KÂBUS
Bu sabah diğerlerinden farklıydı besbelli. Her gün gördüğü güzel düşlerin yerine bir kâbusun teriyle uyanmış ve uyanır uyanmaz engelleyemediği bir sıkıntı oturmuştu yüreğine. Ne kaldırmak geliyordu ihtiyar bedenini ne de daha fazla içinde kalmaya cesaret edebiliyordu yatağından. Üstelik hala herkesin vehmettiği bir “herkez” olmadığını bilebilecek kadar aklı başındaydı.
Kime selam verse bir hata görüp muhasebelerini tutmaya kalkıyordu. Kimseyi düzeltemeyeceğini bildiği halde, yalnız kendisiyle uğraşmayı sürdürmek kâfi gelmiyordu. Düşündeki mezar taşının üzerinde yazılı duran ismi hatırlama ihtimalinden bile korkmuştu. Hayra gelsin dedi. Büyükannesinin, küçükken verdiği öğüdü hatırlayarak, gördüğü kâbusu akan suya anlatmaya karar verdi. Batıl inanışlardan uzak durmaya çalışmazdı hiç. Her birinin bir kandırmaca olduğunu bile bile, insanın ara sıra kendini kandırmasında beis görmezdi.
“Ya vazgeçersin gününden, yahut sahip çıkarsın yaşadığın ana” diye düşündü.
“Kalk hadi! Suratını düşüren bulutun geniş zamanlı oturuşunu görmezden gel” dedi, aynanın yüzüne yansıyan yüzüne. “Değil mi ki erinde gecinde güneş galip gelecek nasılsa, o halde pervazlara sığınan güvercinler gibi, sende pencere önünde ilk sıradan yer tut hayatı izlemeye. Gelip geçen beyaz yakalıları gör ama hesabını tutma yaka kirlerinin. Unut bunları…
Bırak… Açma sabah sabah televizyonunu. Dert etme aptal kutusunun içinden, zoraki pompalanan uydurma hayatları. Hakiki davaları olanların bunlarla ya da kendiyle uğraşarak kaybedecek zamanı yoktur, unuttun mu? “ diye sitem etti.
Sonra açık haliyle her an aklını başından alma ihtimali olan yatağını toplayıp, kapattı üzerini.
“Ne aç kalma telaşesi, ne karı koca kavgası ne de bir ihtilal sonrası işkence hesabı durdurabildi bunca zamandır seni. ‘Saçını başını düşünceye feda etmiş’ kaç dostun varsa fincanına doldurduğun sıcak çay sonrası çevirip numaralarını hallerini hatırlarını sor. Gitmiş kadar olmaz elbet ama gördüğünde için için yaşayacağınız sükut-u hayalleriniz baş vermez hiç değilse gün yüzüne.
Hayatı makaraya sar yine konuşurken, siyaseti “ti”ye al, geçip giden günlerin ardından bakmadan, gelip önünde duran günlere başka türlü bakmanın tali yollarını bulmaya çalış yine.
Asık suratlı öğretmenleri sevmediğini ve ilkokulun o ilk senesinin ortasında güleç yüzlü kadının tayinini çıkartıp, çocuk boynunuzu büken sistemi unutma. Kimsenin gülümsemene engel olmasına izin verme” deyip odanın içinde yüksek sesli düşünmeye başladı bu defa. “Bir test kitabı bulmalıyım kendime. Matematik kısmına dalmalıyım üstelik ne kadar zor gelse de. Bunca zaman nasıl olup da çözemediğime şaşıracağım bir kaç sorunun çözümünü öğrenmeliyim. ”derken yüzünde beliren gülümseyişi, salondaki eşyalar seyir ediyorlardı. Kırmızı yüzlü koltuğuna oturup kurşun kalemle bir iki soruyu çözmeye çalıştı ikisi için kendince cinlik edip sonuçlarına ulaştı. Üçüncüsü için ümidini kaybettiğinde çözümün nasıl olduğunu anlatan kısma döndü. “Hımmm düşünmeliydim” dedi. Sonucunu bulabileceği son bir soru için göz gezdirdi sorulara. Birkaç tane daha çözüp oyun zamanı değil diye düşünüp kapattı kitabı götürüp kitaplığının kapaklı kısmına bıraktı.
Oturup kalmaktan vazgeçtiğine sevindi. Banyosunu temizleyip, mutfağını toparladı. “Bal dök yala” olmayacağını zaten biliyordu en başından, O’nun için önemli olan, elinden geldiğince kendini soğuktan, sıcaktan, ıslanmaktan saklayan evini temiz ve derli toplu tutmaktı. Kışlıklarını çıkarıp yazlıklarını hurçlara gömdü, mevsimi gelene kadar. Güz yağmurları pencere camlarından süzülmeye başlamıştı işte. Ömrünün bir sonbaharı daha zamanlıca konuğu olmuştu. Bundan sonrası, elinin ayağının, ısınmak istedikçe üşüyeceği zamanlardı işte.
Sobanın yakıldığı çocukluk yıllarındaki o, kalabalıklarla dolu günlerini aklından uzaklaştırdı. Kaybettiklerini özlemek yerine, onlara doğru gittiği düşüncesine inandırmıştı kendini. Zamanı gözünde geçmez kılan, insanın kendisidir diye düşündü. “Bırak özgürce akıp gitsin bir nehir gibi zaman. Elbet beni de sevdiklerime kavuşacağım ummana ulaştıracaktır, istese de istemese de” öğüdünde bulundu içinde kabaran özleme.
“Sardunyaları balkondan içeri almalıyım, havaların hali hal değil artık. Hafazanallah üşürlerse yazın gelişini birlikte bekleyeceğim kimsem kalmaz.”
“Bir evin içinde yalnız olmak neden insanları bu kadar korkutur ki?” dedi. İlle de birilerini özlemekle mi geçer hayat. Yapılacak bu kadar şey varken bir kâbus sonrası vazgeçmek mi gerekir hayattan, yahut yüzünü asıp kararan şu gün, ağlamaklı diye kendi huzurumu neden bozacakmışım. Bir “gün” ne kadar da kıymetli oysa, tıpkı şairin dediği gibi…
Biraz dışarı çıkıp hem yaşanan hayatlara şahitlik etmeye hem de akşam için taze bir ekmek almaya karar verdi.
Yakındaki parka kadar gitti üşenmeden, hızlı adımlarıyla. Küçük bebeklerini gezdirmeye çıkan anneler yoktu bugün. Bebekleriyle anlaşılmaz bir dilde anlaşabilmelerinin sırlarını düşündü. Taktıkları tasmalarla köpeklerini çekiştirenleri izlemekle yetindi. Köleliğin aczini anlamaya çalışırken, çekiştirildikleri halde sahiplerine nasıl sadakat duyulabildiklerine takıldı aklı.
Yeniden çiselemeye başlayan yağmurun önü sıra döndü ve kapısının önünde O dışarıdayken “olmasa da olur zil”ine baktı. Anahtarını çıkardı sağ cebinden, kilidin içinde döndürdü. Bambaşka bir hayata açılacak ve büyük bir sürprizle karşılayacakmış gibi yumdu gözlerini dilindeki besmeleyle. Terliğine, yeleğine, odasına, koltuğuna geri döndü, daha fazla özlemeden ve özletmeden kendini. O’na ait olanlara “ait” olduğunu düşündü.
Bir fincan taze kahve yaptı. Gramofona kör kuyularda merdivensiz kalanın hikâyesini okuyan o çok sevdiği yaşlı adamın plağını koydu. Duvarların sarı boyalarından harçlarına kadar doyurdu salonunu bu hicranlı sesle.
Yalnız bir kitabın sayfalarına döndü. Tüm yıldızlarını kaybetmiş bir güz gecesi sahip oldu, usul usul gök kubbeye. Bir iki lokma atıştırıp bıraktı gövdesini emektar çalışma masasının önüne. Hokkadan taze mürekkep çekti kaleminin gövdesine. Kokusundan aldığı keyifle, yazmaya başladı kaldığı yerden. “Mezar taşımla tanıştığım düş” diyerek, kötü bir kâbusu düşe çevirdi satırlarında.
YORUMLAR
yaşamaktan yüz çeviripte ölümle yaşam arasında olduğumuz anlar vardır.
bıkkınlıktır.tükeniştir.. vazgeçiştir..koyu bir yağmur sonrasının sağanakları ile grileşen dünyada aniden ortaya çıkan gök kuşağının renkleri ile neşelenir gibi öykü kahramanımız tükendiğini bittiğini hissettiğ anda yalnızlığına sarılmasını bilmiş..bir müziğin ritminde kör kuyularda merdivensiz kalanın hikayesinde kendinin o denli çaresiz olmadığını tüm ruhuyla hissetmiş..Kabusunu,korkularını sonuçta düş diyerek geçiştirebilmiş...
bu arada rakamlar beyni öylesine farklı bir alana çekerki,unutulur akılda olanlar odaklanılan alan rakamlarsa bunu da bir tavsiye kabul ediyorum..
sıcacık bir yazı belki herbirimizin eninde sonunda yaşayacağı yaşamak zorunda kalacağı..
dilerim hazırlıklı oluruz bir kaç havuz problemi atmak lazım kenara kim bilir oyalanacak şeylere ihtiyaç duyabiliriz... unutmak istediklerimize karşı kullanırız saygılarımla ellerinize yüreğinize sağlık..saygılar
asran
Nefis...
Fon müziği... Müziğin sırası, okunuş , harfler , kelimeler...
Her şey çok nizamlıydı....
Kutladım!
qizLi özNe tarafından 10/23/2010 8:34:22 PM zamanında düzenlenmiştir.
asran
Hayran kaldım anlatım dilinize. Aslında okurken bazı yerlerin altını çizmiştim kendimce fakat o kadar fazlalaştı ki çizik çizik oldu yazı. Yormayan, saran, yaşatan bir dil. Ve tertemiz...
Açık konuşmak gerekirse yazınıza girerken şiirleriniz kadar etkili olacağından emin değildim. Ve keyif alacağım bir isim bulduğuma sevindim.
Kutluyorum.
Girişteki sesler çok ürpertici ama, öykü on numara. Seslendirene de hakkını vermek lazım. Çok başarılı...Ama geç yayınlanmış bence. Keşke daha erken eklenseydi, daha çok kişi okurdu. En hakkaniyetli 10 puanlarımdan birini veriyorum helalinden...