştiğini, boyunun uzadığını hissetti; göğüslerinin büyüklüğünü dert etmez olmuştu. Erkek gibi yürümeyecekti bundan sonra.
Önce çiçekleri yavaşça yerlerine koydu. Daha büyük olan beyaz sardunyayı en kenara, sakız olanları ortaya, kırmızı normal sardunyayı öteki kenara yerleştirdi. Zafer kazanmış komutan edasıyla baktı dışarıya; görünmemek gibi bir derdi olmadan, sokakta herkes kadar onun da hakkı olduğunu bilerek derin bir nefes çekti.
Uzun bir banyo yaptı; akan siyah su, geride bıraktığı korkuları simgeler gibiydi. Saçlarını ilk kez dört defa şampuanladı, epeydir kullanmadığı lif ile iyice ovaladı vücudunu. Kasveti, durağanlığı, karamsarlığı temizlemekti sanki amacı. Canının yandığını hissedince kesti yıkanmayı. Kullanılmamaktan kenarları kurumuş kremleriyle oyalandı bir müddet. Anneannesinden kalan kestane rengi ahşap gardırobun kapaklarını açıp; kokusuyla baş başa kaldı odanın, eşyaların, anıların…
Yıllardır neden; iki adım ötede olduğu halde, yüzlerce kez önünden geçtiği halde içeri girip o soruyu soramadığına şaşırdı. İnsan hiç kendine şaşar mı, şaşıyor işte.
Birazdan Beyaz Fırın görünecekti, ‘çok olmuş oradan paskalya çöreği almayalı, dönerken alayım bari’ dedi içinden. Her adımda birkaç yaş gençleşti, pastanenin kapısına geldiğinde; fıstıki yeşil elbiseli, yüzü gözü sokak kiri, saçı örgülü kız oluverdi. Vitrini, kapısı büyüdü de büyüdü. Kuru pastaları hatırlıyordu en çok, aşağıya doğru bakıp görebildiği için onları daha çok seviyordu. Benzer pastaların aynı yerlerinde durduğunu görmek içini ferahlattı. Güzel şeyleri korumak adına, modernliğin çakal sarmalına kapılmadığına sevindi bu sevimli ecnebi Amcanın. Kasanın arkasındaki levhadan okuyup hatırladı adını. Harry Amca ben geldim demek istedi ama olmadı.
Kapalı olmasına rağmen ricayla ona bahçede bir yer ayarladılar. Mistral istediğinde garson anlamadı, birkaç kez tekrarlayınca bir dakika size patronumu çağırayım diyerek yanından ayrıldı. Amca geldi, onun fabrika kapandığı için üretilmediğini söyledi, ancak yüzünün aldığı şekli gördüğünde üzüntünün boyutunu fark etmiş olmalı ki, garsondan bir sandalye istedi. Dertleşmeye başladılar. Anlayamayacağını düşündüğünden Ayça çok isteksiz anlatıyordu. İşte tam o sırada beyaz önlüklü biri geldi yanlarına. Ayça’nın tüm dertleri gitmişti birden. Sokakta pencerenin önünden geçendi o, ta kendisiydi.
‘Mutfağa gelirseniz son halini göstereyim pastanın’ dedi. Selamlaştılar hatta el sıkıştılar. Kibarca özür diledi, acil olmasa böyle bir şey yapmayacağını belirtti izin istedi, gitti. Amca gülümsedi, sorun olmasa beni çağırmaz, kusura kalma dedi kalktı. İstediği ürünün olmadığını öğrenen bir müşterinin ifadesi yoktu artık yüzünde, sessizce rahmetliyi bir kez daha şükranla andı.
Onu içine çekip boğdukça acımasızlaşan ‘eskinin büyüsü’ değil miydi? Onu bu durumdan ‘eski’nin kalitesinin ispatı bir pastanenin garip hikâyesi kurtaracaktı belki…
Sormadı o soruyu Amcaya. Bir üstadın dediği geldi aklına…
‘’İlle de görmek için mi beklenir güzel günler, beklemek de güzel’’.*
Ekim 2010
Nadir
*Güle güle Arif Damar üstat...
YORUMLAR
şu günlerde şehir tiyatrolarında murathan mungan'ın "dört kişilik bahçe" oyunu var. öykünüz tema olarak o kadar çok benziyor ki ona. tek fark sizin öykünüzde unutulmuş, yalnızlığa terkedilmiş bir kadın, orada üç kadın var. yine sizin öykünüzde cam önünde bir saksı; orada kurumuş dallarla ve yapraklarla kaplı bir bahçe ve eski bir konak var.
afife, fatma aliye, talia, ayça... hepsinin yolu onarılmaz bir yalnızlık duygusuna çıkıyor. hüzün, yine hüzün, yine hüzün işte...
tebrikler...
astakoz
Teşekkürler...