YİBO GÜNLÜĞÜNDEN
çocukluk ıı
Hanifi on yaşındaydı, yani benden bir yaş büyüktü.
Diğerleri ise benden bir yaş küçüktüler.
Aramızdaki bu yaş farklılıkları pek de göze çarpmıyordu, fiziksel özelliklerimiz birbirine yakın sayılırdı.
Hepimiz aynı denklemin bilinmeyenleri gibi duruyorduk yan yana hem de hiçbir karşıtlık içermeden.
Gezegenimizin insan elinin çokça değdiği parsellerinde doğan çocuklardan farklıydık belki de.
İlkokul yaşını çoktan doldurmuş, dünyalarının yüzölçümü doğdukları köyün sınırlarında son bulan, geri bırakılmışlığın en som kurbanlarıydık.
Binanın gri parmaklıklı kapısından geçip okul idarecilerinin olduğu koridorlara doğru ilerleyince bambaşka bir dünyaya adım atmış gibiydik.
Binanın labirentlerini keşfe koyulmaya başlayan bizler, duvarlardaki panoları, yağlı boya resimleri, yazıları, büstleri hayretler içerisinde izliyorduk.
Anlam veremediğimiz ve görsellik dışında hiçbir ifade gücüne sahip olmayan bir sürü karışık şekil…
Kayıt işlemlerimiz devam ederken binada gördüğümüz her nesneyi defalarca izlemeden edemedik.
Sınıflar, masalar, sandalyeler, panolar, merdivenler, yangın kovaları…
Her biri ayrı bir dünyanın izlerini kazıyordu zihnimize.
İşlemlerimizin bir bölümü bitince vesikalık fotoğraf çektirmek için okuldan ayrılıp kasabanın çarşısına doğru geniş adımlarla yürümeye başladık.
Gene önde büyükler, arkada biz çocuklar… Yürüyoruz, ama öyle babalarla çocukları gibi değil, tıpkı birbirine yabancı insanlar gibi; aralıklı, uzak, katı, yalnız, suçlu, mahzun, arkadaşça…
Uygun adım ilerliyoruz, sanırım uygun adım bir yazgının çemberini tamamlıyoruz.
Yürek paralayıcı bu düzende suçlu kim?
Çocuk babasının elinden tutup yürümeyi istemez mi?
Baba, çocuğunu göğsüne bastırmayı özlemez mi?
Hangi çocuk, hangi baba, hangi biz, hangi onlar…
Bilmiyoruz, bilmiyoruz, bilmiyoruz, öylece uzaktan uzağa yürüyoruz.
Çarşıya geliyoruz birkaç dakika sonra, çarşı çok kalabalık ve karışık bütün her şey iç içe geçmiş gibi görünüyor.
İğne atsan yere düşer, ama ayaklar altında ezilmekten kurtulamaz ;bu kavruk yüzlü, geniş omuzlu, bıyıkları kaçak tütünden sarılaşmış, tabiata kafa tutan esmer, kumral, sarı adamlardan, entarili yaşlı kadınlardan, sümüklü çocuklardan…
Bir karınca düğünü var sanki orta yerde.
Tezgâhlara dizilen eşyalar durmadan karıştırılıyor, havada buram buram döner ve kaçak çay kokusu yayılıyor, orta yerde bir kuzu sürüsü geçiyor, bir kedi vitrininde et duran küçük bir dükkânın kapısında bekçilik ediyor, bir köylü peynir doldurduğu bidonlarını kaldırımda bekletiyor peynirlerini satmak için , çocuğunu sırtına bağlamış bir kadın çevredekilerden sadaka istiyor…
"Were seve idıre, çar kilo hezarekiye, tıvre sor be pereye…"sesleri inletiyor çarşı meydanını.Çarşının kendine has bu melodisini kulak zarlarımıza dikerek sessiz adımlarla kendimize yürüyoruz bu hareketli kalabalığın içinde.
Kaybolmamak için gözümüzü ayırmıyoruz büyüklerimizden, sonra daha az kalabalık bir sokağa sapıyoruz ve mavi tabelalı bir dükkânın önüne geliyoruz, camlarında siyah beyaz fotoğraflar bulunuyor ve fotoğraf çektireceğimizi anlıyoruz , büyükler önde biz geride, dükkânın loşluğuna dalıyoruz.
Küçük, köhne bir dükkândayız hep birlikte. Dükkânın içinde kumaşları eprimiş üç beş koltuk üstünkörü dizilmiş, duvarlarda çerçevelere mahpus edilmiş birkaç büyük boy köylü fotoğrafları asılmış, küçük bir vitrin yerleştirilmiş orta yere, vitrinin arkasındaki sandalyede oturmuş elindeki albümleri vitrinin bölmelerine santim hesabı yaparak dizmeye çalışan bir adam…
içeriye girişimizi göz ucuyla süzüyor ve büyüklerin selamına cansız bir" aleyküm selam" ile karşılık veriyor. Bir gözü bizde bir gözü işinde görünür bir vaziyette-daha çok ilgisiz- ne bizden ne de işinden vazgeçmeyen, iki işi bir arada yapmaya alışık, oldukça çelimsiz, elmacık kemikleri ince yüzünde ödünç gibi, bakışları soğuk ve sivri, deyim yerindeyse buz gibi bir adam…
Muhtar olan amcam bu adamın duruşunu beğenmemiş olacak ki sesini tonuna hoşnutsuz bir ifade ekleyerek:
-Benim babam, şu çocukların vesikalık fotoğraflarını çektireceğiz, nasıl olacak! diyor
Ruh gibi duran adam elindeki işi yapmaktan vaz geçiyor ve başını tam kaldırıp bize dönüyor cılız bir sesle:
-Kaç kişiler? diye soruyor.
-Dört kişi… okuldan istediler kayıt işlemleri için
—Anladım. Her birinin sekiz tane yakışıklı vesikalık resmini çekeceğiz
Buz adam fotoğraflarımızı bir an önce çekmek için başlıyor takım taklavatı hazırlamaya ve bir baş işaretiyle onu takip etmemizi istiyor.
Dükkânın arka tarafına ilerliyoruz kapısı perdeyle örtünmüş bir bölmenin girişinde diziliyoruz.
İçimize azgın bir heyecan çörekleniyor ve kurbanlık koyun gibiyiz kalbimiz küt küt… ve sebepsiz bir utangaçlıkla prangalanmış hissediyoruz kendimizi.
Az sonra içeriye ilk ben alınıyorum.
İçerisi boğuk, içerisi loş, içerisi bordo ışıkların çizgi çizgi yayıldığı bir sahne…
Fotoğraf makinesinin en çok doğrultulduğu duvar bordo kumaşla kapatılmış, küçük bir sandalye; yalnız, fotoğraf çektirmek için gelen insanları bekliyor boynu bükük ve gelenleri hep bulanık göreceğini bilmeden bekliyor oysa
Diğer duvarda birkaç dişlik bir askılık bulunuyor, askılığa iki ceket, üç kravat, bir siyah önlük ve bir de beyaz yaka öylece asılmış.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.