HAZAL İLE HERZEM -2-
ATEŞ ALEV ALMADAN BİTMELİYDİ
Bir sonbahar mevsimiydi; Eylül’ün ilk haftası ve günlerden pazardı. Yaz sıcaklığın kavurduğu toprağa mevsimin ilk yağmuru düşmüştü. Evden çıkıp biraz dinlemek için doğru kentin tren garına yürüdüm. Yalnızlığımla ve kendimle baş başa kalmam için hep böyle yapardım. Doğu seferleri yapan mavi bir trenin beni sarsarak geçtiği bir öğle vaktiydi ve kente son seferini yapacak doğu ekspresi ise çevre köylerinde sabah getirdiği yolcuları tekrar köylerine götürecek ve gar ölüm sessizliğine bürünecek. Bu kentin garı günde üç kez kalabalıklaşır ve sonra bir ölüm sessizliği... Bir de İlkbaharın başlangıcıyla Sonbaharın ilk haftalarında burası taş atsan yere düşmez kadar kalabalıklaşır; çünkü mevsimlik işçilerin diğer kentlere çalışmaya gidiş-geliş vakitleridir.
Trenlerin yorgun ve eskimiş olarak çakılları okşaya okşaya geçtiği kömür ve dizel kokulu raylarındaydım. Yağmur çiseliyordu hala…
Grileşmiş kentin gürültüsünden uzaklaşmak beni dinlendiriyordu az da olsa. Köylerin boşaltması işte bu olumsuz hayat biçemlerini tokat gibi indirmişti yüzlerimize. Köyde sakin bir hayatımız varken gelecek kaygılarımız hiç mi, hiç yoktu. Hayat tüm öğretileriyle bizi aza kanaat getirmeyi, sabırlı olmayı göstermişti. Ve tüm öğretileriyle yaşam biçimimiz babadan oğulla klasik ve asla ezber bozmaz olarak geçiyordu. Doğmak-büyümek ve ölmek üçgeninde kocaman bir ömür tükenirdi. Daha çocuk yıllarında evlendirilip çoluk çocuğa karışmak büyüklerimizin tek idealleriydi. Bu evlilik onbeş ve on yedi yaşlarında olup bu yaşları geçenlere de “evden kamış”lık olarak görülürdü. Köyde kısaca hayat buydu…
Kadınlar evin içinde çocuklar tarlada veya hayvan peşlerinde sürüklenip giderlerdi, akşam olunca yatsı ezanında sonra herkes uyumuş olurdu ve bazen misafirle sohbetler en fazla gece on birlere kadardı. Müstesna sohbetler de akşamdan sabaha kadar sürerdi kışın uzun gecelerinde iş olmadığı günlerde olurdu. Tüm bunlar köyde hayatın kısıtlı halleri de olsa hepsi doğal bir yaşamdı ve hep özlenilecek bir hayattı.
Kentin garında epey uzaklaşmıştım. Batıya doğru raylarda yürüyor ve yağmur tanelerinden melodileri dinliyormuşum gibi bir hisle gülümsüyordum. Ve karşımda aheste aheste yorgun bir trenin bana yaklaşmakta olduğunu görüyor ve içten içe seviniyordum, beni bu demir yığınına olan sevgim nedendir hala da bilmiyorum. Yaklaşmakta olan tren makinistleri her zaman olduğu gibi gene korna çalıp selam niyetine verip, gülümseyerek geçtiler. Ve tren beni sarsarak ve lokomotiflerin buharı ardında bir sis bırakarak geçti. Az sonra garda yolcularını indirip yoluna gene devam edecekti. Ne trenler biter ne de yolcular ile yolculuklar…
Yalnız tren yanımda geçerken birilerinin bana seslendiği duymuştum ama başını pencereden sarkan kalabalık yolcular içinde kimseyi çıkaramamıştım. “Herhalde yolcunun biridir öylesine seslenmiştir” deyip yoluma devam ettim. Yağmur biraz daha hızlanmıştı ve insanlar sağa sola ve kapalı alanlara kaçıştıklarını gülerek izledim. Rayların çakıl yolunda beni görenlerin yadırgarcı bakışları üstümde hissediyordum. “Olsun varsın deli desinler… Öyle ya yağmurda aklıselim birini olması düşünülemezdi” oysa ben böyle havalarda kendimi huzurlu hissediyordum. Ve kafama düşen her damla melodi ritimlerini andırıyordu, tıp tıp diye… Pür dikkat kesilmiştim bu havanın uyumuyla sarhoş oluyordum sonsuz bir haz içinde. Böyle düşüncelere dalmışken birinin;
“Merhaba yağmur adam!” Ben irkilerek ardıma baktım! Ve şaşırarak Hazal’ı gördüm… Ve içten gülümseyerek bana bakıyordu ve tekrarladı:
“Şaşırdın mı Herzem?
“Merhaba Hazal… Doğrusu çok şaşırdım, beni nasıl buldunuz?
“Yerde ararken… Buldum işte.” Sonra “Ben aslında halamlara gitmiştim bu pazar orda kalmam gerekiyordu ama dayanamadım, geldim işte” Meğer trende seslenen oymuş.
“Ne güzel, iyi ki geldin. Ama ıslanıyorsun…” Hazal
“Sen de ıslanıyorsun ve sanırım yağmurla ıslanmanı kıskandım”
“Hastalanırsan benden bilme”
“Ben de alışığım, korkma” dedi. Ve “Sanki umudun bittiği yerlerdesin gibime geliyor, yanılmadım değil mi?”
“Yanıldın, sadece yağmurlu havalarda kendimi rahat hissediyor ve dinçleniyorum ve umutlar asla bitmez… Hemen hemen umutsuz insan yoktur ama amaçsız insan vardır” dedim. Yağmur daha bir hızlanmıştı ve yürüyemez hale gelmiştik ıslanmaktan. Ve korkunç bir soğuk iliklerimize işlenmişti. Ben:
“Hazal, istersen bu yürümeyi bırakıp evlerimize gidelim.”
“Gidelim… Ama istersen eve gidip kurulandıktan sonra bir yere gidip bir şeyler içelim ne dersin?”
“İyi fikir, öylese ayrılıyoruz bir saat sonra Cafede buluşalım, senin için uygun mu?”
“Uygun…” dedi. Ve oradan kaçışarak eve doğru yol aldık. Kolumdaki saate baktım bire geliyordu. Eve gittim, üstümü değiştirdim ve tekrar buluşmak için Cafeye dönüyordum. Saat ikiye geliyordu geç kalmamak için hemen bir taksi çevirdim “sanat sokağına” dedim şoföre. Yağmur sağanaklaşmıştı ve şimşekler çakıyor ve gök gürültüsü bir panik havası yaratıyordu sanki beynimde... Cafeye vardığımda Hazal da karşıda beni görünce gülümseyerek:
“Tam zamanında… İkimizde dakiğiz” ve elimi sıkarak “Hoş geldin canım”
“Seninle hoş bulduk…”.
Cafenin avlusu boştu, yazdan bir eser kalmamıştı, bu cafenin bir de kışlık bölümü vardı. İçeri girerken lobide ocağın olduğu bölümde duvara aslı resimler ve yazar fotoğraflarını gördüm, göz alıcı bir dekor yapılmıştı ve adeta sanat galerisi gibi bir hava verilmişti. Che Ernesto Guevera, Ahmet Kaya, Paul Neruda, Ahmed Arif ve birçok değerli yazar sanatçı afişleri vardı. Bir de Hazal K… bir bayan remi de gördüm. Tam bakıyordum ki Hazal beni iç odalara birine çekti “Gel şurada manzaralı yerde oturalım” dedi.
Burasında cafe bahçesi görülüyordu ve pencerenin yanındaki masaya oturduk. Gerçekten hoş bir manzaraydı yağmur yağıyordu küçük fıskiye de sular dolup taşıyordu, tıpkı bir şelaleyi andırıyordu. Aklım lobideki fotoğraflara takılmıştı ve Hazal’ın beni böyle çekip oturtması beni meraklandırmıştı. Hazal:
“Evet, ne içiyoruz… Ve sonra yemek için de bir şeyler yeriz” dedi.
Garson tepemizde dikilmişti bile. Garson:
“Hoş geldiniz… Ne alırsınız efendim?
“Ben bir sade neskafe…” dedim. Hazal
“Ben bir fincan çay alabilirim” garson siparişimizi alıp gitti. Ben hala o duvardaki fotoğrafı merak ediyordum, bir fırsatı bulup bakmalıydım. Hazal sanki benden bir şeyler saklamıştı. Damdan düşer gibi bir soruyla konu açıldı, Hazal.
“Herzem, sen hiç âşık oldun mu ve gerçek aşk nedir sence? Dedi.
“Aşk; nazenin bir çiçek gibidir, o çiçeği seviyor, önemsiyor ve koruyorsan ve sen ben o çiçeği yüreğimde besleyebilirim diyorsan gerçek aşk odur. Ve aşk, kavuşmamaktır! Ve vuslatı olmayan aşklar daimidir, tıpkı ilk çocukluk aşklarımız gibi, bilirsin çocukluk aşklar sonsuzdur ve asla unutulmazdır ve liseli aşklar vardır o da kırkındı yağmurlarına benzer, gelip geçicidir. Aşık olduğuma gelince bir kez olmuştum ama imzalı bir ayrılıkla noktaladık. Hazal gözlerimin içine bakıp:
“İlginç tespitler ve ilk kez duyduğum tanımlardı…”
Ben aslında aşk hakkında hiç konuşmak niyetim yokken apansız bu konun içine girmiştim.
Bu kez konuyu ben değiştirmek istiyordum ki, tam o sırada “Müdüriyet” odasının kapısı açıldı ve orda birkaç gencin namaz kıldığını gördüm ve gülümseyerek Cafede oturanları bir süre izledim: Cafede çeşit çeşit insanlar vardı, kimi sakalı uzun, kimi uzun saçlı, kimi sportif kimisi de klasik giyitleriyle bir mozaiği, andırıyordu. Başka masalarda dekolteli giysileriyle erkeklerle beraber hararetli tartışmalar içindeydiler.
“Ne hoş bir doğal mozaik” dedim.
“Ne… Ne dedin?
“Bak şu manzaraya… Ülkemiz de böyledir, türlü türlü insanlarıyla çok zengin bir insan topluluğuz ama anlayan yok ki hele kendini vatansever sanan ülke yıkıcıları durmadan bu mozaiği bozmakta ve iç- dış güçlerin yardımıyla insanları birbirlerine düşürmektedir. Hazal:
“Neden doğal mozaik?”
“Çünkü bu topraklar üzerinde Türkü, Kürdü, Çerkezi, Tatarı ve Lazlarıyla doğal bir topluluktur ve dünyanın başka yerinde az görülen bir oluşumdur. Hazal:
“Anlat bakalım, daha neler biliyorsun?”
“Aslında tek benim bildiklerim değil, bu realiteyi herkes biliyor; askeri, polisi siyasetçisi ve siviller… Ama herkes bu ülke çarşafının bir kenarından tutup çekiştiriyorlar içten ve dıştan gözleri iştahla kabaran herkes…
“Haklısın…”
“İşte bu Cafede gördüğüm manzara beni çok etkiliyor ve inançlı, ateist, muhafazakâr, sol-sağ görüşlü ve liberaller… Hepsi bir arada hayatı paylaşmıyorlar mı? Elbet dostluk ve kardeşçesine nasıl da birbirleriyle uyum içindeler. Belki sana garip gelebilir ama ülkede görüş, siyaset kavgaları var ama halk arasında bu kavgalar o kadar ileri boyuta değildir. Hazal,
“Zaman kötü, çıkar ve hırs devri…”
“Ben öyle düşünmüyorum, kötü zaman diye bir kavram mevcut değildir. Zaman iyi ve asla ölmeyen bir kavramdır, can çekişen ve akabinde tüm canlılar gibi ölümlüdür. Ama olumsuzlukların olması da yararlı görüyorum; çünkü geçitleri çıkmazlarla, iyiliği kötülükle, kazanmayı kaybetmekle öğrendik. Ve biz tüm bu olanları hayatın öğretileriyle öğrenmedik mi?” Hazal dalgınlıkla:
“Yani denge… Dünya bile bir denge üstündedir… İstersen bir fıkrayla anlatayım:
“Biri hocaya:
- Şu dünya ne kadar tuhaf demiş.
Hoca aksakalını sıvazladıktan sonra:
- Neresi tuhaf diye sormuş.
- Sabah oldu mu insanların her biri bir tarafa gidiyor.
Bazıları bu yana bazıları bu yana...
Neden ki? Deyince...
Hoca çok fazla düşünmeden şu cevabı vermiş:
- Neden olacak hepsi bir tarafa gitse dünyanın dengesi bozulurda ondan...” Demiş.
“Çok güzel ve anlamlıydı”
Hazal:
“Ne güzel yağmur yağıyor değil mi?” Bu sorusuyla anladım ki Hazal’ın konu değiştirmek istediğini… Hazal’ın ilgi alanı belki bu değildi, siyasi ve politik konuşmaları ben de sevmiyordum ama ne yaparsak yapalım politika bizim yakamızdan düşmezdi. Hazal’ın sevgi ve duygusallıkla ilgili sohbetlerini sevdiğini anlamıştım, tabii doğal olarak hak veriyordum. Tüm dünya ülkeleri kirli siyasetin yüzünden savaşları tetiklemiyor muydu? Ve sorusunu cevapladım.
“Yağmurlar gökyüzün gözyaşlarıdır ama o gözyaşları toprağa bereket olur”
Aklıma gelmişken söylemeliydim,
“Sahi kaç kez bir sohbet edip durduk ama birbirimizi geniş olarak tanıyamadık, kendini biraz anlatır mısın? Dedim. Hazal:
“Haklısın, ben hukuk fakültesi son sınıf öğrencisiyim, ailemin ilk ve son kızıyım. Babam bu kentin işadamlarından Ali Fuat K…dır. Çevre ve arkadaş edinme ve sosyal anlamda herkesle uyum sağlarım. Boş zamanlarımda edebiyatla uğraşırım; şiir, öykü ve deneme türleri yazmaya çalışıyorum belki de amatörce…” derken kafamdaki merakı gidermek için kalktım.
“Müsaadenizle… Az bekle geliyorum” dedim Hazal’a. Lobideki odaya geçip duvarlardaki o resimlere baktım ve Hazal… K. Fotoğrafı içinde olan bir gazete kupürü ve altında bazı açıklamalar vardı. “Ben de varım” adlı deneme Hazal… K’ ye “edebi hayat öyküleri” yarışmasında birinci seçilmiştir. Bu öykü kırsal bir yerleşim birimlerinde yaşayan genç bir kızın psikolojik hallerini anlatan bir öykü ve gözlemci ve izlenimci bakışlarıyla güzel bir tema işlemiş ve yarışmayı hak ettiğine kani getirmiş.” Ve ben bir yazarla dost olmuşum haberim yokmuş! Dönüp gene yerime oturdum sakince
“Neden bana bir yazar olduğunu söylemedin” Hazal benim kızdığı sanırken ben aksine çok sevinmiştim ve gururla baktım.
“Tebrik ederim… En kısa zamanda bu kitabını edinmem gerek…”
“Sağ ol. Ben sana bir tane imzalı kitabımı verebilirim” dedi.
Hazal:
“Şimdi sen biraz kendinden bahseder misin? Ellerimi masanın üstüne aldım ve yaslandım sandalyeme ben hep öyle yapardım, birileri benden konuşma veya geçmişimle ilgili sorulara cevap beklerken böyle yapardım, bir süre bekleyip düşünürdüm. Gene böyle düşünürken Hazal elerimi avuçlarına aldı ve hemen akım çarpmış gibi geri çektim; çünkü duygusallığa kapılmalıydım, bu yeni başladığımız dostluğumuzun bitmesini istemezdim elbet. Aşkın başladığı yerde dostluk, evlilikle bitenden de aşk ölürdü. Ayrıca ben evli ve ondan hayli yaşlıydım ki mutsuz bir evliliğim olmasına rağmen böyle bir zaafa düşmemeliydim.
Bununla beraber bu koyu sohbetimizi Emin adında bir gencin masamıza gelip Hazal’ın bileklerinden tutmasıyla şoke oldum. Emin:
“Hazal, neler oluyor burada?” dedi. Ve “masasında oturduğun denginden olmalı” ve gözlerimin içine bakıyordu, aşağılayıcı ve imalı edası beni az da olsa sinirlendirdi ben kalkıp tam hesabını verecektim ki Hazal:
“Herzem dur, yapma ben halederim” dedi ve Emin’e
“Ne oluyor, sana hesap mı vereceğim? Bu yaptığın kabacaydı ve özür dile” ben gencin rencide olmaması ve Hazal’ın arkadaşıdır diye düşündüğümden:
“Hayır, gerek yok… Arkadaşının bir sorunu varsa eğer konuşabilirsiniz” dedim Hazal’a. Hazal sinirli sinirli onun kolundan tutup başka bir masaya oturttu ve gene sinirli bir şekilde tartıştılar.
Ben köylü olduğum için değil, onun beni köylülüğümle alay etmesi hoşuma gitmemişti doğrusu. Bir süre tartıştıktan sonra genç ikna olmuş gibi arkasına bakmadan ve mahcup bir şekilde oradan ayrıldı ve Hazal yanıma gelip oturdu, ben söze girdim.
“Evet, nerden kalmıştık…” Hazal güldü:
“Hiç başlamadın ki…”
“Peki öylese… Anlatıyorum. Gerçi kendimi pek anlatacak özel bir yanım yok, kısaca anlatayım. Çocukluğum ve gençliğim hayata eğreti düştüğünü ve yoksulluk içinde geçirdiğim çok sancılı yıllarım oldu. Hayat bana hep tefeci durdu, aşklarımın ise hepsi bir tarih yanılmasıydı. Aslında tekdüze bir hayatın bir parçasıydım hiç kendim olamadım veya kendime ait olmama engel oldular… Hep başkaları için şekilleniyordum. “dürüst ol, haram yeme, aman ha, kimseyi kırma, saygısızlık etme…” Etme, yapma nidalarıyla büyütüldük. Vatana millet hayırlı ve yararlı bir birey olarak duygusal baskılar altında yetiştirildik. Çemberin dışına çıkamadık ve çıkarsak; vuruluruz veya kayboluruz korkularıyla aşılanmıştık. Oysa çemberin dışında kocaman bir hayat ve toplum vardı. Kimi zaman güvercinler gibi kanatlanıp gökyüzüne süzülmek, kimi zaman da deli taylar gibi özgürce koşmak gelirdi ama hepsi bir düş olmaktan öteye geçemezdi. Belki coğrafyamızı görmezden gelenler gibi büyüklerimiz de bizi, özelikle yaşama hakkımız olan özgür hayatımızın olabileceğini görmezden gelmişlerdi. Ve eğlenmeye, ağız dolusu gülmelere hiç zamanımız olmadı desem abartmış olmam… Devam edeyim mi? Hazal’ın gözyaşları kabarmış nerdeyse yanaklarında dökülmeye hazır hale gelmişti. Hazal birden “Evet, evet devam et… Lütfen”
“Boşluğun her zerresinde katili olmuştum zamanın ve bir süreliğine militan oldum dağlara… Hala ismim yazılmamıştı resmi kütüklere ve doğumum kayıptı tıpkı benim olmadığım bir dünyada gibiydim. Ve bir yanım eşkıya biliniyorken bir yanım da melek oluyordu buzulu dağların başında; kendimle yüzleştim ve yaptıklarımın aslında bir suç olduğunu ama gene yaparsa çekinmeden gene vuracağımı biliyordum... Köylüyüz ama sevmesini ve korumasını da biliriz bizim de değer verdiğimiz ilke ve düşüncelerimiz vardır. Vurduğum kişi bir zenginin şımarık ve haşarı olan, yaşıtlarımda olan bir çocuktu. Bir gün çeşme başında kızlara göz kırpıyor ve onları sürekli rahatsız ettiğini gördüm ve dayanmadım cebimde çakımla yaraladım ve ağır yaralı olarak hastaneye kaldırmışlardı; çünkü ben yaralayıp teslim olmamak için kaçmıştım, daha on yedi yaşlarındaydım. Ben yarı dağ yarı hayat öğretilerini kültür olarak aldım. Ve sonra indim dağlardan, düştüm ardımda sinsi kurşunlardan. Zengin dediğimiz köyün beyi “şikâyetten vazgeçtiğini asıl suçun kendi oğlunda olduğunu” söylemişti karakol komutanına. Bu istek davadan düşmeme etkili olmuştu. Ben aklımda “artık özgürüm” sanırken ailem beni bir evlilikle prangaladılar. Ve “Ölüm var terk etmek yok” söylemiyle beni ömür boyu duygusal köleliğe mahkûm ettiler! Belki de ömrümün imtiyaz hakkını ellerine aldılar. Niye ki uslanmam ve akıllanmam içinmiş”
Hazal’ın gözyaşları dökülmüştü ve inci taneleri gibi masaya çarpıyordu. Ve bir süre Hazal!’a baktım. Özgeçmişten çok bir hayat hikâyesini anlatmıştım. Ve
“Bana müsaade… Bu günlük de bu kadar” dedim. Hazal
“Bir daha görüşecek miyiz? Dedi. Boynu bükük ve kırılgan bir sesle söylemişti. Ben:
“Bilmem… Emin’in dediği gibi dengi dengine mi olmalıyız, biliyorsun benim hiçbir kariyerim ve yüksek derecede mezuniyetim yok!”
“Ama hayat birikimlerin bir üniversite okutmanların kültürüne denk düşer bilincindeyim”
“Kendine iyi bakıyorsun” dedim ve son kez ellerini tokalaşıp çıktım. Arkamdan Hazal seslendi.
“Muhakkak gene buluşalım ve kitabımı senin için seve seve imzalayıp sana vermek istiyorum” dedi. Arkama bakmadan
“Belki…” dedim gri kentin kalabalığına karıştım. Yağmur dinmişti hafif kar serpintileri başlamıştı ve içimden “Ateş alev almadan sönmeliydi”.
SON
HERZEM RONİVAN- HİKAYELER
YORUMLAR
Emeğinize sağlık.. İlgi ile okudum. Tebrik ediyor saygılarımı sunuyorum.
DemAN
Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim.
Selamlarımla güzel yürek