- 1656 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
BOSNADA ÜÇ GÜN
BOSNADA ÜÇ GÜN
Yüzündeki masum ifade kaybolmuş yerini nefret kaplamıştı. Gözlerinin önünden gitmeyen Sırp askerlerinin pis gülüşleri, kulaklarından silinmeyen bomba sesleriydi onu bu hale getiren.
Bosnalı Müslümanlara karşı uygulanan vahşete tanıklık etmiş, savaşın kadın mağdurlarından biriydi.
Ayda, yaşadıklarını anlatırken zaman zaman geçirdiği sinir krizleri ile etrafta ne varsa kırıp döküyordu. Gözlerinde şimşekler çakıyor, yumruklarını sıkıyor, dişlerini kenetliyor ve inanılmaz acılar içinde kıvranıyordu. Tüm dünyadaki halkların umursamazlığı ile Ayda’nın gözlerine düşürdüğümüz yangınları, ellerine yerleşen kiri yok edemezdik, yüreğindeki yarayı iyileştiremezdik belki, anlattıklarını yazabilir acısını paylaşabilirdik.
Çok konuşan biri değildi. Hatta hiç konuşmuyor da denebilirdi. Susmuştu. Onu susturan nedenleri kendisinden dinlemeyi ve hayat hikayesini anlatmasını rica ettiğimde düşünmeden kabul etmişti Ayda.
Anlatmaya başlamadan önce derin bir soluk aldı. İçinin acıdığını hissetti. Hiçbir şey yaşadıklarından daha acı veremezdi.
Aşağıda okuyacaklarınız müthiş bir acının, kaçışın gerçek ve yaşanmış öyküsüdür.
*******
Savaş başladığında 20 günlük evliydim. Büyük aşkım Saffet ile dillere destan bir düğünle evlenmiş kendimize küçük ama mutlu bir yuva kurmuştuk. Her şey bizim için o kadar güzel ve o kadar mutluluk doluydu ki kelimelerle anlatılamaz. 20 günü 20 yıl yaşamış gibiydim.
Kurşun sesleriyle uyandığımız gecenin sabahında evimizin kapısı tekmeleniyor. Saffet’i uyandırmaya çalışıyorum, yorgun argın yattığı yataktan zorla kalkıp söylene söylene kapıya yöneldi. Birkaç dakikadan beri tekmeleriyle kapıyı zorlayan askerler bize gerek kalmadan kapıyı açmışlardı bile. Karşımızda silahlarını doğrultmuş olan birkaç asker, eşimi ve beni dipçikleyerek dışarı çıkardılar. Ellerimizi arkadan bağlayarak bizim gibi bir çok kadın ve erkeğin olduğu meydana getirdiler. Birkaç gün aç ve susuz bu şekilde bırakıldık. Başımızda bekleyen askerlerin hakaretlerine, küfürlerine ve kadınlara yaptıkları tacizlere dayanmaya çalıştık. Savrulan yapraklar gibi herkeste bir telaş yaşanıyordu. Her şey ve herkes titriyordu.
Bir süre sonra askeri araçlardan inen bir çok askerin bize doğru geldiklerini gördüm. Erkekleri bir tarafa, kadınları ve çocukları bir tarafa topladılar. İki ayrı kamyona doldurarak bilinmeyen bir yöne doğru gitmeye başladık. Yollarda gördüğümüz manzara korkunçtu. Bosna kan gölüne dönmüştü. Her yer ceset doluydu. Nisan yağmurlarıyla gelen bereket bu kez kan yıkıyordu. Etrafta kontrol için gezinen Sırp askerlerinin ölmüş kişilerin cansız bedenlerini öldüklerinden iyice emin olmak için yeniden kurşunladıklarını gördüm. Korkunç bir acıydı.
Büyük bir toplama kampında araçlardan indirildik. Kampın diğer tarafından gelen çığlıklar kulaklarımızı tırmalıyordu. Sırp’lı askerler, Müslüman kadınları dipçikleyerek çığlık seslerinin geldiği yöne doğru götürdüler, yakınlarının götürülmesine itiraz eden erkekleri orada öldürüyorlardı.
Erkeklerin içinden birkaçını seçtiler, eşim Saffet, babam Ramiz ve abim Enis’de onların içindeydi. Başımızda kalan birkaç nöbetçi asker dışında tüm askerler o tarafa gitmişti.
Bir süre sonra bazı kadınların yalvarışlarını, çığlıklarını, arada patlayan silah seslerini duydum. Kulaklarımı tıkayıp bu sesleri duymamak, hemen orada ölmek istedim. Etimden et kopuyordu sanki, yüreğim parçalanıyordu. Beynimi uyutmak hatta hiç hatırlamamak ve belki de hiç yaşamamak istedim o anı... Bazı şeyler karşısında çaresiz kalmak ne kadarda zormuş bu hayatta.
Sırp askerleri 20 yaş ve altındaki kızlara babalarının gözleri önünde tecavüz ediyor, sonra da erkekleri öldürüyorlardı. Sırp birlikleri, artık bir ölüm makinasına dönüştürülmüş tecavüzü ise bir savaş gereği olarak görüyorlardı. Bosna Savaşı’nda tarihte eşine az rastlanır bir vahşeti yaşattılar bizlere. Binlerce Müslüman Türk kadınının, sadece Müslüman oldukları için Sırplar tarafından tecavüze uğrayıp, aylarca işkence gördüğü ve onların çocuklarını doğurmak için bir kampta tutulduğu tüm dünya tarafından biliniyordu. Hayatımızı kararttılar. 10 yaş grubundan, 70 yaş grubuna kadar birçok insana erkeklerimizin gözleri önünde tecavüz ettiler. “Artık Müslüman çocuk doğurmayacaksınız, bizim için çocuk doğuracaksınız’ diyerek gruplar halinde tecavüzlerine devam ettiler. Hamile bıraktıkları kadınlarımızı hapis ederek çocuklarını dünyaya getirttiklerini öğrendim sonraları.
Günlerce süren öldürme ve tecavüzler sonrasında bulunduğumuz kampta sağ kalanlar kadınlardan ve birkaç erkekten ibaretti. O ana kadar bana ve birkaç kadına dokunmamış olmalarına şaşırmıştım. İçimdeki ses, kötü bir sonun başında olduğumu söylüyordu.
Gün yerini geceye bırakmaya hazırlanıyordu.
Gökyüzündeki kırmızı bulutlar, yeryüzünde olan kanlı vahşetin rengiydi sanki.
Uzaktan gelen ayak sesleri ile irkildim. Karanlıkta yüzlerini tam seçemedim ama gelenler Sırp askerleriydi. Sadece postallarını görebiliyordum. Yüzlerini görmememiz için fenerleri postallarına tutuyorlardı. İçlerinden biri başımda durarak ayağa kalkmamı söyledi. Ellerim bağlı olduğu için ayağa kalkmakta zorlandım. Askerlerin yardımıyla doğruldum. İki askerin arasında meçhule giden yolculuğum başladı. Diğer Müslüman kadınlar gibi yaşayacaklarımı tahmin etmiştim.
Askeri arabadan inip, etrafı demir parmaklıklarla kaplı dar bir sokaktan geçip genişçe bir alana geldik. Ay ışığının aydınlığında, titrek lambaların loş ışığında gördüklerim korkunçtu. Burada da etraf kan gölüne dönmüştü. Cesetler başında, ağlayan inleyen kadınların durumu içler acısıydı. Akli dengemi yitirmek üzereydim. Sırp askerlerinden birinin dipçiği ile kendime geldim. Ellerimi çözdüler iki asker kollarımdan tutarak karanlık bir yere getirdiler beni. Karanlıktan hiçbir şey görünmüyordu. Elinde fenerle başka bir askerin geldiğini gördüm. Diğer askerler hemen çekildiler. Fenerin aydınlattığı yolda gölgeler oluştuğundan gelenin kim olduğunu göremedim ancak, askerlerin davranışlarından rütbeli biri olduğunu anlamıştım.
Işığı yüzüme tutan asker “seni kendime sakladım, kim olduğumu anladın mı? diye sordu.
Sesi tanımıştım. Saffet’le evlenmeme engel olmaya çalışan çocukluğumun iki yılını paylaştığım komşumuzun oğlu Radislav’dı. Her fırsatta aşkını anlatmaya çalışmış, ancak Sırp olduğu için ailem tarafından kabul görmemiş, esasen gönlümün Saffet’te olması sebebi ile benim tarafımdan da kabul görmemiş biriydi. Reddedilmiş olmayı içine sindiremeyen Radislav ben evlendiğimde intikam yemini etmişti. Şimdi salyalarını akıtarak bu intikamı alma çabasındaydı. Elinde tuttuğu feneri, arkasındaki alana çevirdi. “Orada baban, kocan ve abin duruyor. Gözleri önünde sana tecavüz edeceğim“ dedi. Yüzündeki nefret, iğrenç bir gülümsemeye dönüşmüştü. Bir canavar, bir kan emici gibi iğneleyici lafları ve salyalarıyla üzerime doğru geldi, direndim. Yüzünü ve sırtını tırnaklarımla kanattım. İntikam hırsı öylesine gözlerini bürümüştü ki acıyı hissetmiyor bir an önce emeline kavuşmaya çalışıyordu. Yüzüme ve kafama yediğim darbeler ile kendimden geçmişim. Uyandığımda bende diğer Müslüman kadınlar gibi tecavüze uğramış mağdurlardan biriydim.
Gece tüm pisliklerini geride bırakmış, yerini gündüz almıştı. Yırtılmış elbisemin yakasını toplamaya çalışırken babamın, ağabeyimin ve kocamın aslında çok yakınımda olduklarını ve yaşadığım vahşete gözleriyle, kulaklarıyla tanık olduklarını gündüzün ışığıyla anlamıştım. Elleri bağlı, ağızları bantlı sadece gözleriydi bana bakan. Tecavüze uğramış olmanın acısından başka bir acı ile tüm bedenim sarsıldı. Onların gözü önünde uğradığım zulüm anlatılamazdı. Bitmez bu, bitmez der gibi baktı kocam. Gözlerim kör olsaydı da; görmeseydim seni dedi gözleriyle. Ümitlerimin tükenişini yaşadım sessizce. Yüzündeki hüzün içimi parçaladı, ölmek için çareler aradım. Olmadı. Kampta kaldığım üç gün boyunca defalarca tecavüze uğradım. Radislav kendince intikamını almıştı. Bazen üzerime idrarını yapıyor, bazende yüzüme dışkısını sürüyordu. Gücünün tükendiği yerde başka askerleri çağırıyor onların tecavüzleri karşısında kahkahalarla gülüyordu. “Artık kocandan çocuk doğuramayacaksın, söylemiştim sana benim olacaksın diye” cümleleri ile nefretini kusuyordu. Arada bir babamın, ağabeymin ve kocamın erkeklik organlarına tekme ile saldırıyordu. Gücüm tükenmişti. Tecavüze uğradığımda aklımda kalan tek şey kocamın bakışlarıydı. O bakışlar beynime bıçak gibi batıyordu. Utandım, çok utandım. Artık onların yüzüne bakamazdım. Yaşasalar bile onlarla birlikte aynı evi paylaşamazdım.
Ne yapacağımı düşünüyorum hiçbir çare gelmiyor aklıma. Kurtuluş yolunu kazıyorum tırnaklarımla yüreğimde. Çaresizim. Lanetli şehrin gündüz karanlığında kanlı düşüncelerim yapışıyor boğazıma boğum, boğum. İçimdeki nefret artıyor gittikçe. Şeytan, nefesime sindi, nefret pompalıyor kalbim. Gözyaşının lafını bile etmiyorum artık. Sabaha uyanmak istemiyorum. Lanetlenmiş umutlarımla ölüme gitmek istiyorum. Nafile. Çaresizlik ateşten gömlek. Ailemin erkeklerinin yüzüne nasıl bakarım. Ben bu leke ile nasıl yaşarım. Şah damarımda öfkem kabarıyor. Bende intikam almak istiyorum. Kan görmek istiyorum ellerimde. Bunları bize reva görenlerin kalplerini ezmek istiyorum ayaklarımla. Gözlerini dağlamak, ayaklarını kesmek istiyorum. Bitmeyen bir nefret. Bitmeyecek de. Onlar etrafımda çakal gibi dolaştıkça benim nefretim bitmeyecek. Yalnızlığımın pençesinde, yitmişliğimi arıyorum. Artık nefretim besliyor beni.
Ölmek için çareler arayan ben, bu kez ölmemek için olağanüstü çaba sarfettim. Buradan bir şekilde kurtulmalıydım, ama nasıl. Çok düşündüm bir çare gelmedi aklıma. Kapana kısılmıştım. Kampta Müslüman erkeklerin ve erkek çocukların çoğunluğu öldürüldüğünden, geride kalanlar kadınlardan ve birkaç erkekten ibaret olunca, başımızdaki asker sayısını bire düşürmüştü Sırp’lar.
Üzerime doğru bir gölgenin düştüğünü görünce gözlerimi kapadım ve ölmüş numarası yaptım. Kulaklarıma fısıltı halinde gelen ses umutlarımı canlandırdı. Ses yabancı değildi, ancak Sırp’ça konuşuyordu. Güvenemedim, gözlerimi açmadım. Bir kaç saniye sonra ;
-Ayda, aç gözlerini seni buradan kaçıracağım diyordu ses. Bu bir mucize olmalı diye geçirdim içimden.
-Yok yok mucize değil, düpedüz kandırıyorlar, yaşıyor muyum? diye kontrol ediyorlar.
-Neden yapsınlar ki, öldüğümden emin olmak için üzerime pekala kurşun yağdırabilirler. Farklı düşüncelerimle beynimde birkaç saniye savaştıktan sonra, “ne olur Allah’ım bu sesin söyledikleri doğru olsun dedim ve gözlerimi açtım.” Kuyudan çekip aldığım, ölümden kurtardığım Sırp komşumun oğlu Ratko’ydu bu sesin sahibi. Bana yardım edeceğini ve buradan kurtaracağını söyledi. Etrafta Sırp askerlerinden kalan olmadığı için de bu iş kolaylaşmıştı. Kollarımı omuzuna atıp beni yürütmeye çalıştı. Sırp’lara ait askeri bir araca bindik. Görünmeyeceğim şekilde üzerime çuval parçaları atarak beni sakladı.Yollarda bir çok kontrolden geçtik, Ratko’nun Sırp askeri olması işimizi kolaylaştırmıştı. Karanlıktan da yararlanarak, uzunca bir yolculuktan sonra gece yarısı komşumun evine geldik. Başarabildiği ve askerlikte gördüğü kadarı ile yaralarımı tedavi etmeye çalıştı. Bana annesinin yerel kıyafetlerinden temin etti. Karnımızı doyurduktan sonra sabaha karşı yola çıktık. Babamı, ağabeyimi ve kocamı sordum. Onların başka bir yere götürüldüklerini öğrendim.
Savaşın en acı koşullarını yaşatan Sırp askerleriydi. Kaçışıma yardımcı olan da bir Sırp askeriydi… Dini, dili, ırkı ne olursa olsun insan olmak buydu işte.
Artık bir umudum vardı. Komşumun oğlu Ratko hayatını ortaya koyarak bana yardım ediyordu. Kontrolün yoğun olduğu birkaç şehirden tehlikesizce geçtikten sonra, “buraya kadar yardımcı olabileceğini söyleyip, Sırp’lara yemek taşıyan arkadaşı Predrag’ın aracına bindirdi beni. Yanında getirdiği yiyecekleri, suyu ve ilaçları vererek vedalaştı.
Araç tozlu yollardan zıplaya zıplaya yoluna devam ederken duyduğum seslerle Sırp askerlerine yakalanmamın an meselesi olduğunu anladım. Aracın içindeki boş kasalardan birinin içine girerek üstümü çadırla kapattım. Kalbim yerinden çıkacak gibi çarpıyor. Beynimde bir sürü yaşanmışlık ve sorular dans ediyordu adeta. Predrag araçtan inerek kamyonun tentesini kaldırdı ve askerlere götürdüğü yemeklerin boşlarını geri getirdiğini anlattı, onları ikna etti. Askerler, birkaç kasayı kontrol edip Predrag’ın söylediklerinin doğru olduğunu görünce aramayı kısa kestiler. Mucizevi bir şekilde bundan da kurtulmuştuk. Bir saat kadar yol aldıktan sonra araç durdu. Ne yapacağımı bilemeden öylece çadırın altında duruyordum. Aracın tentesini açan Predrag “seni Türkiye’ye mal götürecek birine teslim edeceğim. Birkaç Ülkeye uğrayıp sonra Türkiye’ye geçecek, nerede istersen orada inersin “ dedi.
Kaçışımın onbeşinci günündeyim. Kendimi güvende hissedeceğim Türkiye’ye gitmeye karar verdim. Mesafe azalmış olsa da bedensel sağlığımla birlikte, ruh sağlığımdan da eser kalmamıştı. Tır’ın şoförü çok iyi bir insandı. Rahatım için ve yakalanmamam için elinden geleni yapıyor, beni koruyordu. Kafamdaki sorular ve yaşadığım travma sebebiyle uyuyamamam iyice bitkin bırakmıştı beni.
Sabahın ilk ışıkları vururken yeryüzüne yola çıkmış Türkiye sınırına 300 metre mesafeye kadar gelmiştik. İleride sınır nöbeti tutan Türk askerlerini görüyorduk. Heyecandan ağlamaya başladım. Kurtulmuştum. Artık Türkiye topraklarındaydım.
Şoför Salih bey beni sınır karakoluna teslim etti. Bosna’dan savaştan kaçtığımı ve tecavüze uğradığımı anlattı. Konuşamadığımı da ilave etti. İfademi almaya çalışanlar zor anlar yaşadı. Ağzımdan tek kelime çıkmıyordu. Sadece ağlıyordum. Gözyaşlarım sel olup akıyordu. Beni hastaneye gönderdiler. Sağlık taramasından geçtim, psikologlarla görüştürdüler. 2 gün hastanede kaldım. Yetkililer ifademi yazılı olarak aldılar. Dilim bir türlü çözülmüyordu. Bir çok resmi kanaldan da geçtikten sonra geçici olarak sığınma evine gönderildim.
Gördüğüm bir çok tedaviden sonra bedenimdeki yaralarım iyileşmişti iyileşmesine de, kalbimdeki yaralar bir türlü iyileşmiyordu. Kulaklarımda hep çocukların ve kadınların çığlıkları, kendi çığlıklarım yankılanıyor. Bazen bahçede kocamın sesini duyar gibi oluyorum. Eşim kamyon şoförüydü, evin önünden geçen her kamyon sesinde de onun geldiğini sanıyorum. Yüreğim hep onun hatıralarıyla dolu. İçimdeki nefret gittikçe büyüyordu. Bedenim burada, aklım Bosna’da kalmıştı. Yardımsever bir aile beni alarak İzmir’e getirdi. Onların yanındayım uzun zamandır. Hem ev işlerine yardım ediyorum hem de bir evim var artık burada.
Yıllar yılları kovaladı, Bosna’da yaşadığım üç günle ilgili tek kelime konuşmadım bugüne kadar. Hep aklımda kara üç gün olarak kaldı. Her dem tazeliğini koruyor. Hayata kahredişlerimi, yıkılışlarımı yaşıyorum.
Bugün size bunları anlatırken kocamı ve sesini ne kadar özlediğimi düşündüm. Birlikte iken saatlerce bıkmadan, yaptığımız sohbetleri özledim. Bosna yollarında kaybettiğimiz yarım kalan aşkımızı özledim. Belki bir ses, belki bir koku onu bana geri getirir diye hayal
ediyorum. Yaşıyor mu? onu bile bilmiyorum. Bir gün ona kavuşmak duygusu beni ayakta tutuyor.
Artık benden çok uzakta, gönlümde ama benimle değil. Canımı acıtıyor uzakta oluşu. Hayallerimiz vardı bizim. Masum, temiz, bembeyaz hayallerimiz. Bir savaş meydanında bıraktık yüreksizlere. Benim ondan başka sevdiğim yoktu, olmadı da. O benim ışığım, içimi ısıtan güneşimdi. Biz artık yanlış bir masalın kahramanları olmuştuk. Bu bizim masalımız değildi. Bana son bakışını unutmadım. Acımın içime aktığını unutmadım. Ona sarılamasam da, sevdama sarıldım yıllar yılı.
Bir zamanlar yaşadığımız mutlu hayatlarımız Sırp’lar eli ile ansızın yok edilmiş ve hayatta yapayalnız bırakılmıştık. Her birimizin hayatı ayrı bir hikaye, her birimizin yaşadığı olaylar insanın kanını donduracak durumda.
Saçlarıma düşen kar taneleri, gözlerimde şebnemler, içimde katmerlenmiş acılar. Elini ateşe sokmayan yanmayı bilemezmiş. İçimdeki yaraları bir bilsen. Cesurların yaraları açık olurmuş. Zaman zaman yaralarıma nefes aldırıyorum. Kabuk bağlamıyor bir türlü.
Ona çok mektuplar yazdım, gönderemedim. Hep koynumda sakladım. Kimsenin görmediği yerlerde çıkardım, öptüm, kokladım, okşadım. Tıpkı onu öper gibi, onu koklar gibi. Yokluğu yüreğimin sıcak atışlarını da aldı götürdü. Dayadım yüzümü yağmurun arsız damlalarına, ağladım gökkuşağının renklerinde. İçimdeki fırtınaya ağladım. Hep bir yanım eksik kaldı, aşkım, hayallerim, sevinçlerim, yitip giden hayatımızın ardında kaldı. Ailemden kim hayatta, kim öldü bilmiyorum. Yalnızım, hem de çok yalnız. iliklerime kadar yalnız.
İlahi adaleti görmek için bekleyeceğim. Nefretimle yaşıyorum. Yaşadığım üç günü geri alacağım. Biliyorum Saffet’e ve aileme olan hasretim artık ömür boyu sürecek. Bana sımsıkı sarılan kocamın kollarını hala boynumda hissediyorum. Ben sevdiğime cennette kavuşacağım. Bosna’da savaş ölenler için bitti. Benim savaşım henüz başladı
22/07/2010
Hülya TÜRK
YORUMLAR
"Saçlarıma düşen kar taneleri,
gözlerimde şebnemler,
içimde katmerlenmiş acılar.
Elini ateşe sokmayan yanmayı bilemezmiş.
İçimdeki yaraları bir bilsen.
Cesurların yaraları açık olurmuş.
Zaman zaman yaralarıma nefes aldırıyorum.
Kabuk bağlamıyor bir türlü. "
Alt alta getirince şiir..Hoş bir ustalık..Güzel bir kalemşörün tatlı mahareti....
ŞİİR GİBİ DERLER YA...
HATTA SİHİR GİBİ..
İŞTE ÖYLE OKUDUM..
KELEMİNİZE SAĞLIK...TEBRİKLER...PAYLAŞIM İÇİN TEŞEKKÜRLER....