BABA
BABAMA
Bu hafta bana ayrılan alanı kendim için kullansam, sanırım herkes mazur görecektir beni… Duygularıma hâkim olmaya çalışarak kenarından, köşesinden içimdekileri dökmek istiyorum…
Cemal Süreyya nın şiirindeki satırlar geliyor aklıma. “sizin hiç babanız öldümü? Benim bir kere öldü kör oldum ”şair böyle yazıyordu dizelerinde…
Kör olmuyormuş insanoğlu, ama katran karası bir yalnızlık çöküyormuş, acılar, sızılar, isyanlar, keşkeler ve yaşamın dibe vurduğu anlar işte o an oluyormuş, öğrendim…
İnsanın iliklerine kadar hatta hücrelerindeki çekirdeklere kadar çaresiz kaldığı an yaşamın dibe vurduğu anmış…
Biliyorum ki; bu herkes için böyledir…
Ama müsaade ederseniz biraz dertleşmek istiyorum sizinle ne dersiniz…
Babamın okuryazarlığı askerde başlıyordu. Zar zor, kendini kurtaracak kadar bir okuma yazma öğrenmişti askerde…”Ali okulundan çıktım “derlerdi… Kuran okumasını da hacıdan hocadan öğrenmişti… Hiçbir zaman onun benden aşağı mı yüksek mi, ileri mi geri mi olduğunu aklıma getirmedim… Bana, her insandan öğreneceğim, her insanda benim bilmediğim birçok bilginin saklı olduğunu öğretmişti hayat denilen okul… O lastik pabuçlarıyla yürüyen bir çınarı andıran adam, benim babamdı ve onunla gurur duyuyordum… Bu insana kutsal, yıkılmaz bir saygı beslemekteydim. Namuslu olmayı, adam gibi adam olmayı, sınırsız vermeyi öğretti bana…
Babamın yüreğinde taşıdığı ve yanında hiç eksik etmediği, “ağulardan süzülmüş” sabır olduğunu çok sonradan anladım…
Bunca yoksulluk ve çağın gerisinde, sürüne sürüne, bin yıllardır yaşayan Anadolu insanından daha iyi kim bilebilir “sabrı”… Sabır, sözcüklerden labirent kurarken çekilen sıkıntıdan çok daha derin ve başka bir şeydir buralarda…
Babamın yüzündeki çizgiler dünyanın öte ucunda benzeri acıları yaşayanlarla aynıydı. Babamın bana kütüphane olarak bırakacağı, yüzündeki çizgiler ve gözlerindeki ifadenin evrenselliğiydi…
Buralarda yaşam, elini, yılan, çıyan deliğine sokmaktan farksızdı çünkü;. Gülüşlerin bıçak keskini, yüzlerin taştan oyulmuşçasına sert, sabrın dağlardan kavi olan yeriydi dünyanın, bu acı bozkırı… Babam bana ne az güldü… Babam bana gülmeden çok önce unutmuş olmalıydı gülmeyi... Babam bana sevgisini nasıl sundu? Bir savaş alanında doğup yaşayanların acı yazgısıydı bu... Gülmek de, sevmek de en saklı derinimizdeydi… Kim bilir belki de, bizim en değerli şeyimiz diye en sert yanlarımızın altında saklayarak koruyorduk onu… Belki de; ekmeği, suyu, azar azar kullanıp, yetirmeğe alışmış olanlar, sevgiyi de, bitiverir korkusuyla, idareli kullanmaya zorunlu hissediyorlardı kendilerini…
Sonra babam öldü. Bir gün babalar ölüyormuş meğer… İnsan gibi yaşanmamış, ama adam gibi yaşanmış bir yaşamdan geçti gitti. .Ayaklarındaki kara lastik ayakkabıları ile üzerinde kahverenginin ala çalan tonundaki eski giysileriyle kaldı aklımda… Bazen orak biçerken, bazen kazmayı toprağa vururken ve benzeri binlerce haliyle kaldı… Ve en önemlisi herkese ama herkese saygıyla bakardı kimdir nedir ayırtmazdı… En azından insanlara bir bardak su ikram etmeden bırakmazdı… Yoksuldu ama cömertti mirası çoktu şimdi onun yüzde birini yapabilir miyiz ondan bile endişeliyim… Bu dünyada uçaklara binip pembeli aklı bulutlara dokunamadı; köpüklü kıyılarından denizlerine girip yüzemedi güzelim ülkenin. Bir esir kampında gibi, çilelerin harman olduğu bir yaşam geçirdi. Bir dağ gibi devrildi gitti babam.
Yaşıyorsa babanız gelmesini beklemeyin siz gidin babanıza… Kırsalar bile hayatta olmaları bile inanın güç verir insana… Sonra keşkeler çok olur…
Bu gazete muhtemelen çoğunuza bayramda ulaşacak… Bu bayram günü de böyle şeyler yazılırımı diyecekleriniz olacak… Olsun varın değin ama hatırlayın babanızı ananızı en azından bayramdan bayrama onlara gidin ve onları mutlu etmeye çalışın…
Bu temenni ve dileklerimle herkesin bayramını en içten duygularla kutluyorum…