- 1451 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YEŞİL ŞİŞEDEKİ YAŞAM
YEŞİL ŞİŞEDEKİ YAŞAM
Sait Küçük
Seksene merdiven dayayan anam göğsü ağrıyarak hastalanınca ilçemizde bulunan devlet hastanesine götürdüm. Uzman Doktor muayene ve tahlil sonuçlarına bakarak Kars’a sevk etti. Kars Devlet Hastanesi Kardiyoloji bölümünde ki teşhis kalp krizi olarak belirlendi. Burası da ambülans ile Erzurum’a gönderdi.
Aziziye Hastanesi’nde anjiyo yapılıp üç damarının tıkalı olduğu tespit edildi. Anjiyo yapan doktor açık kalp ameliyatının kaçınılmaz olduğunu söyledi. Ancak ameliyat yapılırken yaşından dolayı yaşama şansının yüzde elli olduğunu belirtince Ankara’da oturan ablam ve aile bireyleri ameliyatın Ankara’da yapılmasına karar verdiler. Anamla birlikte ilk kez uçağa binerek Erzurum’dan Ankara’ya uçtuk.
Ben pencere kenarına oturdum. Uçak ile yolculuk yapanlar bilir. Bilmeyenlere yaşadığım duyguları anlatmak istiyorum. Uçağın ilk kalkışını merdiven basamaklarını hoplaya hoplaya çıkışa benzettim. İnişi de yine aynıydı. Bulutların üzerinde uçmak bir harikaydı. İnsan bir anda kendini bir kuş gibi hissediveriyor. Evler nokta noktaydı sanki. Koskoca şehirler bir köy misali göründü gözüme. Binalar birer kibrit kutusu, göller bir avuç su gibiydi sanki. Nehirler kıvrılan yılana benziyordu. Nasıl desem bilmem ki!. Uçağa binmemiş olanların hiç değilse benim gibi bir kez binmesi gerekir. Bu uçmak zevki, bu heyecan, anlatılanı dinlemekle, yazılanı okumakla değil ancak uçarak yaşanır.
Anamı Ankara’da ameliyat edilmek üzere kardeşlerime bırakıp ertesi gün bir otobüs ile memlekete geri döndüm. Anam hastaneye yatırılarak açık kalp ameliyatı oldu. Üç tıkalı damar işler hale getirildi. Fakat eve dönmesi bir hayli uzadı. Ablam, iyileşmesi için üç ay kadar kendilerinde kalacağını söyledi.
Anamın okur yazarı yoktu. Ama tecrübeli ve bilgili bir kadındı. Hafızası çok kuvvetliydi. Yaşı seksene vardığı halde unutkanlıktan uzak bir belleğe sahipti. Aile fertlerinden bir çoğunda olmayan bir merakı vardı. Bu, eskinin kıymetini bilmek ve saklamaktı. Anamla bu hususta hemfikirdim. Zaten oda bana:
- Eskileri kollamakta bir tek bana sen çekmişsin, der.
Dedemden kalma bir eski evimiz, bu evin de solda bir küçük odası vardı. Odanın yanında bir aralık, aralığın yanında ise büyükçe bir oda daha vardı. Ben ve diğer kardeşlerimin tümü bu odada ebelerce doğrulmuşuz. Yani evimiz iki oda bir aralıktan oluşan bir evdi. Bu evin kapısı batıdan aralığa açılırdı. Aralığın içinden de odalara giriş kapıları konulmuştu.
Evimize bitişik olarak sol tarafta bir tandır damı, tandır damının yanında bir havlu, havludan içeriye bir kapı koyulmuştu. Bu kapı büyük ahıra açılmaktaydı. Büyük ahır on tane büyük baş hayvanı barındıracak büyüklükteydi. Dört büyük direği vardı bu ahırın. Buradan içeriye bir kapı daha açılıyordu. Bu da samanlık damının kapısıydı.
Evimizin yakınında babam bir ev yaptı. Yeni evimiz yapılırken ben on üç, on dört yaşlarındaydım. Dört odası bir antresi bir salonu, mutfağı ve banyosu vardı bu evimizin.
Yeni eve taşınırken babam yeni ev malzemeleri aldı. Diğer evimizden çok az şey getirdik yeni eve. Eskiler eski evde kaldı. Eskilerin üzerinde anamın ellerinin izleri vardı. Gözlerinin görmüşlüğü gizliydi. Her şeyin bir hatırası, her parçanın bir kıymeti vardı. Eski ev anamın bir müzesi gibiydi sanki.
Bu müze içinde neler yoktu ki. Bin dokuz yüz kırklı yılların sonlarında vefat eden ana dedem Berber Mevlüt’ten kalan taş ayna, berber masası, elbise askısı, gazocağı, gaz lambası, su güğümleri, sahanlar, küpler, çanaklar, maşrapalar, bakır leğenler, bakır kazanlar, marangoz dayısı Alaeddin’in yaptığı sandıklar, anamın ilk oğlu olan ağabeyim için yaptırdığı tahta beşik ve bunlar gibi bir çok ev ve malzemesi, bağ bahçe aletleri zamana meydan okurcasına eski ama görkemli bir şekilde duruyorlardı.
Beride havlu damı, tezeklik ve odunluk olarak kullandığımız dam olmuştu. Büyük ahıra bağ bahçe aletlerini koyuyorduk. Labatka bel, tepecekli bel, kar küreği, megel, tırmık, dirgen, tırpan, örs, çekiç, su kantarları, sepetler, seleler, kerpiç kalıpları, demir kazıklar, ceviz sırıkları, dayama gibi ihtiyaç malzemelerinin yeri büyük ahırdı.
Boş çuvallar, şıra kazanları, süpürgeler, sekavüller hep buradaydı. Bir de ister anamın, ister babamın, isterse bizlerin eline lüzumlu ne geçerse hep buraya doldurmuştuk. Yani büyük ahırın içi bir düzensizliğe sahne olmuş, içeride Arap itmiş mezhep karışmıştı. Tabir yerindeyse damın içerisi Arap saçına dönmüştü.
Babam bir gün bana dedi ki:
- Oğlum hazır anan burada yokken şu havluyu, büyük ahırı, saman damını bir gözden geçir. Yarayan malzemeleri bir yere düzenli bir şekilde istif et. İşe yaramayanları ise dışarı döküp seç. Çöpe atılacakları çöpe at, yakılacakları da yak gitsin.
Ben de zaten havlunun, büyük ahırın saman damının bu durumunu görüp bir düzene sokmak istiyordum. İşe giriştim. İçerde ne var ne yok dışarı döktüm. Duvarlara ve direklere asılı paslı zincirler, paslanmış kaşağılar, eşek semerleri at eğerleri, yurallar, dağılmış hasırlar, yırtılmış ve nemlenmiş sarı bardanlar, et kütükleri, kırık kürek sapları, sapsız paslı dirgenler, tırpanlar, irili ufaklı paslı çiviler duvarda ki odun çivilerden asılı çocukluğumda kaydığım kızak, sürdüğüm çemberler aşınmış urganlar ve bunlar gibi nice malzemeleri dışarı taşıdım.
Büyük ahırın kapısından içeri girince kapı önünde bir ahbunluk mevcut. Bu ahbunluğun hemen sol tarafında kalınca bir direk var. Bu direğe kolum yetişecek yükseklikte büyük bir çivi çakılı. Bu çividen boğazı kendir ile bağlı ve ağzı açık iki tane şişe asılıydı. Bu şişelerin birisi beyaz diğeri ise yeşil renkliydi. Kolumu kaldırıp elimi çiviye doğru götürdüm. İki şişe bir kendirle bağlanıp terazili bir şekilde çividen asılmıştı. Şişeleri çividen indirdim. İndirirken beyaz şişenin boş ve içinde bir şey olmadığını gördüm. Yeşil şişenin içinde ve dip kısmından dört parmak yüksekliğinde bir karartı görünüyordu. Şişeleri indirip ağız kısmından yeşil şişenin içine baktım. Bakar bakmaz hayretler içinde kaldım.
Karafatma dediğimiz irili ufaklı kara böcekler. Kara olan bu böcekler şişenin renginden midir bilemem ama renkleri hafiften yeşil çalıyor. Çabalayıp duruyorlar. Ahırın üç yerden ve tavana yakın küçük pencereleri vardı. Camlarını toz toprak kapattığından ışık çok azdı. Seyyar olarak çekilmiş lambanın ışığında çalışıyordum. Şişenin içindeki böcekleri daha iyi görmek için dışarı çıktım. Güneşli havada tekrar şişenin içine bakmaya başladım. Bir yandan şaşkınlık içinde bakıyor bir yandan da ürperiyordum. Büyük ve kara böcekler, süt beyaz olan yavru böcekler, kirli beyaz böcekler, kirli beyaz böceklikten çıkıp karalaşmaya başlayan böcekler. Şişenin içinde ve birbirlerinin üzerinde geziniyorlar. Aman Allah’ım! Bir sürü böcek ayağı, böcek kafası, kanatlar, gövdeler. Ve bütün böceklerin artığı olan basma yığını. Ve yeşil şişe içinde akıl almaz bir yaşam. Ve nemsiz bir ortamda yavrularını yiyerek hayatta kala bilme mücadelesi.
Karafatma isimli kara böceklerin nemli alanlarda yaşadığını biliyorum. Kuru yerlerde durmadığını da. Bunların evlerdeki ambarlarda, mutfaklarda açıkta bırakılan her türlü besini yediğini fakat etçil olduklarını bilmiyordum. Ufak böcekleri, hatta ölü böcekleri dahi yediklerine gözlerimle şahit oldum. Etçil olmasalar bile yaşamak ve soylarını sürdürmek için beslenecek hiçbir şey olmadığından etçil olmaları gerekiyordu.
Şişe içinde ki bu kara böcek kolonisi direkte gezinirken şişe içine girmiş, veya tavandan şişeye düşmüş bir veya bir çift böcek ile başlayarak çoğalmış diye düşündüm. Evet evet. Bu ihtimaller mantığa çok yakın. Bir veya iki böcek şişe içine direkte gezinirken girmiş, veya tavandan düşmüş bir daha da çıkamamış. Yaşamını burada devam ettirmeye başlamış. Birbirlerini yiyerek beslenmişler. Bu, böcek kafaları, kanatları ve bacaklarından belli. Bir o yana bir bu yana gezinip duruyorlardı şişe içinde. Şimdi ne yapayım ben bunları diye düşündüm. Birbirine bağlı bu iki şişeyle birlikte damın arkasına gittim. Kerpiç duvarın dibi toprak tümsekleri oluşturmuştu. Buraya el değmiyor ayak işlemiyordu. Sadece alt yanından su arkı geçiyordu. Ark ile duvar arasında biten otlar bir hayli sık ve yüksekti.
Saman damının kuzeye bakan duvarının dibine yaklaştım. Birbirine bağlı şişeleri ağızları aşağıya meyilli olarak duvar dibine koydum. Yuvarlanmasın diye şişelere küçük bir taş yaslayıp oradan uzaklaştım. Havluyu, ahırı, saman damını silip süpürüp, yerleştirerek düzene soktum.
Aradan kaç gün geçtiğini pek hatırlamıyorum. Sanırım bir aya yakın bir zaman sonra o yere gittim. Yeşil şişenin içerisinde böcek falan kalmamıştı. Hepsi çekilip gitmişti. Birbirlerini yiyerek yaşadıkları tutsak hayat bitmişti. Karafatma dediğimiz kara böcekler şişe içinden kurtulup özgürlüklerine kavuşmuşlardı.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yayınlandığı Gazete : Gözlem Gazetesi, Sayfa 3, Sayı 121 Tarih 11 Ekim 2010 Kağızman
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.