YANGIN 8. Bölüm
Yeni bir öğretim yılı başladığı zaman köyde de çok şey değişmişti!
Önce İsrafil karısını doğumda kaybetmiş, çok geçmeden başka bir köyden biriyle evlenmişti.
Eşinin kırkının çıkmasını bile beklemeden; “Ben onca çocukla baş edemem. Bana eli iş tutan birini bulun.” Diye sağa sola haber salmıştı.
Haberine cevap gecikmeden kendilerine oldukça uzak bir köyden geldi.
Gülsüm kırk yaşında, şimdiye kadar evlenmemiş bir kızdı. Akıldan yana biraz noksan ama eli iş görür biriydi. İsrafil önce kuşkuyla yaklaştı bu duruma; “Madem eli iş görür, pişirdiği yenir, diktiği giyilir şimdiye kadar neden evlenememiş?” sorusuna cevapları gayet basitti ailenin. “Kızımız biraz boş boğazdır, nerede ne konuşulacağını bilmez. Biraz da akıldan yana kıttır ama iyi niyetlidir, kalbinde kötülük yoktur. Görürsün bak İsrafil ağa, sana iyi bir karı, çocuklarına iyi bir ana olur.” Sözlerinden sonra ikna olmuş, ölen eşinin kırk mevlidinden sonra imam nikâhıyla yeni eşini getirtmişti.
Gülsüm başlarda biraz zorlansa da yeni evine çabuk alışmıştı. İsrafil’in çocukları daha annelerinin ölümünü kabullenememişken, bir de yeni anneye alışamamışlar, evde huzursuzluk çıkarıyorlardı. Fakat İsrafil’in hiddetinden korktuklarından birkaç güne kalmadan evde hır gür kesilmişti.
Gülsüm İbrahim’i daha bir farklı seviyor, onunla daha başka ilgileniyordu. Kocasının da dikkatinden kaçmamıştı bu durum. Sebebini sorduğunda ise Gülsüm; “ Onu ölen kardeşime benzetiyorum. Ondandır bu düşkünlüğüm!” olmuştu.
Gülsüm henüz dokuz yaşındaydı. Kendisinden iki yaş küçük olan erkek kardeşiyle birlikte koyunları gütmeye göndermişti babası. Gülsüm kardeşi gelmesin diye yaygara etse de dinleyecek kimdi? O yaramaz! Ben koyunlara mı bakayım, ona mı sözleri havada asılı kalmış kardeşi arkasında o önde koyunları önlerine katıp yakındaki meraya gitmişlerdi. Bir ara koyunların derdine düşen Gülsüm kardeşini unutmuş, onu tek başına bırakarak daha otlak olduğunu düşündüğü tepeye götürmüştü.
Koyunları götürdüğü tepenin hemen yamacında gölet vardı. Zaten tepe dedikleri yerde köylünün yıllar önce evlerimizi su basmasın diye gölet’in kenarına çektikleri setten ibaretti. Zamanla toprak yerine oturmuş bir dağ görüntüsünü andırır olmuştu. Gülsüm epey bir yol aldıktan sonra kardeşi aklına gelip geri dönmek üzereydi ki o korkunç manzarayla karşılaştı.
Kardeşi ablasını takip edeceğim diye peşinden gelmiş ve toprağın kaygan olduğu bir yerde ayağı kayarak tepeden aşağıya yuvarlanmaya başlamıştı. Oldukça dik olan tepe de tutunacak ve dengesini sağlayacak bir şeyler arıyor ama bulamıyordu. O birkaç saniye içinde gülsüm kardeşinin tepeden yuvarlanışını ve dibi bataklık olan suda boğuluşunu ancak izleyebilmişti. Kardeşine yardım edecek dermanı kalmamış sanki bulunduğu yere çivilenmiş gibiydi. Çok düşkündü ona ve o günden sonra ölümünden hep kendini sorumlu tutmuştu. Babası hem oğlunu, hem de canından çok sevdiği kızını yitirmişti aynı gün.
Oğlunun defin işlemleriyle uğraşırken, bir taraftan da milletin dedikodusuna kulak tıkamak zorunda kalmıştı. Ona en acı veren şey ise oğlunun ölümünden dolayı anne ve babası kızını suçluyorlardı. Onlara oğlunun torunları olduğu kadar, kızının da torunları olduğunu söylese de anne ve babasının gözünde kız torunun değeri olmadığı için umursamıyorlardı.
Gülsüm de doğduğu zaman annesi yine mi kız diye onu dışlamış, babası ise soyumuz kuruyacak karın yüzünden diye ağzına geleni saymıştı. Ama o her şeye rağmen beş kızını da bir birinden ayırmadan seviyor, onlar için deli oluyordu.
Köyde dedikodulara da kulaklarını tıkıyor; “O kızlar benim gelecek garantim! Ben yaşlanınca onlar bakacaklar bana.” Diyordu.
Beş kızdan sonra bir oğlan doğurunca karısı anne ve babasıyla arası düzelmiş, artık evine huzur gelmişti. Böylelikle köydeki imalı sözlerden de kurtulmuştu.
Takdir-i İlahi ne yaparsın? Allah sana ve ailene sabırlar versin diyen hocaya boş boş bakarken gelen taziyeleri yine aynı ruhsuz haliyle kabul ediyordu.
İki gün boyunca kimseyle konuşmayan Gülsüm ise ikinci günün sonunda garip davranmaya, kendi kendine konuşmaya başlamıştı. Olup olmadık yere gülüyor, olur olmadık şeye ağlıyordu.
Birkaç gün öyle idare etmeye çalıştılar ama baktılar olacak gibi değil, methini çok duydukları bir hoca götürdüler Gülsüm’ü .
Hoca bu benlik değil doktorluk dese de o zamanlar doktoru kim kaybetmişti ki onlar bulsundu. Hem öyle şehre götürecek kadar zengin de değillerdi. Hocanın teskinleri ve okuması için verdiği surelerle biraz kendine gelir gibi olmuş ama tam olarak bir iyileşme gösterememişti.
Kolay değildi onun için de böylesi bir acı. Her gözünü kapattığında kardeşinin o bir yerlere tutunmak için çırpınışını ve sonra suya gömülüşünü görüyordu.
Yıllar ve zaman bazı şeylere ilaç dedikleri gibi, zamanla Gülsüm de bazı şeylerin üzerine sünger çekmiş ama yüreğinde derin izler bırakan bu olaydan hasarlı olarak kurtulmuştu.
Güzel bir kızdı. Hatta güzelliği dillere destan olacak kadar güzel! Ama gel gör ki dünür gidenler gittiğine, gitmeyenler ise gitmediklerine yanıyorlardı.
Mesela bir keresinde dünür gidenlere ortada hiçbir sebep yokken bağırıp çağırmaya, ağza alınmayacak küfürler etmeye başlamış; kendisini susturmak isteyen annesini bir güzel haşlamıştı. Başka bir seferinde herkesin en ciddi olduğu ve Allah’ın emri derken aniden kahkaha krizine tutulmuş, bir türlü susturulamamıştı.
Kendisi de farkındaydı ters bir şeyler olduğunun ama elinde olmadan yapıyordu bazı şeyleri.
Birkaç dünürcü hezimetinden sonra kızlarının evlenemeyeceğini anlayan ailesi de, onu istemeyi düşünen aileler de diğerlerinin başına geleni bire bin katılmış dinledikçe Gülsüm’ün evde kalması kaçınılmazdı.
Uzun yıllar sonra İsrafil’in evlenmek için birini aradığını duyan bir aile yakını Gülsüm’ün ailesine haber göndermiş, bu konuda ne düşündüklerini sormuştu.
Onlardan olumlu yanıt alınca da İsrafil’e haber göndermişti Gülsüm için.
Gülsüm de artık eskisine göre çok daha iyiydi ama hani derler ya “Çıkmış adın dokuza inmez sekize” misali onun da adı deliye çıkmıştı bir kere.
Kuyucalar köyünde o yaz bir de muhtarın vurulma olayı vardı.
Bu daha acıydı köy halkı için.
Aralarında husumet bulunan iki aile tarlaya su çekme yüzünden kapışmış onları ayırmak için uğraşan muhtar tüfekten çıkan kurşunla yaşamını yitirmişti.
Muhtarın vurulmasından sonra köy halkı, o güne kadar hiç görmedikleri kadar hükümet yetkilisi ve jandarma görmüşlerdi köylerinde.
Jandarma ve savcı tüm köy halkının ifadesini almış ve sorguya çekmişti herkesi. İki aile de suçu birbirlerine atıyor, cinayeti kimse üstlenmiyordu.
Muhtarın vurulduğu tüfek de bir türlü bulunamayınca cinayeti aydınlatmak zaman almıştı.
YORUMLAR
Yedinci bölümden sonra sekizinci bölümü kaçırmışım doğrusu.Şimdi okudum.Gelişmeler yerinde.Bence neden roman olmasın bu yazı serisi.
Dokuzu yarın okuyacam.
Selamlar...
N. B. Ç.
Saygılarımla...
Gülsüm ve yaşadıkları..Ne kadar kolay birine iftira etmek..Suçlu görmek..Garip bir oyun işte..
Çok güzeldi arkadaşım yüreğine sağlık.birsıfır sen istesende istemesende...))
N. B. Ç.
Sustum! :))
Sevgim sonsuz...
Ülviye Yaldızlıı
DALDIM İÇİNE KAPTIRMIŞIM KENDİMİ SATIRLAR BİTMESİN İSTEDİM HEYACANLA DEVAMINI BEKLİYORUM.. O KADAR AKICI BİR KALEM VE GÖZLEMLER YERLİ YERİNDE DOĞA VE İNSANLARIN RUH HALLERİNİ USTACA İŞLENMİSSİN CANIM YÜREĞİN DERT GÖRMESİN İZİNDEYİM SEVGİLERİMLE..
N. B. Ç.
Sevgilerimle...