- 1250 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
SAKLAMBAÇ
Bu sabah erken uyandım. Gün sisli, hafiften soğuk. İçimdeki küçük kız çocuğunun saklambaç oyunu ile başladı gün, kış öncesi bu sonbahar sabahında……
Ellerim üşüyordu o gün de tıpkı bu sabahki gibi. Ve ben onunla kışın sokakta yürürken hep yaptığım gibi elimi babamın paltosunun cebindeki eline bırakmıştım. Bir hafta sonuydu. Bir dağ kasabasındaydık, Sokaklarında odun sobası kokusu, etrafı karlı, yolları buzlu ve çamurlu. Günlerden, karlı bir kışın, tam ortası, saat, öğlen öncesiydi. Yürüyorduk birlikte.
Anlatıyordu babam, anlatıyordu ama bu günden baktığımda, bana mı, kendine mi bilemediğim; ama çokça keyifle, biraz da buruk. Ana elinin lezzeti damağında, dilinde ise; köyündeki tandırın kenarındaki dizlerinde kıl battaniye, önü sıcak, sırtı soğuk kış gecelerini..
Köyden, okumak için, anasına doymadan küçücük ayrılışını; şehirdeki yabanlığını, yalnızlığı, yarı tok yarı aç okul yıllarını…, büyürken ve de adam olurken, hep özlediği ama veremden kaybettiği anasının sıla dağlarının başında yaktığı hasret türküsünü, “Oğul rüzgarlar kokunu getirsin” ağıdının nasıl erkek kardeşime “OGUL HAN “olarak ad olduğu anlatıyordu…...
Elimi biraz daha sıkı tuttu bir an , göz pınarlarındaki nemi soğuktan sanmıştım çocukça. Aynı anda da güçlü bir sezgi ile, bu dağ köyüne gelme sebebimizin , yemek ya da gezmek için değil de babamın yüreğindeki ana eli ve sıla hasreti olduğu doğmuştu içime ……..
Önce yapılan alışveriş hevesle, topakla tereyağı, taze kuzu eti ve kuyruk yağı, sebzeler, illa sarımsak, bir de en büyüğünden Mihalıççık güveci. Sonra ver elini çarşı fırını.Ateş tuğlaları ile yapılmış ağzı alevli taş fırının önündeki, unlu tezgâhta babamın ellerliyle ustalıkla güveç hazırlaması gözlerimin önünde taptaze bugün bile. Bu kez dilinde, “Derdim çoktur hangisine yanayım”türküsü….Fırındaki ekmeklerin taze buğusuna karışan, et sebze tereyağı kokuları arasında hiç bitmeyecek gibi gelen bekleyiş ….. taze ekmek ile ağzım yanarak yediğim ve unutmadığım o damak tadı….
Şehirlerde bulamadığım o güveci bulup almakla başlamalıydı işe Ben de öyle yaptım. Bir sabah ansızın yola düştüm. Hiç hesapta yokken, aniden.
Şehirlerarası yolların gri asfaltından kurtuldum önce, keyiflendim. Dağlara doğru, yol inceldi, çamurlandı. Kıvrım kıvrım oluverirdi usulca. Yeni yeşillenmiş çayırlar arasından yukarılara doğru çıkarken, dilimde “dağlar dağlar viran dağlar “ türküsü, hafif çiseleyen bir ince yağmur. Günlerden, baharın ilk, kışın sonu. Hıdrellez kapıda ve cemre toprağa ha düştü ha düşecek.
Sol yanımda ki tabelada Mihalıççık, sonra da Sorgun Köyü…..
Köye vardım yokuşların sonunda, ama yokuş köy içinde de devam ediyordu. Taş, kerpiç ve tuğla karışık evlerin arasında köy kahvesini buldum önce. Sordum, soruşturdum izini güvecin. Başında el örmesi takkesi ve şaşırmış maviş gözleriyle bir amca önce ısrarla çay ısmarladı bana. ayak üstü kapı önünde önce sordu soruşturdu sonra daha da yukarıda bir ev gösterdi eliyle.
Yürürken arabasız ve acelesiz, odun sobalarının duman kokusu gelip doldu genzime aşağılardan bir evden. Etrafımda yenibahar, hiç yenilenmemiş, neredeyse yüzyıllardır hep aynı kalakalmış bir köyün sokaklarındayım. Küçük bir kız çocuğu olmuştum sanki yeniden. Her şey o kış günü gibiydi sanki. Yine üşümüştü sol elim. Umarsız cebime soktum ama sıkılmış bir yumruk olarak. Babamın elinin yokluğuna.
Gözlerim nemlendi, burnumun direği sızladı inceden. Soğuktan değildi çok iyi biliyordum artık O’nu Hakk’a yolcu ettiğim günden beri.. Ne zaman iki damla birikse, göz pınarlarımda o küçük kızla el ele, yüreğimde saklambaç oynayan Baba hasretiydi sebep.
Yokuşun sonunda, üç katlı bir evin önünde durduğumda, kendimden sıyrıldım çabucak. Alt katta, kapı kanatları olmayan yüksek tavanlı büyük kapıdan içeri girer girmez, ıslak toprak kokusu ve nem çarptı önce yüzüme, sonra da ışıldayan gözleriyle; üşümüş ama sıcacık bir kadın yüzü karşıladı beni. Selamlaştık, hiç yabancılamadan birbirimizi. Ummadığım şekilde ustaca pazarlamaya başladı çömleklerini. Kaç boy takımların olduğunu, çeşitlerini , fiyatları bir solukta saydı döktü bir çırpıda.
“Sen mi yapıyorsun bunları ?“ dedim. Şaşkın baktı yüzüme “ya kim yapacak ki…?” dedi biraz muzip , biraz da sitemli.
Ve başladı anlatmaya ben bir şey demeden, sormadan:
Bu köyde, 800 yıldır bu işi kadınlar yaparlarmış. Toprak şu tepeden, çamurun mayası öbür tepeden gelirmiş. Sonbaharda, çamur karılır iki ay dışarıda beklermiş. Kışın elle çevirdikleri demir tablalarda çamura, diğer elleriyle, kırık tırpan parçasıyla sıvayarak ilk şeklini verirlermiş güvecin. İki gün ara ve son haline gelene kadar işlenirmiş. Kışın sonuna kadar omuz omuza dizilip bu depolarda ayazda bekletilirmiş. Güveçlerin kadın ve soğukla işi bitermiş. Haziran başında, ateşe ve erkeklere sıra gelirmiş. Köy meydanındaki büyük fırında pişirme işi onlara aitmiş. İşin zanaat kısmı kadınların ellerinde olduğu için söz de para da kadınlarınmış…..
O, gururla, güvenle anlatırken, ben ise; bu geleneğin nasıl bozulmadan, değişmeden günümüze dek devam ettiğini düşünüyordum. Tam da soracaktım ki, Derin bir solup aldı, sanki birden aklına söylemediği bir şey gelmiş gibi. Önce gözlerindeki ışıltı söndü beklemediğim şekilde. Usulca koluma dokundu. Sesini kocasının duymayacağı kadar sessizleştirdi. Gözlerimin içine bakarak , “ah ablam ah” dedi. “Bak asıl sana ne anlatacağım”
“Bu köyün tek geçimi çömlekçilik” dedi. “Kız çocuklarının elleri, daha yeni yürüdüklerinde annelerinin yanı başında çamura batar. Oyun niyetine, sonra da ekmek parası için. Genç kız olduklarında ise çoktan usta olurlar. Bu köy gurbete gelin vermez. Zanaatları bu köyde kalsın yabana öğretilmesin diye. Gençlerin evlilik çağı gelince, gönülleri kimi severse ve onlara kim sevdalanırsa yuvasını onunla kurma ihtimali yoktur. Varlık nedenleri kızlarınız ve kadınların kadınlıkları değil çömlekteki ustalıklarıdır. Yani demem o ki ablam. sevdalarımız da gömüldü, kızlarımız da analarımız da ….. Bu kırık tırpanla çamur arasına….. Para kazanılır, saygınlık ve söz de biz de ama……”
Devamını getirmedi, kocasıyla göz göze gelince de koluma yasladığı elini çekti benden usulca. Yine ilk gördüğüm haline büründü gözleri kendinden emin ve pırıltılı. Onun içindeki küçük kızın saklambaç oyunu böyle bitti……..
Hissettim konuşmasak da
Öğrenmiştim, bir kez daha anlamış ve sevmiştim gerçek kadınlarımızı, bu toprakları ANA dolu yapanları tüm yüreğimle. Hiç tanıyamadığım babaannemdi aynı zamanda, anlatan bütün bunları bana…..
Anlamıştım, en çok da babamın, Ana ve sıla özleminin neden bir güveçte simgeleşip durulduğunu. Topraktan güveç, güveçte aş yapmayı. Yani taştan aş yapan Anadolu kadınını.
Dışarı çıkarken, elimde birkaç güveçle, bildiğim özlemlerin hepsi önemsiz, unutulmuş ve geride kalmıştı yüreğimde……
Arabama bindim, aşka özlemi de ardımda bırakıp yola çıktım…..
Anlamış ve bilmiş bir küçümen kız olarak, elimde babamın eli. Usulca mırıldandım.
“Sobe”
YORUMLAR
Yine kaliteli bir yazı.
Yazarımızda konular çeşitli ve çok boyutlu incelenmekte.
Uzun dahi olsa sıkılmadan okunuyor.
Bu yazı da gayet güzeldi.
Her zaman okunması gerekli yazılar yazacağına emin oldum.
Şairlik yönünü de var.
Tebrik ettim.
Zamansızlık bu aralar okuma zamanımı çok sınırladı.
Yazmaya ise hiç vaktim yok.
Okuyan ve yazabilen kalemleri tebrik ederim.
Başarılar ve selamlar.
Süreyya Nur Eyüboğlu
Çoğu zaman yol kenarlarında görürüz de öylesine bakıp geçeriz çömleklere. Düşünmeyiz hiç bir zaman bunun için kaç sevda yitip gitti veya kaç ömür eli değdi. Hikâyeleri değildir bizi ilgilendiren. Öylece bakarız sadece albenisine.
O çömleklerde saklıdır geçmiş ve gelecek... Bir de Anadolu kadının yüreği.
Yazı öylesine derinlere çekiyor ki bir ömür gelip geçiyor sanki. Ve birde baba hasreti. Ölüm acısı daha kolaymış, kaybettikten yıllar sonraki özlem acısından.
Yüreğinize sağlık.
Süreyya Nur Eyüboğlu
Sevgili Hocam, hani sizler bize hikaye nedir diye öğretirken;gerçek ya da gerçeğe uygun derdiniz ya, bu sanırım gerçek mbir hikaye...Aslında bu hikayete cinsiyet hariç o denli örtüştüğüm şey varki..."Önü sıcak sırtı soğuk kış geceleri" demişsiniz ya, ellerimi ateş basarken şu an sırtım buz kesti !
Göç ve gurbet, bizim kültürümüzün nerdeyse yarısını oluşturacak bir hacme sahiptir. Türkülü bir millet olmamızın altında yatan deli gerçekte sanırım bu göç ve gurbet ögesidir....
Sevgili Hocam, değerli emeğinizi yürekten kutladım...Başarı,selam,saygı...