- 4141 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
MÜEBBETLİK HAYATIM - I TAMAMI
1- GİRİŞ
’Hayatım roman ’ sözü, çoğumuzun iddiası olmuştur. Ben ,doğuştan iddialıydım. Daha sekiz yaşımdayken, bir şeyler karalamaya, hayatımı yazmaya kalkıştım. Tabii sadece karalama olarak kaldı hepsi. Acaba neler yazmıştım ? Ne yaşamıştım ki daha; sekiz yaşında bir çocuk yaşadıkları hakkında ne bilir ki ?
Sürekli dert yandım kaderimden. Kadersizliğime, şanssızlığıma, ezilmişliğime, harcanmışlığıma isyan ettim.
Büyüdükçe, okudukça, dinledikçe başka hayatlar da öğrendim. Başkalarının hayatı yanında, onların çektikleri yanında, benimkilerin hiçbir şey olduğunu öğrendim. Utandım kendimden.
Yargıladım kendimi ve idama mahkûm ettim. Hiç itiraz etmedi yüreğim , beynimin verdiği idam cezasına. Bir değil bir kaç defa asılmalıydım. Boynumu eğip cellâdımın önünde, bekledim yağlı ilmiğin koparıp atmasını başımı.
Çok sonraları, dostlarımdan melek olduklarını öğrendiğim, omuzlarımdaki manevî güçler, engel olmuşlar asılmama. Günahmış idam , dinen yasakmış. Müebbete çevirdiler cezamı.
Oysa ben, asılmayı tercih ederdim. Yaşadıkça hergün asılmaktansa, bir defada kopuverseydi başım da kurtulsaydım. Hatta üst üste bir kaç defa da olabilirdi.
İşte böyle başladı benim müebbettlik hayatım !
..............
Kocaeli-Gebze- Mollafenarî köyü . Çamurdan dökülen kerpiçlerin, tahtaların arasına örülerek inşa edilmiş, alt katları hayvan ahırı olan evlerle, çoğu taşlık arazisiyle, tarihî fakat yoksul köy. Kurtuluş savaşı günleri. Herkes gibi Yusuf dedem de dönmemek üzere gitmiş cepheye. On iki yılın sonunda, yaralı olarak dönmüş. Vatanın kurtulduğuna, canların kurtulduğuna şükür. Şehitlere rahmet, gazilere şifa..Devlet yoksul, millet yoksul. Tazminat, maaş sözlerinin ne olduğunu bilen bile yok. Böyle bir beklenti de yok.
Üç çocuğu olmuş dedemin , Mukaddes babaannemden. İki erkek, bir de kız. Halam en büyük, babam ortanca. Daha otuzuna varmadan, yenik düşmüş babaannem, yoksul hastalığı vereme ! Altı-sekiz-on yaşlarında üç çocuk annesiz.
Gelen üvey anne , zalim ! Yoksulluk bir yandan, üvey anne zulmü diğer taraftan. Babam onüç yaşında. Ablasına zulmeden üvey anneye tahammül edemeyip vuruyor. Sonrasında evden kovulup , başlıyor hayatının daha zor günlerine.
Çobanlık, garsonluk, bulaşıkçılık ve askerlik. Askerlik sonrası Tuzla-Tepeören köyünde, ağa yanında yanaşmalık.
Böyle bir adam ne yapar sizce ? Köyde tek yakını bile yok. Elin garibi. Ağanın yanaşması. Yaşı otuzu bulmuş. Ne yapacak ; ağanın kızına âşık olmuş !
Hey gidi Mustafa babacığım ! Ne işin var senin ağa kızıyla ?
2 - AL SANA AĞA KIZI !
Tepeören, Mollafenarî’ye oldukça yakında. Arada sadece Balçık köyü var. Bu iki köy, İstanbul ile Kocaeli arasında sınır oluyor.
Bu civar köylerin hepsi de birbirine benzerdi. Birbirlerini tanırlar, düğünlerde, bayramlarda ve cenazelerde bir araya gelirler, bazen ufak tefek köy kavgaları bile ederlerdi. Yoksulluk hepsinde vardı o zamanlar. Erkekler kasketli, eski de olsa pantolon ve ceketli ; kadınlar ise yeldirme adı verilen ince siyah, pardesüyü andıran örtülerinin üzerine siyah başörtüsü takarlardı. Kızların giyimlerinde tek fark, başörtülerinin beyaz ya da renkli ve işlemeli oluşuydu. Başlık parası ve akraba evliliği asla olmazdı buralarda.
Tepeören’in iki ağası vardı bilinen. Çete Aslan’ın oğlu Esat Aslan ve Kara Hüseyin ağa. Aslan’ın zenginliğinin nereden geldiği malûm elbet. Kara Hüseyin’in de piyango zengini olduğunu söylerdi babam ama bence define zenginiymiş o. Bu köyler çok eski ve tarihî olduklarından - Mollafenarî’de Ermeni mezarlığı da var - define bulanlar epeyce olmuştu.
Hatta dedemle kardeşi Mollafenarî- Denizli arasında bir define tesbit edip kazmışlar. Taş sesi gelmeye başladığında, defineye yaklaştıklarını anlayınca ikisi de kurnazlığa kaçıp, birbirini aldatmaya çalışıp ayrılmışlar oradan. Ertesi gün dedemden daha erken gelen kardeşi bulup çıkarmış altınları. Şimdi Mollafenarî’nin en zenginleri onlar. Babamdan dinlemiştim.
Köyün Muhtarı Hasan ağa , aynı zamanda da öğretmenmiş. Onun sadece gönlü zenginmiş herhalde. Yoksa öldüğünde anneme iyi bir miras bırakırdı....
O günlerde felç olmuş adam ve daha sonra da ölmüş. Fevziye annem, iki kızı ve bir oğluyla dul kalmış.
Babamın ağası Kara Hüseyin’miş. Peynirhanesinde peynir tenekelerinin lehim işi onunmuş. Tabii bu arada ağanın onsekizinde kızı Sadriye’yi sık sık görebiliyormuş. Okuma yazması yok, kitap okumamış, film seyretmemiş, radyo bile pek dinlememiş bu adam, hiç düşünmemiş bile ; insanların dengi ne demek ! Ağa kızını basbayağı yakıştırmış ta kendine, onunla ilgili hayâller bile kurmuş. Hiç çekinmemiş gördüğünde gözlerine gözlerine bakmaktan. Hatta lâf bile atarmış.
Bir erkek kardeşi varmış Sadriye’nin. Adı Tahsin. Yedi-sekiz yaşlarında. Onunla da çok ilgilenirmiş babam. Oyunlar oynarlarmış birlikte. Bir gün takılmış yine ona :
- Tahsin ! Ablanı bana vercen mi ?
- Vermem, vermem ?
- Tahsin ablanı bana vercen mi ?
- Olmaz dedik ya !
Bu arada değişik bir ses karışmış oyuna :
- Ne diyon lan sen ? Hangi ablasını istiyon ?
Gelen ağadır. Şimdi dizleri titremekteymiş babamın. Fakat, bizim sülâlede zekâ olayı pek fena değildir doğrusu :
- Fevziye ablanı diyom ağam !
Ağa da pek yutacak adam değil tabii. Ama aklına gelen cinlik yüzünden, yutmuş görünmüş.
- Fevziye ablası he, Fevziye ablası , diye mırıldanarak uzaklaşmış oradan. Giderkenki bakışları , anlamsız bir mutluluk vermiş babama. Daha doğrusu şaşkınlık..
Fevziye annemle konuşmuş ağa. Köy yerinde üç çocuklu dul yaşamanın zorluğunu anlatmış. Babamın çalışkan, namuslu bir adam olduğunu söylemiş.
Sonunda ağa kızı onsekizlik Sadriye’ye âşık olan otuzluk delikanlı babam, üç çocuğuyla dul kalmış, muhtar-öğretmen karısı anneme , imam nikâhlı iç güveysi olmuş.. O zamanlar medenî kanuna göre, eşi ölen kadın altı ay geçmeden resmi nikâhla evlenemezmiş.
3- ANAMA İNAT ,GELDİM DÜNYAYA !
Babamın iç güveysi geldiği anneme ait ev, köyün tam orta yerinde. Bitişik nizam ve alt katlar hayvan ahırı. Diğerleri gibi ; topraktan dökülen kerpiçlerin, tahta aralarına örülmesiyle inşa edilmiş. O kerpiçlerin döküldüğü gölü de görmüştüm ben. Köyün hemen yakınındaydı.
Bir türlü hatırlayamıyorum ve kimselere de soramıyorum ; bizim de hayvanlarımız varmıydı bu ahırda ? Kedimiz, köpeğimiz, tavuklarımız var mıydı ?
Bitişiğimizde eşeği ile tanınan, kambur Bayram dedeler oturuyordu. Annem yıllar sonra bu evi, o Bayram dedenin oğlu Yaşar amcaya satacaktı.
İki kızı bir de oğlu var annemin. Feridun ağbim beş yaşında, Nermin abla sekiz, Necla ablam on yaşlarında. Annem bir Arnavut kızı. En çok pırasayı sevdiklerini duymuşsunuzdur Arnavutların. Bana pek bulaşmamış pırasa sevgisi. Fakat asıl inatlarıyla meşhurdur Arnavutlar.Ve bu inatçılık,- Arnavut olmamasına rağmen- babam dahil ,hepimizde belirgin bir şekilde vardır.
İlk kocası muhtar- öğretmen olan annem, doğru dürüst tanımadığı, sevmediği, cahil, oldukça kaba bu adamla nasıl geçinecek ?
Ağa büyük bir ihtimalle, kızından uzak kalması için olacak, babamı köyün sığırtmaçı yapmış bu arada. Köylünün bütün sığırlarını her gün toplayarak otlağa götüren babam, hasat zamanı, emeğinin karşılığı olan buğdayları toplayacak.
O zamanlar traktör, ağalardan başkasının kapısında yok. Fakat insanlar saban, pulluk kullanarak da olsa, bir miktar ekiyorlar tarlalarını.Arpa, buğday, çavdar ve mısır. Orakla, tırpanla biçiyor, altlarında kesici taşlar bulunan, öküz-manda ya da atların çektiği dövenlerde saplarını tanelerinden ayırıyorlardı. Bu dövenlere binmek de biz çocuklar için çok zevkli oluyordu.
Köy içinde fırınlar vardı. Köylü sıra ile ortaklaşa kullandığı bu fırınlarda, günlerce bayatlamayan köy ekmeği, poğaça ve börekler yapardı.
...............
Özellikle ablamlar, ilk günlerden itibaren babama tepki göstermişler. Asla baba olarak kabullenmemişler onu. Annem anlayışlı olmaya, idare etmeye çalışmış. Ne de olsa, üç çocuklu dul haliyle nikâhına almış onu babam ve geçimini sağlamaya çalışmış.
Babamı tanıyanlar; onun öfkeli, sert bir adam olsa da, aslında evcimen olduğunu, evine sürekli bir şeyler taşımaya meraklı olduğunu söylerler.
Çok kısa süre sonra, sanırım aynı yıl içinde ; ağanın kızı bizim evin hemen karşısına gelin gelmiş. Arada sadece toprak bir yol var. Mesafe elli metreden az. Ağanın kızına babamın ilgisini herkes biliyor. Babamın da zaten gizlisi saklısı yok. Huzurları iyice kaçmaya başlıyor. Evde ilk tartışmalar, kavgalar iş başı yapmış bile.
Bu arada hayat devam ediyor tabii. Ablalarım, beş sınıfa bir öğretmenin eğitim verdiği, köy okuluna gidiyorlar. Ağbim daha küçük. Annem , babamdan hamile kalıyor.
Kimselere sormadım ; isteyerek mi doğurdu ablamı , düşürmek için uğraştı mı diye. Bir şekilde dünyaya getirmiş işte Mukaddes ablamı. Önceleri ablalarım da sevmişler onu. Küçücük, günahsız ve üstelik dünyalar güzeli bir kız bebek ! Nasıl sevilmez ?
Bir süre sonra kıskanılmaya başlanmış Mukaddes bebek. Babam en çok ona ilgi gösterirmiş, ötekilere kötü davranırmış. Huzursuzluk, babamı istenmeyen adam yapmış günden güne. Fakat hayat devam ediyor, Mukaddes bebek büyüyormuş.
Henüz iki yıl bile geçmeden, bir kez daha hamile kalıyor annem. Bu defa da ben, ben dünyaya geleceğim diye tutturmuşum. En akılsız mı yoksa en talihsiz miyim, ne dersiniz ? Yıkılması an meselesi olan, ince bir ipliğe bağlı yuvaya bebek olarak gelmeye kalkıyorum.
Acelen ne vatandaş ? Dünyaya başka dolmuş mu yok ? İlle de bu uzun yolculuğu, yolda kalması kesinleşmiş, taka-tuka bir araçla ve ayakta, balık istifi yapmak zorunda mısın ?
Maalesef hep aceleci olmuşumdur. Hayatımı anlatmaya çalıştığım bu satırları yazarken de ne kadar aceleci olduğumun farkındasınızdır herhalde !
Resti çekiyor annem kaderine ! Doğurmamaya kararlıdır beni. Ne yapıp edip düşürecek !
Günahına girmeyeyim annemin. Duyduğum kadarıyla bir kaç yol denemiş ; başaramamış. O Arnavut ya ; bana da bulaştırdığını ve benim daha baskın çıkıp, ille de doğmak isteyeceğimi
hesaba katmamış.
İnadına gelmişim ; doğduğum günden beri, bulabileceğim ilk taka-tuka dolmuşla, ayakta ve hatta balık istifi bir yolculukla bile olsa terk etmeyi düşündüğüm, asla kök salmamın mümkün olmadığı, beni kabullenmesi söz konusu bile olmayan, aslında değerini bilenler ve şanslı doğanlar için, güzelim bir cennet olan, sizin dünyanıza !
4 - BABAMA ,SAPIK DAMGASI ,DAYAK VE SEPET HAVASI
Harman sonuymuş doğduğum mevsim, ay ve gün. Annem-babam imam nikâhlı olduklarından kimliklerimiz zamanında çıkarılamamış. Yıllar sonra çıkan bir af kanunu sayesinde gayrî meşruluğumuz affedilmiş. Kafadan gün, ay ve yıl verilerek alınmış kimliklerimiz. Bir Ocak olarak kutlarımız doğum günlerimizi ablam ve ben. Tüm dünyanın yılbaşı olarak kutladığı gün. Aslında ne kadar güzel. Annesiz birine tüm annelerin sahip çıkması gibi güzel bir şey bence.
Ablama veremden ölen Mukaddes annesinin adını vermişti ya babam, bana da çok sevdiği Halil dayısının ismini vermek istemiş. Annem her nedense hiç karışmamış. Ablamlar girmiş devreye : ’ Fikret koymazsan bakmayız ! ’ demişler. Çok da ısrar etmişiler ve babam da pes edip kabullenmiş.
Annemin beni emzirmediğini duydum ama inanmıyorum. Doğru olsa bile sebebi vardır deyip anlayışla karşılıyorum. Yoksulluktan, hastalıktan da sütü olmayabilir insanın. Sadece ’ Çiğ süt emmemiş bir insan oğluyum ben !’ diyorum. Bunda da bir hayır arıyorum üstelik.
Sevilmişim herhalde ben de bebekliğimde. Ne günahım var ki benim ; neden sevmesinler ?
............................
İmam nikâhlı evliliklerinin dördüncü yılı kavgalar, gürültüler, bizim bebekliğimizle gelmiş çatmış. Babam sığırtmaçlığa devam etmekte. Mevsim yaz. Okullar tatil. İki ablamı yanında yardım etmeleri için otlağa götürüyor babam. Onlar da istemeye istemeye de olsa gidiyorlar. Ama yapacaklarını da yapıyorlar babama.
Sürüden uzaklaştığını gördüğü bir hayvanı çevirmelerini istiyor babam ablamlardan. Hemen Arnavut damarları devreye giriyor. Omuz silkiyorlar ikisi birden. Israr ediyor babam. Onların inatları, babamın ısrarı devam ettikçe, öfke de artıyor.Çok sert bir tokat patlatıyor babam, büyük ablama. Eli biraz fazla ağırdı rahmetlinin. ’ Eli ağır olan, dul kadın alır ’ derlerdi bizim oralarda..
İki ablam ağlaya ağlaya köyün yolunu tutuyorlar. Büyük ablamın ağzı burnu kanlı. Annem onları gördüğünde paniğe kapılıyor.
Sığırları köye getirdiğinde, hayatının en kötü günü bekliyor babamı. Ondört yaşındaki , babamdan dayak yiyen ablamın isteklisi ve köylüler sapıklıkla itham edip dövüyorlar babamı. Üvey kızına saldıran sapık, damgası yiyor babam ! ’ Yemin ederim, öyle bir şey yapmadım. Alın şu parayı, doktora götürün, muayene ettirin isterseniz ! ’ diye yalvarıyor ama dinleyen kim ?
Kötü bir damga ve hayvanca bir dayağın sonunda, paltosu eline verilerek kovuluyor ekmeğini kazanmak için geldiği Tepeören köyünden ve üç çocuklu dul anneme imam nikâhlı iç güveysi geldiği, iki de çocuk sahip olduğu kerpiç evden.....
5 - BABAMIN YOLU KURTKÖY’E DÜŞTÜ.
Hangisi daha zor ve daha acıdır ; çocukken annesini kaybetmiş olması mı, on üç yaşında evden kovulup, hayatın acımasız kollarında yalnız bırakılmış olması mı, yoksa o gün yaşadıkları mı ? Üvey kızına saldıran bir sapık damgası yemek nasıl bir şeydir ? O damga ile nasıl yaşanır ?
Bir de benim tarafımdan bakın olaya. Tabii, bir de Mukaddes ablamın . Ben yıllarca birlikte yaşadım babamla. Hatta ölünceye kadar. Ve kırk yaşıma kadar öğrenemedim masum olduğunu ! Hep şüphe ettim ondan ! Ben bir sapığın oğlu muydum ? Yaşadığım köyde beni böyle mi bildiler ?
.............
Elinde sığırtmaçlıktan kalma alışkanlığı olan sopası vardı, köyden uzaklaşırken. Mevsim sonbahardı. Kalın kumaştan yapılı, eski lâcivert paltosu elindeydi. Yamalı bir pantolon vardı ayağında. Yamalarını annem yapmıştı. Ayağında, o günlerde çoğunluğun giydiği, deriden yapma çarıklar..Belki de sadece ağalar giyerdi iskarpin ayakkabı o günlerde. Kadınlar da siyah lâstik giyiyor, bol şalvarlarının altına. Renkli, çiçekli şalvar, lâstik ayakkabı, yakalı siyah yeldirme ; lüksüydü aslında o günlerin.
Geriye taralı gür kumral saçları, inadına dikelmişti o gün ; rüzgâra ve kalleş kaderine karşı. Bir tek zeytin yeşili gözleri dayanamamıştı uğradığı haksızlığa. Sicim gibiydi dökülen göz yaşları. Yürüyerek iniyordu Tepeören’den diklemesine aşağıya.
Tepeören, Kartal-Yakacık’ta bulunan, Aydos dağına yakın bir yüksekliğe sahiptir. Aydos’a ne zaman kar yağsa, buraya da yağar. En yakında Orhanlı köyü vardı. Orhanlı’dan sola doğru gidildiğinde Aydınlı köyü, sağa devam edildiğinde ise Kurtköy.
Kimbilir nasıl seçti hangi yöne gideceğini ? Nasıl karar verdi Kurtköy’e gitmeye ?
Orhanlı-Kurtköy arasında, şimdi ; Sabiha Gökçen havaalanı var. O günlerde bomboş arazi idi. Tarla ve bahçeler vardı sadece.
Kurtköy ; elli-altmış hanelik, etrafı ekili tarlalarla ve ağaç ormanlarla çevrili - bu günkü Sultanbeyli-Kurtköy arası tamamen ağaçlık koru idi - suyu Aydos dağından gelen, köy içinde buluınan beş-altı çeşmeden gürül gürül akan, havasıyla suyuyla çevrede tanınan, beğenilen çok güzel bir köydü.
Üç tane kahve var o günlerde Kurtköy’de. Üçünün de bir tarafları ahır, diğer tarafları bakkal dükkanı. Ahırlar civar köylerden gelen misafirlerin hayvanları için. Genellikle odun kömürü getirirmiş köylüler at-öküz ya da manda arabalarıyla. Pendik-Kartal-Kadıköy tarafına satmaya götürürlerken burada mola verir, çoğu zaman da geceyi bu kahvelerde yatarak geçirirlermiş.
Kahve-bakkal-ahırlardan biri Konyalı lâkaplı İsmail Özdemir’e, biri Küçük İbram lâkaplı İbrahim Yörük’e, diğeri de babadan oğula muhtar olan Sarı lâkaplı Remzi Başaran’a ait.
Bunlardan en yaşlısı Konyalı, en genci Remzi Başaran. En farklısı da Remzi Başaran. Hem Muhtar, hem bakkal hem de berber. Kendi kahvesinin bir köşesinde kurulu tezgâhta traş ediyor insanları. Kısa boylu, kıvırcık saçlı, güleç yüzlü. Çalışkan ve sevilen biri.
Yine kader mi yoksa kadersizlik mi demek gerekir, bilemiyorum ! Bunların içinde en sevilmeyeni olan Küçük İbrahim’ın kahvesine düşüyor babamın yolu. Minibüsçü oğlu ile birlikte, neredeyse adı eşkiyaya çıkmış, köyün en sevilmeyen insanları..
Babam bu adamın kahvesini kiralıyor ve aynı zamanda yıllarca ev olarak da kullanacağı bu kahvede hayatının yeni ve en uzun perdesini oynama başlıyor...
6 - SELÂM ŞEHİR, BİZ GELDİK !
Ben bir buçuk yaşında ancak varmışım , ablam da üç yaşında ; annem- babam ayrıldığında, daha doğrusu, babam evden kovulduğunda..
Yedi yaşıma gelinceye kadar Tepeören’de olduğumuzu biliyorum. Çok yoksulluk çektiğimiz de geliyor gözlerimin önüne. Ağa kızı Sadriye ablanın çocuklarıyla arkadaş olduğumuz da aklımda. İki kızı, iki de oğlu olmuştu. Özellikle kızları ablamlarla iyi arkadaştılar.
Köylü kadınların bir kısmı Esat Aslan’ın bahçesinde yevmiye ile çalışıyor, bazıları da Pendik civarına süt, yoğurt ve yumurta satmaya gidiyorlardı. Herhalde Kara Hüseyin ağanın yanında çalışanlar da vardı. Annemin, Esat Aslan’ın bahçesinde yevmiye ile çalıştığını hatırlıyorum. Hatta o bahçenin içindeki kocaman havuz bile gözlerimin önünde. Bir çift at, havuzun etrafında dönerek, takılı oldukları düzenek sayesinde havuzdan su çekiyorlar ve bu su ile bahçe sulanıyordu.
Ufak da olsa kendi bahçemizin olduğunu da hatırlıyorum. Bir gün Nermin ablamın kurbağa yutan bir yılanı görüp feryat ettiği ve kaçmayıp, çapa ile yılanı kovalayarak, kurbağayı kurtarmaya çalıştığı da hatırımda. Ağbim galiba Pendik’e ortaokula gitmeye başlamıştı. Bir akşam sofrada, cebindeki şişliğin sebebini soran anneme, cebinden çıkarttığı küçük plâstik topu bana aldığını söyleyip, kötü bir dayak yediğini de unutamıyor, hatırladığımda üzülüyorum.
Elektriğin ve şebeke suyunun olmadığı köyde, ulaşım aracı olarak kasalı kamyonlar kullanılıyordu. Ağbim okula, kadınlar da yoğurt satmaya bu kamyonlarla gidiyorlardı. O da sabah ve akşam sadece.
Köyün ortasındaki, Hüseyin ağanın damadına ait kahvenin bahçesinde İmam Hasan amca berberlik yapardı. Babam ona tembihlemişti, benim istediğimde traş olmam için. Ben de bedava traş diye, her aklıma geldiğinde giderdim İmam Hasan amcaya. İmam lâkabı babasından geliyormuş. Babası gerçekten imammış onun. Onu da hatırladım ; İmam Ali amca..
Annemin bir de üvey kardeşi Mustafa dayı vardı köyde. Arnavut Mustafa derlerdi ona. Yaşlı, göbekli ve sevecen biri idi. Çoğu zaman kahvede olurdu. Onu her gördüğümde hemen yanına koşar elini öperdim. O da hemen hemen her defasında, elini cebine atıp, bana harçlık verirdi. Koşardım kahvenin bitişiğindeki bakkala. Kahve de bakkal da, Hüseyin ağanın damadına aitti. Mustafa dayımın oğlu Musa ağbim vardı. Beni öz ağbim gibi sever ve kollardı. Bir Ramazan günü, ben altı yaşındayım ve inatla oruca niyetleniyorum. Köyün ikinci bakkalı Muharrem amcanın dükkanı önünde Musa ağbim yediği bisküilerden bana da ikram ediyor. Ben orucumu unutup yiyorum bisküidi. Aklıma geldiğinde kıyameti koparıp ağlayarak gidiyorum eve. Annem zor ikana etmişti beni orucumun bozulmadığına.
Büyük ablam köydeki isteklisiyle evlenmiş. Nermin ablam Kartal Soğanlık’a gelin gitmiş. Hiç biriyle ilgili en ufak bir anım yok ; neden ? Kimselere soramadım ve de çözemedim de ! Büyük ablam daha sonra kocasıyla beraber emekli oluncaya kadar çalışacağı Almanya’ya gitmiş. Ne zaman hangi yılda gittiğini bilmiyorum.
Mukaddes ablam okula başladığında, ben de tutturdum okula gideceğim diye. Tek öğretmen olan Hüsnü bey anlayış gösterip razı oldu kayıtsız da olsa okula gitmeme. O günlerde okumaya merak sardığımı, hatta çok kişiden önce okumayı söktüğümü hatırlıyorum.
Doğrusunu isterseniz, annem ya da ağbim ve ablalarım tarafından sevilen bir çocuktum . Horlandığımı, dayak yediğimi hiç hatırlamıyorum.
Okula kayıtlı gitmeye başladığım senenin, eğitim yılının yarısıydı. Sebebini bilmediğim bir şekilde Pendik’e taşındık. Annem, Feridun ağbim, Mukaddes ablam ve ben.. Pendik Dörtyol’un alt tarafında bir gecekondu. Hacı Mehmet Ali amcaya ait.
En yakın okul Süreyya Paşa ilkokulu. Bana sınıf bulmakta zorlanıyor okul idaresi. Bütün sınıflar doluymuş. Annem ısrarla benim çok akıllı olduğumu, mutlaka biraz görmelerini istiyor. Uzatılan alfabeyi çatır çatır okuduğumu gören öğretmenler, bu defa paylaşamıyorlar beni. Sarışın, orta boylu, kırk yaşlarında Saadet öğretmenin sınıfına alınıyorum.
Orta sıralardan birine oturtuldum. Yanımda çok yaramaz bir erkek öğrenci. İkide bir çimiriyor, dürtüklüyor beni. Öğretmen de beni azarlıyor. Derdimi anlatamıyorum.
Başarısız, zorla sınıf geçtiğim bir eğitim yılı geçirdim. Ablam benden daha başarılı. Demek ki o benden şanslıydı. Aklıma gelmişken söyleyeyim , ablam aklımız ermeye başladığı günlerde, beni fena halde kıskanmaya başlamıştı. Ben küçük olduğum için, sevildiğimi kıskanırdı.
Annem Pendik’te ne iş yaptı hatırlamıyorum. Herhalde temizliğe falan gitmiştir. Ağbimin okul saatleri dışında ve tatilde bir manav dükkanında çalıştığını biliyorum.
Tatil olunca sıra bana gelmişti. Pendik’te o zamanlar pazar günleri pazar kurulurdu. Şimdiki çarşı camiinin sadece temel betonu atılmıştı. Avluda bir çeşme vardı. Çocuklar suyunun Yakacık’tan geldiği söylenen bu çeşmeden plastik sürahilerine doldurdukları suları, yine plastik bardaklarla pazarda satarlardı.
İşte ben de sucu olmuştum Pendik pazarında.
- Buz gibi Yakacık suyundan içen ! Bardağı beş kuruş..diye bağırıp dolaşırdım pazarın içinde. Becerebiliyordum, sevmiştim işimi.
Henüz yedi yaşındaydım ve su satarak iki buçuk üç lira para kazanıp anneme veriyordum. Seviniyor ve beni seviyordu. Büyük mutluluktu bu benim için.
Tabii bundan bir de hoşlanmayan vardı ; Mukaddes ablam. Her fırsatta, şişle delerdi su sattığım plastik sürahimi. Annem de aynı şişi ısıtıp tamir etmeye çalışırdı...
7 - BİR KERECİK ÖPSEYDİN BENİ ANNE !
Pazar günleri su satarak geçirdiğim o yaz günlerinde, ablamla birlikte Pendik sahilinde denize girdiğimiz günleri de hatırlıyorum. O günlerde deniz kirli mi değildi yoksa biz bunun farkında olmadığımız için mi rahatça denize giriyorduk ; işte bunu bilmiyorum.
Okullar açılmış ve ben ikinci sınıfa başlamıştım. Ablam da dördüncü sınıftaydı.
Sanırım daha ilk aylardaydık. Okuldan döndüğümüz bir Cumartesi günü ( o zamanlarda Cumartesi günleri de okula giderdik) evimizin önünde bir kamyon gördük. Lâkabı Nalbant olduğu halde benim kömürcü olarak bildiğim Ahmet amcanın kamyonuydu bu. Şu bizim köylülerin de ulaşım aracı olarak kullandıkları iki kamyondan biri.
Üstümün değiştirildiğini dahi hatırlamıyorum. Annemin elinde bir pazar çantasını Ahmet amcaya verdiği geliyor aklıma. Daha sonra ne olduğunu, neden olduğunu bile anlayamadan kamyona bindirdi beni annem. Kamyon hareket ettiğinde Mukaddes ablamın bağıra bağıra ağladığını hatırlıyorum. Hatta kendini yerlere atmıştı ağlamaktan. Tabii bu ağlamasının nedeni, çocukça bir kıskançlıktı. Kamyonla gezmeye gidilirdi ve benim bindiğim kamyona o bindirilmemişti.
....................
Canım anneciğim ,
O günlerde anlayamamış olsam bile, bu gün anlayıp sana hak verebiliyorum. Hayat şartları seni mecbur etmişti demek, benden ayrılmaya. Yıllarca bize kötülediğin,korkmamıza sebep
olduğun babamın yanına bile göndermeye mecbur kalmanı,bir şekilde anlayabiliyorum.
Bir şeye kırgınım anne ! İçimdeki en büyük yara, ömrümce kanayan bir tek yara var anne !
Bir öpücük konduramazmıydın ayrılırken ? Sarılamazmıydın son kez ? Ayrılıyorduk biz anne ! Üstelik benim haberim yoktu bu ayrılıktan. Haberim olsaydı eğer, ben sana sarılırdım, defalarca öperdim gül yanaklarından anne ! Ne olurdu son kez sarılsaydın bana, bir kerecik öpseydin beni anne !
.....................
Kurtköy’ün tam ortasındaydı kahveler. Yolun hemen sağında, babamın işlettiği Küçük İbrahim’in kahvesi, az ileride solda Konyalı’nın, sağda az içeride de Remzi Başaran’ınkiler.
Yolun üzerinde durdurdu Ahmet amca kamyonu. Önce kendisi indi. Sonra da benim tarafımdaki kapıyı açıp ,
- Hadi bakalım geldik, deyip elimden tuttu ve beni de indirdi. Bir elimde okul çantası, diğer elimde giysilerimin bulunduğunu tahmin ettiğim pazar çantası. Şaşkınlık içindeydim. Neler olduğunu henüz anlayamamıştım.
- İncirliiiii ! Bak sana kimi getirdim ! diye kahveye doğru seslendi Ahmet amca. Babam bu lâkabı Tepeören’deyken bir kilo incirine güreş tutup kazandığı için almıştı. Onu köyden tanıyan biri, lâkabını da buraya kadar taşımıştı.
Az sonra bana doğru gelen adam , babamdı. Onu bir kaç defa da Pendik’te görmüştüm. Annemin bize kötülediği bu adamdan her gördüğümde kaçmak istemiştim. O ise, bana yalvararak cebindeki tüm bozuk paraları vermişti.
Şimdi kollarını açmış bana doğru geliyordu babam. Sevinmişti beni gördüğüne. Sarılmak, öpmek istiyordu. Bense korkuyor, hatta ağlıyordum. Kötülemişti çünkü annem ; korkutmuştu bizi ondan. Kollarına alıp sımsıkı sardı, doyasıya defalarca öptü
yanaklarımdan. Ben korkudan ağlarken o,hüzünlü bir sevinçten, mutluluktan ağlıyordu...
8 -KURTKÖY’ÜN SEFİLLERİYDİK.
Bir tarafı asfalt ana yol, diğer tarafı toprak, köy içine giden tali yol . Yeri ve dış görünüşü ile çok güzeldi kahvemiz. Ana yol tarafında, inceden, uzun bir kaç kavak ağacı vardı. Bu tarafta bakkal dükkânı bulunuyordu İbrahim ağanın. İşte tam da o duvardaki yazı, o yaşta bile dikkatimi çekti : ’ Buraya işeyen eşektir !’ yazıyordu o duvarda.
Kahvenin etrafı pek de alçak sayılamayacak bir duvarla çevrili idi. Bakkal ile kahvenin arasındaki duvar daha da yüksekti. Arada bir geçit vardı elbet. Bakkalın bahçesinde büyükçe bir ıhlamur ağacı. Kahvenin yan tarafta kocaman da bir bahçesi vardı. Orta yerinde, daha sonra altıyüz yıllık olduğunu öğreneceğim kara bir çınar ağacı. Köy içine giden yol boyunca uzanan bir çiçeklik. Çiçeklikte zambaklar, güller, kasımpatları ve sardunyalar ekili. Köşede yine bir çınar ağacı. O da epeyce yaşlı ama kara değil. Akasya ağaçları ve bir ıhlamur ağacı daha. Çınar ağacının tam da yanında bir de su kuyusu var.
Yazın insanlar bu bahçede oturup çay , kahve, gazoz içmekten zevk alıyorlar. Duvar sadece kahvenin tam ön tarafında ve bakkal ile arasında. Bahçenin etrafı açık. Su kuyusu yazları sepetle salınan gazozları soğutmak için kullanılıyor.
İçerisi hiç de bahçe gibi iç açıcı değil. Tersine oldukça iç karartıcı. Kış tam başlamamış, sobalar kurulmamış olmasına karşın, içeride sigara dumanından göz gözü görmüyor. Tek katlı ahşap tavanlı bu yerin, tavanı öylesine kararmış ki, rengi mi böyle ya da pislik ve sigara dumanından mı belli değil. Eski tahta sandalyeler var, mozaikten dökülmüş tablaların, ağaç ayaklarla tutturulduğu masaların etrafında. Duvarların kenarında, geniş tahtalara ayaklar çakılarak yapılmış, adına peyke denilen uzun oturaklar. Kapıdan girildiğinde sağ köşede görünen, derme çarpma bir camekanla çevrili ocaklık. Tavanda iki adet gazlı,fitilli, pompalı lüks lâmbası.
Ocaklıkta bakır güğümün altında kömür eteşi var. Güğümün üzerindeki çaydanlıkların görüntüsü çok kötü. Bulaşıkların yıkanmasında kullanılan musluklu su küpü ve onun lavabosunun görüntüsü de berbat. Çay bardakları ve tabakları, kaşıklar hiç de temiz değil. Alt kısmında bugün mutfak dolabı olarak kullandığımız yerlede, siyah ( biraz da fazla siyah ), kirli örtüler var. Bu örtülerden birini açtığınızda, içme suyu için kullanılan, toprağa gömülü su küpü var. Bu şekilde su soğuk oluyor.
Ocaklığın sol tarafındaki duvara çakılmış tahtadan bir düzenek üzerine oturtulmuş, kırmızı bir radyo. Radyo kadar büyüklüğü olan bataryası da yanında. Telden bir anten yapılmış ve bu telin bir ucu su küpünün yanına gömülmüş. Arada su döküyoruz bu telin ucuna, radyo daha iyi çeksin diye !
Alaturka harici müzik ve ajansların dışında bir şey başladığında, anında kapatılıyor radyomuz.
.............
Önlüğümü çıkartıp, duvardaki boydan boya uzanan, çivilerden yapılmış askılardan birine astı babam. Yakamı da onun üzerine iliştirdi. Çantalarımı da köşedeki bir peykenin üzerine yerleştirdi. Ocaklığın hemen yanındaki masanın etrafındaki bir sandalyeye oturttu beni. Kendimi kurbanlık bir koyun gibi, teslimiyetçi buluyordum. Ne denirse onu yapıyor, nereye götürlürsem oraya gidiyordum. Yüzümde aşırı bir şaşkınlık, durgunluk hâkimdi.
Kahvenin içinden bir kapı vardı, bakkala geçilebilen. Babam oradan bakkala gitti. Herkesin gözü bendeydi.
- Hoş geldin delikanlı !
-Hoş geldin aslan parçası !
-Hoş geldin ufaklık !
-Hoş geldin Küçük İncirli ! İşte bu söz beni incitti. Hem de yıllarca. Babamın zamanında güreşerek kazandığı bu lâkap, burada bana da yapışmış ve hiç de hoşuma gitmemişti.
Gür, kumral saçları vardı babamın. Kahvede kasket giymezdi. Kısa boylu, zayıf, sert bakışlıydı. Bazılarıyla şakalaşır, bazılarıyla da tartışırdı müşterilerin. Küfür onun da ağzından eksik olmazdı. Köylü sigarası ağzından hiç düşmezdi. O zamanların meşhur muhtar çakmağından onun da vardı.
Yaşlılar olduğu gibi gençler de vardı kahvede. Yaşlılar sarı taşlarla domino ve tavla oynuyorlardı daha çok . Gençler ise genelde kâğıt oyunu. Taşla oynanan okey, o günlerde yoktu. Hemen hepsinin ağzında sigara vardı. Bağırarak , hatta birbirlrine küfür ederek oynuyorlardı. Ben onlara çok kızıyordum.
Elinde ekmek ve kâğıda sarılı kavurma ile geldi babam. Bir gazete yaydı önce masanın üzerine. Sonra ekmeği böldü eliyle. Kavurmayı da dilimledi çakısıyla. Bir de açık ve ılık, üç şekerli çay getirdi bana.
- Hadi bakalım ! Ye yavrum. Doyur karnını.
Karnım açtı. Yemeye çalıştım. Fakat pek fazla yiyemedim. Günün şoku vardı üzerimde. Aslında hayatımın şoku. Bitiremedim önümdekileri. Lavaboyu gösterdi babam. Bulaşıkların yıkandığı, musluklu küpte yıkadım elimi ağzımı. Havlu çok kirliydi yine. Çaresiz kullandım.
Daha o gün başladım kahvede babama yardım etmeye. Masalardan boş bardakları topladım önceleri. İsteyenlere su verdim. Bakkala gidip sigara kibrit aldım müşterilere. Oyun olarak bildim, sevdim ben bu işi de. Sürekli ’ aferin ’ alıyordum , hem babamdan, hem de müşterilerden.
Akşam olmuş hava kararmaya başlamıştı. Babam tavana asılı lükslerden birini sandalyeye çıkıp indirdi önce. İspirto dolu şişeyi çıkarttı ocaklıktan. Lüksün fitilinin altındaki küçük yere bir miktar döküp, çakmağıyla ateşledi. Sonra da pompasını eliyle ileriye geriye basmaya başladı. Fitil tam alev almıştı ki, birden kopuverdi. Birinci küfürü salladı babam.
Ocaklıkta yedekte bulundurduğu yeni bir fitil taktı bu defa. Yeni olduğu için, fitili de ispirto ile ısladı. Tekrar ateşledi muhtar çakmağını. Pompayı bastı ve bu defa lüks aydınlatmaya başladı.Tekrar sandalyeye basıp, tavandaki yerine astı lüksü. İkincisini hava daha çok kararınca ve daha çok müşteri gelince yakacaktı.
Akşam oldukça geldi insanlar. Gelir gelmez çay , kahve içmeye, sigaralarını tüttürmeye başladılar. Yaşlılar bazen de Türk kahvesi içiyorlardı. Başka türlü kahve de yoktu zaten. Sigara dumanı öylesine arttı ki, bir ara göz gözü görmez oldu. Kapının üzerindeki camı açtı babam.
Ben garsonluğa devam ettim bütün gece. Yorulmuştum artık.
- İncirliii! Uykusu gelmiş lan bu çocuğun ! diye seslendi Hamza dayı. Hamza dayı ellili yaşlarda, tek bacaklı,koltuk değnekleriyle yürüyen, beni ilk günden itibaren çok seven, benimle oyunlar oynayan, sevecen bir adamdı. Zayıf, kısa boyluydu.
Babam yanıma geldi. Kolumdan tutup dışarıya çıkardı.
- Çişin var mı ? diye sordu. Daha sonra bakkalın duvarını gösterip ;
- Küçük çişini buraya tutturuverisin, dedi. Köy tuvaleti yolun öbür tarafındaydı. Orayı da işaret ederek, büyüğüm geldiğinde oraya gitmem gerektiğini anlattı. Kendi kendime gidebileceğimi söyleyip yürüdüm tuvalete doğru. Aslında karanlıktı. Korkmam gerekirdi. Fakat içinde bulunduğum ruh halinden olsa gerek, hiç korkmadım. Karanlıkta ve ilk defa gittiğim o rezalet tuvalete gidip, ihtiyacımı gördüm ve kahveye döndüm.
Duvar kenarındaki peykelerden birine tavla, pösteke ve kumaş paltosundan bir yatak yapmıştı bana. Gösterdi ve yatmamı istedi. Üstümdeki kıyafetleri bile çıkartmadan öylece yattım ve uyudum.
Annemi gördüm rüyamda. ’ Bırakma beni anneciğim ! Ne olur bırakma ! Daha çok su satıp, çok para kazanacağım. Hepsini de sana vereceğim. Ne olur bırakma beni ! diye yalvardım bütün gece.
Bir ara uyanır gibi oldum. Babamın kucağındaydım. Kahvenin diğer köşesine serdiği yatağa doğru götürdü beni. Yastık ve yorgan da vardı burada. Üstümü de çıkartıp öyle yatırdı. Kendisi de yanıma yatıp sarıldı bana. Öylece uyuduk birlikte. Ben mutlu olamadım babamın bana sarılmasından. Yine annemi aradım ve bütün gece rüyamda annemi görüp yalvardım....
9 - İLK ARKADAŞLARIM, TEKİR VE KARABAŞ.
Sabahleyin gözlerimi açtığım yeri tanıyamadım bir an. Şaşırdım ; nerede olduğumu hatırlamaya çalıştım. Hatırladığımda ise, tekrar uyumak ve bunun bir düş olduğuna inanmak istedim. Ne yazık ki gerçekti . Babamın sefalet yuvası kahvesinde ve annemden, ablamdan ayrıydım.
Sonra bir ıslaklık hissettim kendimde ; işemiştim. Çok utandım bir an. Ne yapacağımı şaşırdım. Biraz sonra babam geldi yatağımın başına.
- Hadi bakalım kalk, sabah oldu !
-Tamam kalkıyorum, dedim ama nasıl kalkacaktım ? Üstüm ıslanmıştı, yatak ıslanmıştı..
Biraz sonra halâ kalkmadığımı gören babam,yanıma gelip bir çırpıda aldı yorganı üstümden.
O anda gördüklerine çok kızdı. Ben çok utandım ve onun öfkesinden de korktum. Elimle ıslak yerlerimi kapamaya çalıştım.
- Tuu, Allah kahretsin ! Annen mi tembihledi lân ?
Beni en çok bu söz yaraladı . Güya annem bana tembih edesiymiş, ’ Git babanın yatağına işe!’ diye. Söylene söylene beni yerimden kaldırıp soydu. Çantamı karıştırıp çamaşır buldu.
Vücudumu öylesine bir silip, yeniden giydirdi. Yorgan, çarşaf ve yatağımızı, kahvenin arka
tarafına, ahırın önüne , kuruması için serdik.
Yüzümü ocaklıkta yıkadıktan sonra, köy tuvaletine gidip geldim. Babam bana elli kuruş uzatıp dükkândan bisküi almamı söyledi. Kahvenin içindeki kapıdan dükkâna girdim.
- Hoş geldin Küçük İncirli diye karşıladı beni İbrahim ağa. Kısa boylu ,göbekli, sevimsiz bir adamdı o. Hiç bir zaman sevememiştim. Zaten başkaları da sevmezdi.
- Bisküi alacağım, dedim. Teneke kutulardaki açık bisküileri gösterip,
- Hangisinden istiyon ? diye sordu. Şöyle bir bakındım. Gözüm kremalı olanlara gitmişti. Ama onların pahalı oldukları aklımda kaldığından, diğer, dört köşe ve sade olanları
gösterdim. Gazete kâğıdına sarılı bisküileri alıp kahveye döndüm. Babam iki çay getirip, ocaklığın yanındaki masaya, benim yanıma oturdu. Benim çayım yine, açık, ılık ve üç şekerli idi. Paşa çayı deniyordu böylesine. Sonra bir çay daha içtim ve kahvaltımı yapmış oldum.
Günlerden pazardı. Sonbaharın son günleri. Hava oldukça güzeldi o gün. Kahvemizin kapılarından biri açıktı. İkinci kapı bahçeye doğru açılırdı. Pencereler yeşil boyalı, eski ve ahşaptı. İki taraf tamamen pencere idi. Bahçeye çıktım o gün. Bir tekir kedi yanaştı
yanıma. Sanki bana hoş geldin der gibiydi. Sevmemi istedi kendini. Okşadım ; çok hoşuna gitti. Biraz sonra babam, elinde ekmek parçasıyla geldi.
- Al bakalım, besle Tekir’i ! Ekmek parçasını ufaltarak verdim Tekir’e. Yemeye başladı. Öylesine mutlu oldum ki onu beslemekten. Bir anda gözlerim boşalacak gibi oldu. Yanımdan hiç ayrılmadı Tekir. Babam, hayvanları çok sevdiğimi anlamış olacak ki ; birazdan yine bir ekmek parçası ile geldi yanıma.
- Karabaş, Karabaş, nah ! diye bağırmaya başladı. Az sonra yanımıza alaca renkli, küçücük, sevimli bir köpek koşarak geldi. Kuyruğunu öyle bir sallıyordu ki, mutluluğunu haykırmak ister gibiydi.
- Hadi bakalım ; Karabaş’ı da besle, deyip elindeki ekmeği bana verdi babam. Küçük parçalar halinde uzattım ekmeği ona. Aman Allah’ım, ne büyük mutluluk bu ! Bir hayvan beslemek ne kadar güzel bir şey. Nasıl da iştahla yiyor, kuru ekmeği ? Elimdeki ekmek bittikten sonra, Karabaş da yanımdan ayrılmak istemedi. Tekir ile birlikte, benim arkadaşlarım olmuşlardı bir anda. Onlarla birlikte bahçeyi gezdik. Güllerin, zambakların, kasımpatı ve sardunyaların olduğu çiçekliğimiz çok bakımsızdı aslında. Fakat kasımpatları açmışlardı sarı sarı. Sardunyalar da halâ canlıydılar. Kara çınar ağacı çok yüksekti. Camiinin minaresi kadar vardı yüksekliği. Gövdesini iki üç kişi ancak kucaklayabilirdi. Su kuyusu beş altı metre kadar ancak derindi. Kuyunun başındaki yeşil çınar ağacı çok güzeldi. Akasyalar dökmüşlerdi yapraklarını.
Karabaş kahvenin ahır tarafında pineklemeye başlarken Tekir, benimle birlikte girdi kahveye. Babam itiraz etmedi. Bir peykenin üzerinde uykuya daldı bir güzel. Ben yine çalışmaya başladım. Boş bardakları topladım, isteyenlere su verdim, ısmarlayanlara sigara-kibrit aldım. Çay onbeş kuruştu. Kahve ve gazoz yirmibeş kuruş. Meyvalı gazoz otuz kuruş. Nil gazozu satıyorduk o zaman. Şimdiki meşhur markalar falan yoktu. Babamın köylü sigarası elli kuruş. Sigaraların hepsi filitresiz. Kırmızı paketli Köylü, gariban sigarası. Daha da garibanlar için yeşil paketli Üçüncü de var. Az orta halliler ve gençler Birinci içiyor. Biraz daha ötesi Bafra. Yassı paketli Gelincik ve Yenice biraz daha ekabirlerin sigaraları. En ekabir olanınki de Kulüp.
Biraz daha erken geldi uykum o akşam. Tavlayı kendim aldım başımın altına koymak için. Koyun postundan yapılma pöstekeyi altıma serdim. Babamın eski kumaş paltosunu da üzerime örtüp, uyumaya çalıştım köşedeki peykenin üstünde. Tekir de gelip üzerime pinekledi. Gurul gurul ses çıkartıyor beni ısıtıyordu. Kahvedeki gürültüyü ve sigara dumanını yok saymaya çalışıp uyudum.
Bir ara babamın seslendiğini duydum. Ocaklıktaki güğümün suyu ile bana banyo suyu hazırlamış. Soyunmamı istedi. Soyunup tahta sandalyenin üzerine oturdum. Bir güzel yıkadı beni . Bir gün önce işemiştim ve ertesi gün de okula başlayacaktım. Kirlenmiştim ve temizlenmem gerekiyordu. Biraz üşüdüm ama sağlık olsun. Temizlendim, rahatladım ve o gece daha huzurlu, derin bir uyku çektim.
Rüyamda yine annemi, ablamı gördüm. Fakat yüzleri gülüyordu. Ben de artık yalvarmıyordum, beni kurtarmaları için.
Yeni hayatım buydu ve ben de bunu kabullenmiş ve yaşamaya karar vermiştim.
10 - BEŞ SINIFA TEK , SELÂMİ ÖĞRETMEN !
Sabahleyin yine babamla birlikte yaptığımız bisküi kahvaltısından sonra, duvardaki çivide asılı siyah okul önlüğümü ve beyaz yakamı getirdi babam.
- Bu gün okula başlayacaksın, deyip giydirdi .
Çok mutlu değildim, okula gideceğim için. Heyecanlıydım ama başka türlü bir heyecandı bu. Pendik’te okuduğum okulda hiç de mutlu olmamıştım. Şimdi burada beni nasıl günlerin beklediğini bilmiyordum.
Okul, kahvemizden yüz metre kadar Pendik tarafında ve yolun karşısındaydı. ( Şimdi Kurtköy Halk Eğitim Merkezi olmuş.) Yaklaştığımızda çocuklar okulun önünde sıra olmuşlardı bile. Tek katlı, ahşap çatılı, sarı-kırmızı boyalı küçük bir binaydı. Babam, çocukların başındaki, otuz yaşlarındaki öğretmenin yanına gidip , beni işaret ederek,
- Selâmi Bey ; sana talebe getirdim. Bu benim oğlum . Eti senin kemiği benim ! deyip gitti. İnce, uzun boylu, güleç yüzlü biriydi Selâmi Bey. Kurtköy’den Pendik’e doğru giderken , önce Şeyhli köyü, ardından da Yayalar köyü gelirdi. Selâmi Bey bu Yayalar köyündendi.
- Gel bakalım aslan parçası ! Adın ne senin ?
- Fikret, öğretmenim.
- Kaça gidiyorsun sen ?
- İkiye başladım öğretmenim.
- Hangi okuldan geldin ?
- Pendik Süreyya Paşa İlkokulu’ndan öğretmenim.
- Aferin sana. Geç bakalım sıraya. Bak ikinci sınıflar orada.
Sıra ,boy sırasına göre yapılırdı. Ben de en kısa olduğumdan, en öne dikildim. Çocuklar şaşkın bir halde bana baktılar. Biraz sonra Öğretmenle birlikte İstiklâl marşımızı söyleyip, bayrağımızı gönderden indirdik.
Büyükçe bir sınıfa girdik hep birlikte. Beş sınıf birlikte ve tek Öğretmen tarafından okutulacaktık. Beşinci sınıfların yerinde kocaman bir kız öğrenci tek başına oturuyordu. Sonradan Nesrin abla olduğunu öğrendiğim o uzun boylu, sakin duruşlu kız, beşinci sınıfın tek öğrencisiymiş. En kalabalık birler, sonra ikiler, üçler, dörtlere kadar azalmaya devam ediyordu öğrenci sayısı. Öğretmen, sınıfı susturmakta zorluk çekiyordu. Her sınıfa ayrı ayrı dersler veriyor, çalışmalarını isteyip, diğer sınıfa yöneliyordu. Çok zor bir işti bu.
Teneffüste bizim sınıftaki çocuklarla tanışmaya başladım. Genellikle köyün yerlileriydi. Üç kişi vardı, gelme. Bunlardan biri Beykoz Kılıçlı köyünden , Ormancı Ömer’in oğlu Orhan. Daha sonra en iyi arkadaşlarımdan biri olacaktı o. İki tane de Bayburt’lu vardı. Hilmi ve Nuri. Çocuklar arasında pek sevilmeyen yaramaz çocuktu onlar. Anneler ve babaların çocuklarına oynamamaları için tembih ettikleri iki çocuk. Köylülerden Serdar vardı, Mustafa, Emel, Melâhat, Sevilay, Meral, Saime. Sanırım ikinci sınıf bu kadardı. Herkesin ailesi orta hlliydi. Bir Mustafa vardı, babasız ve yoksul bilinen. Fakat ben galiba en yoksullarıydım. Mustafa’nın bir kardeşi Cemal vardı, bir de ikiz kardeşleri Hasan-Hüseyin. Babaları genç yaşta kalp krizinden ölmüş. Anneleri Melek teyze çalışkan, düzgün bir insandı.
Sevmiştim okulumu. Öğretmen güler yüzlüydü. Ne kadar kızsa da sert davranmıyordu bize. Benimle de ilgileniyordu. Ders arasında istediğimizde, okulun bahçesindeki tuvalete gidebiliyorduk. Can sıkıntısına bile çıksak, kızmıyordu öğretmen.
Öğle tatilinde kahvemize gittiğimde, öğretmenimizi de orada gördüm. Hem de İbrahim ağa ile kâğıt oyunu oynuyordu. Adeta koşarak gelmiş ve oyuna başlamıştı.
Yüz gram zeytin, yüz gram beyaz peynir aldım bakkaldan. Bir de ekmek. Yanına birer çay. Benimkisi yine paşa çayı elbet. İştahla yedim o gün öğle yemeğimi. Artan ekmekleri de Tekir ve Karabaş’a paylaştırdım. Sonra da koşarak gittim okula. Okulun arka bahçesi vardı kocaman. Çocuklar orada top, sek-sek , kovalamaca gibi oyunlar oynuyorlardı. Orhan ile Serdar kızlara en yakın olan çocuklardı bizim sınıftan. Hilmi ile Nuri ise, başkalarının oyunlarını bozmaya çalışıyorlardı daha çok. Özellikle de kızlara sataşıp, onları kızdırmaktan zevk alıyorlardı.
İlk günleri pek giremedim oyunlara ama sonraları, özellikle Orhan ve Serdar sayesinde karıştım aralarına. Orhan orta boylu, kumral , ince, güzel, temiz yüzlüydü. Babası Ormancı Ömer amca da bizim kahveye geliyor , babamı tanıyordu. Serdar, biraz şişmanca, tombul yanaklıydı. O da temiz ve güzel yüzlüydü doğrusu. Babası Nuri amca, minübüsçüydü. Köyün en eski şoförlerinden biriymiş o.
Okul bittiğinde, kahvenin bir köşesindeki masaya iliştim. Çantamı açıp, defter-kalem ve kitaplarımı çıkarttım. Babamın söylemesi gerekmiyordu. Ders çalışmak içimden geliyordu.
İnsanlar benim ders çalıştığımı umursamadan, benden bir şeyler istemeye devam ettiler. Kimisi çay istedi, kimisi su. Kimisi de sigara-kibrit. Gürültülerine, küfürlerine ve sigara içmelerine de devam ettiler. Ben inadına çalıştım derslerime. Onlardan bile aferinler aldım.
Sınıfımın çalışkan öğrencilerinden biri oluverdim kısa sürede.
Selâmi Öğretmen de benimle biraz fazla ilgilenmeye başladı. Hatta ileriki günlerde işi bayağı da abarttı. Şimdi söyleyeceğime inanamayacaksınız, hatta biraz da ispiyonculuk olacak..Beş sınıfı birden bana emanet edip, bizim kahveye, İbrahim ağa ile prafa oynamaya gitmeye başladı..
Prafa, kâğıtlarla oynanan bir oyundu. Bazı oyunları ben de öğrenmiştim kahvede seyrederek. Pişti, bulüm, domino gibi. Prafa, tavladan sonra, öğrenemediğim diğer oyundu benim....
11 - ABLAM DA KURTKÖY’DE KAHVEDE
Bir kaç gün içinde, o kahve köşesinde, sıcak -sulu yemekler de pişirmeye başladı babam. Kuru fasulye, makarna, çorba. Pompalı bir gaz ocağımız vardı. İyi havalarda dışarıda pişerdi yemeğimiz, rüzgârlı ve yağışlı havalarda ise, kahvemizin bir köşesinde. Balıkçılar da gelirdi köye ; daha çok palamut balığı alırdı babam. Onları dilimler, ocakta kızartırdı. Kahvemizin bahçesindeki bir ağaç kütüğünün üzerinde hayvan kesip satardı bazen Kadir ağa. Kadir ağa ; kasaplığından çok küfür etmesiyle meşhur , elli yaşlarında, yüzünün damarları bile belli olan, her zaman öfkeli, çok konuşan, bağıran, söven biriydi. Ona sırf küfür ettirmek için şehirden hâkim, savcı, hatta kaymakamın bile geldiği olurdu. Ondan et, kıyma alıp köfte bile yapardı babam. Askerlik öncesi Kartal’da çalıştığı lokantada öğrenmişti herhalde yemek yapmayı. Kuru fasulyesi meşhur olmuştu Kurtköy’de. İbrahim ağa, gördü mü dayanamaz, mutlaka bizimle yerdi kuru fasulyeden. Eşi Müzeyyen teyze de bozuk atarmış ona ; evde yemek yiyemeyince.
...........
Bir gün beni getiren Nalbant Ahmet’in kamyonu ablamı da getirdi babama. Annem yeniden evlenebilmek için önce beni, sonra da ablamı babama göndermişti. Birlikte oturduğumuz gecekondunun tam karşısındaki bahçeli evde oturan, tren makinisti İsmail efendi ile evlenmiş. Sanırım geçim zorluğundan mecbur kalmış bu evliliğe. Yanında bir tek Feridun ağbim kalmış ama o da annemin evlenmesine tepki gösterip eve gelmemeye başlamış. Okul saatleri dışında çalıştığı manav dükkânında yatıyormuş.
Ablam henüz on yaşlarında. Kahve köşelerinde kalmasına kıyamadı Kurtköylüler. Hani beni çok sevdiğini, benimle oyunlar oynadığını söylediğim, tek bacaklı-koltuk değnekli Hamza dayı vardı ya ; işte o evlerine götürdü ablamı. Karısı İsmet teyze çok iyi bir kadındı. Benim çamaşırlarımı yıkadığı, karnımı doyurduğu bile olmuştu.
Kısa süre sonra, annemin yeni eşi istemiş ablamı. Annem de gelip almış İsmet teyzelerden. Adam çok sevmiş ablamı, iyi davranmış ona.
................
Kış gelmişti. Kasım ayının ilk günleri. Havalar soğumuş, sobalar kurulmaya başlamıştı. Köyde odun, çalı ve ağaç kütükleri yakılırdı sobalarda. Kömür hiç görmedim o günlerde.
Babam da bir at arabası kütük almıştı. Kahvenin bahçesinde duran, bidondan bozma, oldukça eskimiş sobayı kahvemizin ortasına kurdu. Borular da çok eskimişti. Kurarken çok zorlandı ve bayağı da küfür sarfetti doğrusu. İlk yaktığında da duman sardı bütün kahveyi. Bu defa küfürler havada uçuştu. Kapılar , camlar açılıp kahve havalandırıldı.
Çoğu zaman tütse de sobamız, sonunda ısıtıyordu kahvemizi. İhtiyarlar sobanın etrafına doluşuyor, babam onlarla her defasında tartışıyordu. Bir Sabri kâhya vardı. Babamın köylüsüydü aslen. Onun yeri ocaklığın önündeki masaydı. Opon diye bir ilâç vardı bakkallarda satılan ; o ,çayına hep onlardan atardı. Oğlu Sami kâhya da bizim müşterimizdi. Koyunculuk yaptıkları için onlara kâhya deniyordu. Bir de Kör Tahsin amca vardı. Bir gözü görmüyordu. Gençliğinde pehlivanmış. Herkesin en çok takıldığı, şaka yaptığı adamdı o. Babamın da adeta stres topu gibiydi. Canı sıkıldığında ona takılır, şakalaşırdı. Yazın hep kuyunun yanındaki çınar ağacının dibinde otururdu. Yaşlı müşterilerimizden biriydi o da. Orta boylu ve göbekliydi. Gençlerden Necmi ve Ümran kardeşler vardı. Halit ve Ferit kardeşler. Orta yaşlılardan bir Ferit ağbi daha vardı. En yaşlı müşterimiz de Tatlı Osman dede idi. Gözleri görmezdi onun. Sabahları oğlu Tatlı Hasan amca kahveye bırakır, akşama doğru da ben evlerine götürürdüm. Bana her defasında yirmibeş kuruş verirdi. Bazılarının aldıkları öteberileri evlerine de götürürdüm ben. En çok da İbrahim ağanın evine giderdim. Kadınlar acıyıp severlerdi beni en çok.
...........
Tuzla jeep fabrikasında , Ordu için üretilen jeeplerin kontrol gezilerinde durak yerlerinden biriydi kahvemiz. Çoğu zaman altı-yedi kişi olurlardı şoförler. Başlarında ’ Burunsuz’ lâkaplı, emekli albay Kemal amca olurdu. Her gelişinde severdi beni. İstanbul-Beşiktaş’ta ablası varmış. Şehit eşiymiş o. Zenginmiş. Beni anlatırmış ona. İlle de evlâtlık almak istermiş beni. Bir defasında oyuncak bir ambulans getirmişti; itildiğinde bağırarak gidiyordu. Hayatımın oyuncağı olmuştu diyebilirim. Bütün gün kahvede bir köşeden diğerine bağıttırıp oynardım.
- Gel inat etme, diyordu babama. Verelim şu çocuğu ablama. Okusun, adam olsun, hayatı kurtulsun.
Her gelişinde benzer sözler söylüyordu; burnu ezik, ellili yaşlarda, seyrek saçlı, göbekli, emekli albay Kemal amca. Babam da her defasında ,
- Olmaz, veremem. O benim arkadaşım, can yoldaşım, her şeyim diyordu.
Öylesine sık sık gelmeye ve ısrar etmeye başladı ki adam ; babam bu ısrarlara dayanamayıp,bir gün ;
- Onu veremem ama, eğer isterseniz ablasını verebilirim ! dedi....
12 - BENİM YERİME ABLAM, EVLÂTLIK VERİLİYOR.
Bir sabah okula gitmeden gelmişti Burunsuz Kemal bey. Babamla uzun uzun konuştular önce. Ablası istemiş Mukaddes ablamı. Şimdi düşünülenler ise, ablamın annemin yanından nasıl alınıp getirileceği üzerineydi. Usta bir oyuncuya anlatır gibi anlattılar bana rolümü. Daha sonra Jeep fabrikasının jeeplerinden birine bindirip, başka bir şoförle yolladılar beni anneme.
Kapıyı çaldığımda , ablam açtı. Siyah önlüğünü ve yakasını giyinmiş, saçlarını tarıyor, okula gitmeye hazırlanıyordu. Sevindi beni görünce ; sarıldı boynuma .
- Mukaddes, kimmiş kızım, diye seslendi annem mutfaktan.
- Fikret gelmiş, anne deyince hemen yanımıza geldi annem.
’’Hoş geldin’’ dediğini hatırlıyorum ama sarılıp sarılmadığı bir türlü gelmiyor aklıma. Sarılmış ve doyasıya öpmüştür herhalde diyorum. Hangi anne yavrusunu özlemez ? Uzun süre görmediğinde, nasıl olur da sarılıp doyasıya öpmez? Benim hafızam oldukça zayıf galiba !
- Babam çok hasta. İlle de ablamı görmek istiyor, diye öğretilen rolüme başladım.
- Olmaz ! İnanmam zaten, yalandır ! dedi annem.
- Annee ! Ne olur ! diye yalvarmaya başladı ablam.
Dayanamadı annem. Ablamın yalvarmaları sonucunda razı oldu. Önlüğünü bile çıkarmadan bizimle geldi ablam.
- Çok mu hasta babacığım ? Ölecek mi yoksa ? diye sordu yolda. Cevap veremedim ona. Uzun süre o konuştu, biz dinledik. Ben , söyleyecek tek kelime daha bulamadım.
Kahveden içeri girdiğimizde, babamı görür görmez sarıldı ablam.
- Babacığım, canım babacığım ! Hasta mı oldun sen ? Bak ben geldim.
- Merak etme kızım , iyiyim. Gel bakalım otur şöyle.
Kemâl beyin yanına oturttu ablamı .
- Bak kızım ; bu amca Kemâl bey.
- Nasılsın kızım ?
- İyiyim amca.
- İsmin ne senin ?
- Mukaddes !
- Kaçıncı sınıfa gidiyorsun Mukaddes ?
- Dörde başladım efendim.
- Aferin sana !
Babam, zorlanmaya başladı konuşmakta ama mecburdu ona gerçeği anlatmaya.
- Bak kızım. Kemâl amcanın Beşiktaş’ta yaşlı bir ablası varmış. Kocası şehit olmuş. Çok zenginmiş bu kadın. Apartmanda oturuyormuş. Seni evlât edinmek istiyor, dediğinde ablamın ağlaması sokaklardan duyulmaya başlamıştı bile. Öylesine bir çığlık atmıştı ki, kaderine o anda saplanan hançerin acısını , küçücük yüreğiyle en acı şekilde hissetmişti. Anlatmaya devam ediyordu babam. Kemâl bey de yardımcı oluyordu ona ama ne mümkün ; susmuyordu ablam.
Ağlaya ağlaya bindirdiler jeepe ve alıp gittiler ablamı, kaderine hükmeden bu adamlar, kendi yarattıkları rüzgârın, kendi direksiyonlarında götürdüğü yere..
Anlaşmalı verilmişti ablam. Onbeş gün sonra gidilecek, eğer kalmak istemiyorsa, tekrar alınıp anneme gönderilecekti. Kalmaya karar verirse, noterden taahhütname vereceklerdi. Okutmaya ve dilediği anda annesine gitmekte serbest olacağına söz vereceklerdi.
....................
Annemin kocası çok kızmış anneme. Fakat evlâtlık verileceği akıllarına gelmemiş tabii. Kendi yanına aldı sanmışlar. Çok sonra öğrendiklerinde içi sızlamış annemin.
- Hata sende ; göndermeseydin ! Satmıştır çocuğu o herif! demiş ve başka bir şey yapmamış adam. Annemin de babama gelip hesap soracak cesareti olmadığından, gece gündüz dua etmekten başka bir şey gelmemiş elinden.
....................
On beş gün sonra, gecesinden yıkadı beni babam. Bu defa üşümedim. Çünkü soba yanıyordu kahvemizde.
Minibüslerle Pendik’e, oradan Kadıköy’e gittik. Dolmuş taksilerle üsküdar’a, Üsküdar’dan da vapurla Beşiktaş’a geçtik. Biletimiz üçüncü mevkii idi ve vapurun en alt katında oturduk. Denizi falan görmedim ben. Barbaros Bulvarı’na geldiğimizde, elindeki adres kâğıdını birilerine gösterip sormaya başladı babam.
- Çelebioğlu sokak yirmi numara. İşte şurdan gidiyorsunuz diye yardımcı oldu, yaşlı bir teyze. Sokağa vardığımızda tekrar bir ihtiyar adama daha sorunca babam, eve çok yaklaştığımızı gördük.
- İşte şu apartman , deyip işaret etti adam. Dördüncü kata çıkacaksınız..
Ablama yine bir tiyatro hazırlamıştık babamla. Kıs kıs gülüyorduk içimizden. Binaya girdiğimizde, her katta gördüğüm ’’Asansör’’ yazısı dikkatimi çekti benim.
- Baba ! Bu binanın her katında, Hasan Sör mü oturuyor acaba ? diye sordum.
- Ne bileyim ben oğlum, dedi babam. Asansörün ne olduğunu bilmiyorduk ve merdivenlerden çıktık. Dördüncü kata geldiğimizde zildeki isim çarptı gözüme.
- Sabiha Som ! diye okudum.
- Tamam , dedi babam. Kemâl beyin ablası Sabiha hanımmış işte.
Kapıyı çaldığımızda orta yaşlı bir kadın açtı kapıyı. Evin hizmetçisi Kevser hanım olduğunu sonradan öğrendiğimiz bu kadın ,bizim geleceğimizden haberdarmış ve tanımış bile bizi.
- Hoş geldiniz. Mukaddes’i mi arıyorsunuz ? diye sorduğunda şaşırmıştık biz.
- Evet evet, dedik şaşkınlıkla.
- Mukaddes ! Koş bak kimler geldi ! diye seslendi içeriye. Koşarak geldi ablam. Sarıldı boynumuza. Doya doya öptü ikimizi de. Sonra içeriye buyur etti. Salondaki koltuklardan birine oturduk.
Günlerden pazardı. Kemâl bey de oradaydı. Sabiha hanım, eski bir Yeşilçam artisti görünümünde, çok güzel ve bakımlı, güleç yüzlü idi. Altmışlı yaşlarda vardı. Ablası ondan çok daha yaşlı ve biraz da düşkündü. Çok güzel davrandılar bize. Halimizi hatırımızı sordular. Biz sıkıldık önceleri. Cevap vermekte bile zorlandık. Sonraları onların samimi davranışları sayesinde rahatladık.
Sabiha hanımın kızı Ümit hanım, ikinci kocası Remzi bey, Ümit hanımın ilk eşinden olan, özürlü Ferhat ( benim yaşlarımda) ve Remzi beyin ilk eşinden Can da ( o da benim yaşlarımda) onlarla birlikte oturuyorlardı. Gün içinde onlar da gelmeye başladılar salona. Bize hepsi samimi davrandı.
Ablam hayatından çok memnun görünüyordu. Sürekli gülüyor, şakalaşıyordu. Boynunda kolyeler, kolunda süsler vardı. Kıyafetleri de çok güzeldi.
Biz muhabbetin en koyu yerinde önceden kararlaştırdığımız şaka oyunu oynamaya başladık.
- Ee kızım. Sana anlatacaklarım var şimdi. Annen bizi mahkemeye vermiş, kazanmış. Biz seni buradan alıp, tekrar annene vermek zorundayız !deyip, daha sözünü bitirmemişti bile babam. Ablam yine bir ağlamaya başladı ki sormayın. ’’ Gitmem !’’ diyor, başka da bir şey demiyor. Öyle kaptırdı ki kendini, ben şaka olduğuna inandırmakta zorlandım.
Çocuk kalbiyle kanıvermişti ablam, lükse, rahatlığa, sıcak ilgiye ve kolye-küpe-bilezik ve iki parça giysiye. İnanması ne kadar zor, bir çocuğun annesine gitmek istememesine. Aslında severmişti üvey babası da ablamı. Ama annemi de dövermişti her gün. Anne evindeki huzursuzluk, evlâtlık verildiği zengin evindeki lüks ve huzura yenik düşmüştü küçük kalplerde....
Hep birlikte neşeyle yenen öğle yemeğinden sonra yapılan hoş sohbet. Benim özürlü Ferhat ile tanışmam ve onun odasına gidip birlikte oyunlar oynamamız. Eşiyle birlikte Merkez bankasında çalışan Ümit hanımın bana verdiği, güneş görmemiş kağıt para harçlık.
Ablamı mutlu gördüğümüz zengin evinden, rahatlamış olarak ayrıldık. Öperek uğurladı bizi . Sokağa çıktığımızda el salladı balkondan.
Dönüşte üst katında oturduk vapurun. Denizi seyrettik babamla birlikte. Köye döndüğümüzde, artık annesinden temelli ayırdığımız, İstanbul- Beşiktaş’ta oturan zengin bir kadına evlâtlık verdiğimiz, bir parçamız, Mukaddes’imiz vardı.....Hangimize ya da kime aitti bu yaptığımızın vebali ? Günahını kim ödeyecekti ? Ya da baba-oğul birlikte bile olsak, ödemeye gücümüz / ömrümüz yetecek miydi ? İşte cevabını asla bilemeyeceğimiz sorular bunlardı bizim !
13 - HAYATIMIN İLK VE TEK TATİLİ, ESKİHİSAR .
Ablamı önceleri daha sık, sonraları daha seyrek ziyaret etmeye devam ettik babamla. Noterden taahhütname de yapıldı. Ben o belgede, ablamın okutulacağına ve dilediğinde anneme geri verileceğine söz verildiğini okuduğumu hatırlıyorum. Fakat resmî olarak üzerilerine al/a/madılar ve soyadı değişmedi ablamın. Fondaki resmi de o günlerde Beşiktaş’ta çektirdik. İskeleye yakın o ana caddenin üzerinde, Akaretler yokuşuna yakın bir dükkânda. O zamanlar sanırım oldukça tanınan bir fotoğrafçıydı orası.
.............
Bir gün Yusuf dedem Kurtköy’e geldi. Daha önce Tepeören’de iken de gelmiş galiba ama ben hiç hatırlamıyorum. İlk defa görmüş gibiyim dedemi. Beni çok seviyor olabilir belki ama o kadar da sıcak olmamıştı karşılaşmamız. Elini öpüp yanına oturmuştum.
Amerikan filmlerinde gördüğümüz, eski otobüsler var ya hani ; işte onların aynısı olan bir otobüs , Gebze’nin köylerinden insanları toplayıp Salı günleri Kadıköy’e, Pazar günleri de Pendik’e taşımaya başlamış. ’Emin’in postası’ deniyor ona. Dedem onunla gelmişti işte.
Dedem yetmişli yaşlarda (Daha sonraları İsmet İnönü ile yaşıt olduğunu öğrenecektim onun) , uzun-beyaz sakallı, gür saçlı, zayıf da olsa heybetli ve uzun boyluydu. Oysa babamla biz kısa boylu sayılırdık. Gözleri tıpkı bizim gibi yeşildi. Yün takkesi vardı başında. Ayağında, çoğunlukta olduğu gibi, çarık. Ağaçtan kendi yaptığı ağızlığa takarak içerdi yeşil paketli üçüncü sigarasını. O da çok sigara içiyordu tıpkı babam gibi.
Otobüsün saati yaklaştığında harçlık verdi babam ona. Dışarıdan duyduğumuz korna sesinden anladık, Emin’in postasının geldiğini ve dedemi çağırdığını. O zaman öyleydi işte : Otobüsler müşterilerini evlerinden bile çağırırlardı böyle. Tekrar elini öptüm dedemin. Babam da öptü ve uğurladık birlikte.
Halamın Mollafenarî’den bir sonra gelen Cuma köye gelin gittiğini, bir sürü çocuğu olduğunu, amcamın da evlenerek dedemle birlikte oturduğunu, onun da çocukları olduğunu, yavaş yavaş öğrenmeye başladım. İnsanın akrabalarının olduğunu öğrenmesi güzel şeydi.
Dedemin, babamın kovulmasına sebep olan karısından, Bağattin adında bir oğlu olduğunu, ayrılıp oğluyla birlikte Bursa’ya gittiğini, Bağattin amcamın da çocukları olduğunu, yani Bursa’da da kuzenlerim olduğunu daha sonraları öğrenecektim. Hatta babam onları gidip Bursa’da bulacaktı bile..(Yıllar sonra ben de buldum )
..........
Karnemdeki notların bir çoğu pekiyi olarak geçtim sınıfımı. Ablamın ise hepsi pekiyi idi. (İlkokulu bitirinceye kadar pekiyiden başka not görmemeiştim ablamın karnelerinde).
Tatilde yine babama kahvede yardım etmeye devam ettim. Ara sıra çıkıp çocuklarla oynama da çalıştım. Babam oyun oynamaya gitmeme pek anlayış gösteremiyordu. Ancak kaçamak yapıyordum. Hele top oynamam tamamen yasaktı. Sanırım bu yasak ayakkabılarımın çabuk eskimesi yüzündendi. Geriye bir tek misket oynamak kalıyordu ,bir de tahta ve teneke tekerleklerden yapılmış arabalarla oynamak.
Arabalarla oynama işine Hulusi ağbi karışırdı. O adeta konvoy başı gibiydi. Başta komutan gibi. Hepimizden büyüktü. Canının istediğini fena halde döverdi. Herkesi zorla Fenerbahçeli yapardı. Ben sırf ona tepki olarak Galatasaraylı olmuştum. Onunla oynamayı sevmezdim. Geriye misket oynamak kalıyor. O da kumar gibi bir şey. Misketler para ile alınıyor, yutulunca tekrar almak gerekiyordu. Miskette en çok kazananlar da , şu Bayburt’lu Hilmi ile Nuri vardı ya, işte onlardı. Yutulmak demek para kaybetmek demek oluyordu. Ben bu günahı o yaşta işledim. Hem de babamdan habersiz , ocaklıktaki bozuk paralardan alıp misket oynadım ve her defasında da yutuldum.
............
Burunsuz Kemal bey ( artık dayımız olmuştu), yaz tatilinde beni Gebze Eskihisar’a götürdü. Eskihisar bir sahil köyü idi o zamanlar. Tam da denizin kenarında yazlık bir evde kaldık. İki tane benden büyük kızı ve bir de oğlu vardı Kemal dayının. Esin ve Gülçin ablalar ile Yalçın ağbi. Eşi de bizimle birlikte tatil yapıyordu. Yaklaşık onbeş gün kaldık ve ben hergün denize girdim orada.
Hayatımın ilk ve tek tatilidir desem inanır mısınız ?
14 - SÜNNET OLUYORUM.
Gebze’nin köyleri, Kartal’ın köylerine göre oldukça mutaassıptı. Halâ da öyledir. O zamanlar düğünlerinde , hele sünnetlerde içki asla içilmezdi. Oysa Kurtköy, Şeyhli, Yayalar, Dolayoba ve Aydınlı’da , sünnet ve evlenme düğünlerinde Roman çalgıcılar ve çengiler getirilir, sabahlara kadar da eğlenilip içki içilirdi.
Bütün köylerde o zamanlar sünnet düğünleri toplu olarak yapılırdı. Yani, bir köyde yılda bir kez yapılan sünnet şöleninde, o köyün zamanı gelmiş tüm çocukları birlikte sünnet edilirdi. Bu şölenlerde mutlaka camiide mevlût da okutulurdu.
Düğün mevsimi ’’ harman sonu ’’ idi. Yani, ekinler biçilip, hasat toplandıktan sonra. Bütün meralar, arpa, buğday ve çavdar ekili olurdu. Traktörlerin, biçer-döğerlerin pek olmadığı günlerde, pulluk ve sabanlarla ekilen ekinler , orak ve tırpanlarla biçilir, altı kesici taşlarla kaplı, at-öküz ve mandaların, çember biçimindeki harmanlarda dönerek ezilir ve sapla taneleri birbirinden ayırırlardı. Daha sonra bu taneler çuvallara doldurulur, saplar da balyelenip, ya da küfelere doldurulup samanlıklarda depolanırdı. Bir kısmı değirmende ekmeklik una çevrilir tanelerin, fazlası da satılırdı. Bakkal , pazar borçları bile buğday, arpa ile ödenirdi. Tavuklar da buğday ile beslenir, yumurtalar alış verişlerde para yerine kullanılırdı.
Köy meydanına kurulan sıra sıra sünnet yataklarına yerleştirilirdi, sünnet edilmiş çocuklar. Tüm civar köylerden gelen köylüler, sıra ile çocukları dolaşıp, ellerini öptürüp hediyelerini verirlerdi. Çoğunluğu şeker-fıstık olurdu bu hediyelerin. Elbette ki en makbulü para ve oyuncak verilmesiydi. Ancak bu sadece zengin köylülerin yapabildikleri bir şeydi.
At yarışları ve yağlı pehlivan güreşleri de düzenlenirdi bu düğünlerde. Yarışanlar da güreşenler de hepsi, civar köylerin insanlarıydı. Buralarda yapılan yarış ve güreşler, bir sonra gelen kış mevsiminde, köy kahvelerinde en çok konuşulan ve tartışılan konular olurdu. O zamanlar tavşan-keklik- çulluk avları da olduğundan, bir de avcılık tartışmaları olurdu tabii kahvelerde. Avcılar, daima ’’ palavracılar ’’ olarak bilinirdi.
Halamın kocası Hilmi eniştem de bu köylerin meşhur yağlı güreş pehlivanlarından biriymiş. Oldukça da meşhurmuş üstelik. Genelde rakiplerinin çoğunu da yenermiş.
.............
Eskihisar tatilinden döndükten kısa süre sonraydı. Harmansonu gelmişti bile. Sanırım Haziran-Temmuz ayları. Mollafenari’de oturan Muhittin amcam, babama haber göndermiş. Köyde sünnet kurulacağını, iki oğluyla birlikte benim de sünnet olmamı istemiş. Babamın aklına yatmış. Beni bir pazar günü erkenden aldı ve Pendik pazarına götürdü. Pazarda sünnet elbisesi arıyoruz. Daha doğrusu sünnet entarisi. Bir türlü bulamıyoruz. Nihayetinde, elindeki mavi renkli, kız çocuğu entarisini babama gösteren adam,
- Aha işte bu olur. Entari, entaridir ! Alt tarafı, sünnet olurken bir gün giyecek çocuk ! deyince, babam da hiç itiraz etmedi. Hemen orada giydirdile bana . Çok tuhafıma gitmişti ama kime ne diyebilirdim ki ? Babamın öfkesi biraz kötüydü. Çok çabuk kızar, hemen köpürürdü. Dayak alışkanlığı yoktu ama kabaydı, kırıcıydı maalesef.
Hatırladığım kadarıyla, Gebze’den gittik Mollafenari’ye. Yetiştik sünnet şölenine. Halam ve çocukları da oradaydı. Zayıf, kısa boylu, esmer ve yeşil gözlüydü halam. Öylesine hareketli ve çalışkandı. ( Doksanı devirdi ve maaşallah halâ öyle). Amcamın iki oğlunun yanına benim için de yatak hazırlamıştı. Onun çocukları bir önceki sene sünnet olduğundan, onların eşyalarını benim için kullanmıştı. Amcam çok durgun bir adamdı. Biraz da asık suratlıydı o zamanlar. (Bir kaç yıl önce geçirdiği ağır hastalıktan sonra yeniden hayata dönmüş gibi oldu ve şimdi tam bir sevimli tonton amca ; ona da maaşallah.)
Halam benim entarimi görünce çok üzüldü. Babam ellerini öptü onun. Amcam da babamın elini öptü. Bir ara dedem de geldi yanımıza. Babamla birlikte onun da elini öptük. Entarimi tartıştılar. Babama biraz bozuldular.
- Ne yapim ! Aceleye geldi, bulamadım pazarda işte ! deyip, savundu kendini babam. Halam, çocuklarından birini kendi köylerine (Cuma köy) gönderip, geçen sene giyilen sünnet elbiselerinden birini benim için getirtti. Köyler birbirine oldukça yakındı. Koşarak gidip gelmek pek zor olmuyordu. Belki de atla gitmişlerdir.
Çok sevindim ben sünnet elbiseme. Birden moralim düzeldi. Halamın beş erkek, dört de kız çocuğu varmış. Toplam dokuz tane yani. Aslında on tane olmuş ama bir tanesi yaşamamış. Hepsi de geldiler sünnete. Amcamın iki oğlu bir kız var. Fahrettin, benden bir yaş büyük; Cemal, bir yaş küçük. Mukadder daha küçük.
Şenliklerin arasında, sıra ile sünnetlerimizi olup, yataklarımıza yattık. Akraba ve misafirler bizi sıra ile dolaşıp ,ellerini öptürmeye ve hediyelerini vermeye başladılar. Bir adamcağız bana mantar tabancası hediye etti. Mantarı kendisi mi doldurdu, yoksa ben mi, hatırlamıyorum. Anında denemeye kalkıştım. Hem de adamın kendisinde. Bir anda adamcağızın yüzü kan içinde ! Bu adam yıllarca her gittiğimde tanıttı bana kendini ,
Mollafenari’ye ! Hatırlattı bana yaptığım o hatayı. Ama ben hiç tanıyamadım onun yüzünü.
Amcamların evine çok yakın olan köy camiinde mevlüdümüz de okunup, köy meydanında serilen masalarda yemekler de yenince, bizler teker teker evlerimizde yataklarımıza götürüldük. Amcam başka bir ev almıştı kendine. Dedem eski evinde bırakılmıştı. Orada yer olduğundan, amcamın iki çocuğu ile ben dedemin evine yatırıldık.
Babam, sünnetten hemen sonra gitmişti. Çünkü onun bir kahvesi vardı ve o günlüğüne ancak birine bırakabilmişti.
Ben de yaklaşık bir hafta sonra, iyileşip, sünnet olmuş biri olarak, Emin’in postasına bindirilip Kurtköy’e gönderildim.
Şimdi sünnetliydim ben. Fakat sünnet neydi ? Niçin erkek çocukları sünnet ediliyordu ? İşte bunu kimse anlatmamıştı bana. Yoksa hiç kimse bilmiyor muydu ? Bir âdet mi, alışkanlık mı, töre mi ?
Ancak yıllar sonra dinimi öğrenmeye gideceğim Kurtköy camii imamından öğrenecektim ; sünnetin Peygamberimiz (S.A.V)’in tavsiyesi olduğu ve Müslüman olduğumuzun bir işareti sayıldığını.
15 -İLK TOKAT, DERE YÜZÜNDEN.
Kurtköy’ün hemen dışında bir iki tane dere vardı; çocukların yazın serinlemek için suya girdikleri. Köylüler, çocuklarının bu derelerde yüzmesini pek istemezlerdi. Tabii benim de babam istemezdi. Ben de zaten hiç girmemiştim daha önce. Bir gün köyümüzün yaramaz çocukları Hilmi ve Nuri’ye uyup girdim ben de. Kısa süre önce yaşadığım Eskihisar tatilinde denize girmiş olmamın etkisi olmuştu. Dere çok kirliydi aslında. Fakat çocukların umurunda değildi. Derin de değildi. Yüzülecek kadar büyük de değil. Fakat girdik, serinledik ve oynadık işte.
Derenin az ilerisinde koyun ağılları olan Cemil kâhyanın büyük oğlu İrfan ağabey ( onlar da kahvemizin müşterileriydi), geçerken bizi görmüş. Çamaşırlarımı derenin kenarından alıp, doğruca babama götürmüş. Hilmi ve Nuri ile birlikte dereye girdiğimizi söylemiş. Adam nasıl kızmasın ? Daha bir gece önce kahvenin ortasında özene bezene yıkamıştı beni. Şimdi
ben gidip çamurlu dereye girmiştim. Üstelik Hilmi ve Nuri ile birlikte !
Koşarak, öfkeli bir şekilde geldi. Ben çoktan ağlamaya başlamıştım zaten. Dereden çıkartıp, hayatımda hatırladığım ilk tokadını patlattı enseme! Eli gerçekten çok ağırdı ve bu tokat çok kötü geldi bana. Ama kızamıyordum ona ; haklıydı çünkü. Üzerimi giyindirip, kulağımdan tutarak , doğruca kahvenin bitişiğindeki ahıra kadar götürdü. İnsanlara seyirlik olduk. Ağlamam gittikçe çoğaldı. Ahıra hapsedilmiştim sonunda. Hatırladığım son dere macerası olmuştu benim. O gece tekrar yıkadı beni. Tabii bir sürü hakareti de esirgemedi benden. Bir daha yapmayacağıma söz verdim.
…………..
Bir keresinde ‘’ çocuk başı ‘’dediğimiz Hulusi ağabey, babama gelip benim de en azından bir maç için top oynamama izin vermesini istedi. Babam istemeye istemeye de olsa izin vermek zorunda kaldı. Çok sevindim o gün. Kısa pantolonum da vardı. Kendimi bir anda futbolcu gibi hissettim. Köyün alt başı dediğimiz yerde, biçilmiş bir çayırda oynanıyordu futbol o zamanlar. Aslında çayır sahibi Tatlı Hasan amca kızıyor ama her zaman da orada bekleyemiyordu ya çayırı !
Herhalde takım çalıştırma hevesine kapılmıştı bizim çocuk başı Hulusi ağabey ! Tamamı ilkokul çocuklarından kurulu iki takım arasında bir maç düşünmüş. Beni de bir tanesinin defansına yerleştirdi. Fakat ben doğru dürüst oynamamıştım ki daha önce ! Tabii ki beceremedim. Kızıp kaleye geçirdi bu defa. Bende yine hayat yok. Gelen gol oluyor. Kovuldum tabii. Sonunda üzgün bir seyirci oldum ancak. Fakat iyi ki kovulmuşum kazasız belâsız. Hulusi ağabey, diğer çocuklara küfürler, tekmeler savurmaya başladı. Öyleydi zaten o. Bizden büyüktü ve kafası bozulduğunu fena halde döverdi. Bizden büyük Somuncu Ahmet lâkaplı biri vardı. Çocukluğunda sigaraya alışmış. Onu sigara içtiği için ölesiye dövmüştü de bütün köy duymuştu. Yüzünü gözünü morartmış, öldü diye bırakmıştı.
…………
Karabaş köpeğim yavruladı o yaz. Bir tane simsiyah, bir tane alaca, bir tane de gri renkli yavruları oldu. Galiba cinsi fena değildi Karabaş’ın ! Süs köpeği kadar güzel yavruları olmuştu. Babam beni zorla razı ederek iki tanesini de başkalarına vermişti. Bana kalan Kahraman adını verdiğim alaca olanıydı. Tombuldu Kahraman. Tombul ve kısa. Çok sevimliydi. Bütün gün onunla oynamaya başlamıştım.
Sürekli kısa pantolon giymeye başladığım için, bütün çocuklar gibi benim de dizlerim yara olmuştu. Size daha önceleri söz etmeyi unuttuğum kara sinekler vardı köyümüzde. Hatta köylerimizde demem gerekiyor. Hayvancılığın çok olduğu her yer gibi bizim köylerde de çok olurdu kara sinek. Yazın babam onlarla mücadele etmekten bıkardı. Masaların üzerine ilâçlar koyar, filit pompasıyla sıvı ilâçlar sıkardı. Ama bir türlü baş edemezdi bu sineklerle.
Bir gün kahvenin ahır tarafında kendi kendime oturuyordum. Dizlerimdeki yaralara sürekli sinekler konuyordu. Bir türlü baş edemez oldum. Sonunda sinirimden öyle bir bağırmışım ki ; bana bir şey oldu endişesiyle koşarak yanıma geldi babam.
-Ne var oğlum, ne oldu ? diye sorduğunda ben, ağlayarak,
-Sinekler dizlerime konuyor ! deyince, öfkesinden ikinci tokadını patlattı babam !
Eli dayağa alışmıştı artık. Ama gerçekten, nur içinde yatsın,devamı gelmedi tokatlarının. Çok yıllar sonra, bir tartışma anında, ağzımdan kaçan bir söz için, haklı olarak yemiştim üçüncü tokadını…
………..
Yaz tatili bitmiş, okul heyecanı yeniden başlamıştı. Siyah önlüğümü yıkayıp, bahçede kurutmuştuk bile. Yakam da bayağı beyazlamıştı işte.
Okulumuzda o yıl öğretmen sayısının ve sınıf sayısının ikiye çıktığını gördük. Selâmi öğretmen dört ve beşinci sınıflara, yeni gelen Mehmet öğretmen de bir, iki ve üçüncü sınıflara eğitim-öğretim vereceklerdi. Yani, öğretmenim değişmiş oluyordu.
Mehmet bey, Doğu kökenli, iri yapılı, hafif göbekli, kırklı yaşlarda, esmer ve sert bakışlı, disiplinli biriydi. Biraz korkmaya başladık ondan. Fakat faydasını da gördük. Bir şeyler öğrenmeye başladığımızı, o gelince anlamaya başladık.
…………
Köydeki sokak köpeklerinin zehirleneceğini duyurmuş Muhtar Remzi bey. Duyar duymaz ahıra kapattım Karabaş ve yavrusu Kahraman’ı ! Zehirleme işleminin bittiğini, ekiplerin gittiğini duyduktan sonra ahırdan çıkarttım köpeklerimi. Sevindiler yeniden serbest kalmalarına. Kendilerini sokağa bırakıverdiler. Kahraman , kahvenin bahçesinde gezdi sadece. Ekiplerin attıkları zehirli bir köfte rastlamış ona. Gözlerimin önünde öldü canım köpeğim ! Öyle üzüldüm ki ona, beddualar yağdırdım o zehirli köfteleri rast gele sokaklara atan canilere !
O yaşta bir çocuk için, çok sevdiği köpeğinin, hem de yavru köpeğinin gözlerinin önünde ölmesi ne demek bilir misiniz siz ?
16 - KİRA ARTINCA, İÇKİ SATMAYA BAŞLADIK.
Bütün Kurtköy’lünün hatta civar köylülerin bile, paragöz olarak tanıdıkları İbram ağa, yine yıllık kira zammında , acımasız davranmıştı babama. Daha sonra öğrendiğim gibi , kira artış zamanlarında, yanında bir adamla gelirmiş babamın yanına. O adamın kahveyi kiralamaya talip olduğunu, istediği kirayı vermezse, kahveyi ona kiralayacağını söylermiş. Zavallı babamın da gideceği başka bir yer, yapabileceği başka bir iş olmadığından, mecburen kabullenirmiş istediği kirayı.
Bu yüzden yıllarca yoksulluktan kurtulamadık biz. Hep çalıştık, para da kazandık ama kiraya ve geçimimize zor yetiştirdik. Allah’tan vergiler bu günkü kadar yüksek değildi. Götürü usulü vergi mükellefi olduğumuzdan, muhasebeci ücreti falan ödemiyorduk. Bir de, o zamanlar Bağ-Kur primi de yoktu babam için. (Ya da var da babam mı bilmiyordu ? )
Önce, bir berberin, kahvemizin bir köşesinde çalışmasını kabullendi babam. Kısa boylu, tombul, şakacı ve keş bir adamdı berber Kadir amca. Pendik- Taşlıbayır’dan geliyordu. (Taşlıbayır, şimdiki Dolayoba) Bize kira vermiyordu ama ona traş olmaya gelenlere çay satıp kazancımızı artırmayı düşünüyorduk.
Daha sonra içki satmaya başladık kahvede. Bira, şarap hatta rakı ! Bir ara oturak olarak kullandığımız tahta peykelerin altları, bira kasalarıyla dolmuştu. Sadece tekel birası vardı o zamanlar. İnce-uzun şişelerde, altışar adet ve tahta kasalarda. Mutuk şarapları vardı. Rakı olarak da sadece Yeni Rakı !
Tabii, kahvede içki içirmek yasaktı. Aslında satmak da yasaktı. Sanırım babama, benim sayemde biraz torpil geçiliyordu. Ya da İbram ağanın sayesinde miydi ?
Babam da ben de çok zayıftık. İkimizin de en çirkin tarafları, dişlerimizdi. Benm ön dişlerim ; sanırım bildim bileli çürüktü. Hiç bir zaman, yerlerine sağlam dişlerim çıkmadı. Babamın bütün dişleri çürük gibiydi. Zaten çok sigara içtiğinden ve diş macunu- diş fırçası gibi araçlarla hiç tanışmadığından, çürüğü de sağlamı da hepsi sapsarıydı. Ben de ancak onsekizimden sonra tanışmışımdır bu temizlik aletleriyle. O da dişlerimi yaptırdıktan sonra.
Cahildi rahmetli babam ; kolay kanardı insanlara. Biranın bana iyi geleceğini, iştahımı açıp, kilo aldıracağını söylemişler; inanmış. Henüz dokuz yaşımdaydım ve o kahve köşesinde yemek masamda bira bardakları oldu benim. İlâç niyetine bira içiyordum o yaşta. Hatırlamıyorum, kim vaz geçirdi daha sonra babamı da keş olup çıkmadım o yaşta !
Çok şükür ki, ’ şarap kan yapar, şarap içir çocuğa !’ dememiş kimse. Yoksa herhalde şarap içirmekten de kaçınmazdı. Ona asla kızmıyorum. Cehalet diyorum sadece.
Şaka ve tartışmaların her çeşidi yaşanırdı kahvemizde. Bir gün berber Kadir amca ile babam iddiaya tutuşmuşlar. Beni peykenin üzerine sırt üstü yatıracaklar. Eğer hiç bir yere tutunmadan kalkabilirsem, ne istersem verecekmiş bana berber !
- Ne istersem alacak mısın ? diye sordum merakla, sırt üstü yatarken.
- Ne istersen * diye cevap alınca, içimde bir sevinç doğdu.
- Uçak bile istesem alacak mısın ?
- Uçak bile istesen alacağım lan ; yeter ki kalk sen ! deyince, birden uçak sahibi olduğum kadar sevindim. Kalkamayacağımı hiç hesaba katmıyordum. Fakat ne kadar uğraşsam da kalkamadım yerimden. Evet ; hayatımın en büyük fırsatını, uçak sahibi olma fırsatını o gün kaçırmıştım işte (:-
Bir gece yine derslerimi yapıp uyumuştum kahvenin köşesinde. Bağırışma seslerine uyandım. Babam başımdaydı ve adamın birine yalvarıyordu.
- Yalvarırım yapma Yaşar. Bak çocuk uyanacak, korkacak !
Uyandığımda, yalvardığı adamın Koçero lâkaplı Yaşar ağabey olduğunu gördüm. Elinde kırık bir şişe vardı ve babama vurmakla tehdit ediyordu. Çünkü sarhoştu, kahvede içmiş ve daha da içmekte ısrar ediyordu. İçki satmak işte böyle belâlı bir işti. Allah’tan yalnız değildi ve babamı dayak yemekten kurtardılar.
Koçero Yaşar , köyün sevilmeyen, yaramaz adamlarından biriydi. Çalışmayan, genelde sarhoş gezen, karısını döven, çocuklarını horlayan biriydi. Dört erkek çocuğu vardı.Yıllar sonra çocuklarından dayak yiyen ilk baba olarak Kurtköy’ün tarihine geçmişti.
Babam, bu kahve köşesinde yıllarca içki sattı. Bana da sattırdı. Fakat kendisinin içtiğini, sarhoş olduğunu ne gördüm ne duydum. Oysa bir başlasa, tam bir keş olurdu babam.
Bir gün okuldan döndüğümde, değişik bir olayla karşılaştım kahvemizde. Hafız Burhan olduğumu sonradan öğrendiğim, zamanın meşhur sesi, içli bir gazel okuyordu. İlk defa o gün gördüğüm ve Çoban Tahsin amcaya ait olan gramafondan geliyordu bu ses.
’ VEREMLİ KIZ
Her gün doktor gelir gider ; herkes bunu merak eder.
Zavallı kız verem olmuş ; yaprak dökümünü bekler.
Penceresi siyah perde, zavallı kız düşmüş derde.
Doğru söyle anneciğim , yatılır mı kara yerde ? ’
Kimsede çıt yok. Kimse oyuın falan oynamıyor. Hatta önlerindeki çayları bile soğutup yudumlamıyorlar. Sadece sigaralarından bir nefes, bir nefes daha çekiyorlar.
Babam biraz daha farklı onlardan. Solgun , yeşil gözlerinden dökülen yaşlar,çeşmeden akan sular gibi ! Sigarasını üst üste çekiyor ama hüngür hüngür de ağlıyor babam.
Ben ancak o gün öğreniyorum, babaannemin genç yaşta veremden öldüğünü....
17 - KÖYE SİNEMACI GELDİ.
Şu, gramafonun sahibi dediğim Tahsin kâhya vardı ya, onu daha önce size tanıttığım Kör tahsin ile karıştırmayın. Tahsin kâhya Kurtköy’lü değildi. Yine babamın yaşlarında, esmer, orta boylu, asık suratlı bir çobandı o. Çok da ekabir biriymiş. Sadece yaz aylarında koyun çobanlığı yapar, kışları ise yatarak geçirirmiş. Yattığı yerler de bizimki gibi köy kahveleri.
Bizim kahvelerin , eski hanlardan tek farkı, oda, yatak ve yemek vermeyip, kira almamamızdı. Yoksa her gece bir kaç kişi yatarak gecelerdi peykelerin üzerinde. Tabii bunlar mutlaka civar köylerden kişiler olurdu.Tahsin kâhya biraz daha uzun süre kalırdı. Fakat çok güzel bir gramafonu vardı ya, kahvenin eğlencesi olurdu.
Taş plâklar çalınırdı gramafonda. Pilli değil, yandan kollu idi. Giderek genişleyen, operlör görevi gören borusu vardı. Kolla kurulan zemberek sayesinde dönen plâğın üzerindeki iğne sayesinde oluşan ses, o geniş borudan çıkıyordu işte. İğne eskidiğinde, ses cızırtılı çıkmaya başlar ve değiştirilirdi. Çok titizdi bu adam ve gramafonuna çok iyi bakardı.
Çay güğümünü kömür ateşiyle ısıttığımız günler de geride kaldı. HOT marka gaz ocakları çıktı, özellikle kahveciler için. Babam da bir tane almıştı. Kolaylıktı. Arka tarafına yerleştirilen içi gaz dolu, yayvan bir şişe, ters çevrilirdi. Şişenin ağzındaki yaylı düzenek, içindeki gazın damlalar halinde akmasını sağlardı. Bir boru sayesinde keçeden yapılma fitile ulaşan gaz, burada daire şeklindeki oluğa gelirdi. Oluğa yerleştirilmişti fitil. Onun etrafında da, şimdi arabalarda kullanılan, hava filtresini andıran metal bir kafa olurdu. Bu kafa filtre görevi yapar, ateşin mavi yanmasını sağlar hem de gazın kokusunu alırdı. Yine de gaz kokardı kahvemiz. Ocağın ön tarafındaki düğme sağa sola çevrilerek, gazın daha az ya da daha çok akmasını ve ısının azalıp çoğalmasını sağlardı.
Gaz her dükkânda, açık olarak satılırdı. Alt tarafına musluk takılan bidondan ,sütçülerin de kullandığı, litrelik ölçeklere, oradan da isteyenlerin şişe ve bidonlarına doldurulurdu.
Zeytinyağı da bu şekilde fıçılarda ve açık olarak satılırdı dükkânlarda. Kışın donardı bu yağlar. Aslında çok şey açık olarak satılırdı o zamanlar. Bisküi, şeker, çikolata,makarna bile. Küp şeker ve çaydı belli başlı paketle satılanlar.
Çay sadece Tekel’e aitti. Yüz gramlık küçük paketlerden kullanırdık önceleri. İkiyüzeelli gramlık filiz çayları çıktı o dönem. Babam ondan kullanmaya başladı. Çok iyi çay oluyordu ondan. Müşteriler beğeniyordu. Ben kahvemizin camına, renkli elişi kâğıtlarından ’’FİLİZ ÇAY EVİ ’’ yazdım. Aslında köyde hiç bir yerde böyle dükkân adı falan yoktu. Ben galiba Pendik’tekilerden özenmiştim.
Kurtköy’ün size anlatmadığım en büyük özelliklerinden biri de, daha o günlerden büyükçe bir dispanserinin olduğuydu. Bir de ambulansı vardı bu dispanserin. Nedim ağabey ambulans şoförüydü. Her sabah gider Dr.Reşit beyi alıp dispansere getirirdi. Bu Dr.Reşit beyin sayesinde dispanser yapılmış Kurtköy’e. Saat onbire kadar gelen köylüler, bedava muayene olurlardı dispanserde. Fakat eczane henüz yoktu. İlâçlar Pendik’ten getirtilirdi.
Dispanser üç katlıydı. O zamanlar Kurtköy’de üç katlı başka bir bina yoktu. Ebe hanım ve hasta bakıcı Ramazan ağabey de ailesi ve iki kızı ile birlikte üst katlardaki lojmanlarda kalırlardı. Ramazan ağabey, benim sınıf arkadaşım olan Orhan’ın amcası oluyordu. Ebe hanımın da Altan adında bir oğlu vardı. O da bizim okulda okuyordu. O kış nezle ve gripten benim de bir kaç kez muayeneye gittiğim olmuştu dispansere.
O zamanlar, berberlerin, nalbantların, bakkalların dişçilik yaptığını duydunuz mu ? Hatta bazen sünneti bile berberler yaparmış. Bizim köyün dişçisi kimdi dersiniz ? İbrahim ağa dersem şaşırmayın. Köyün en sevilmeyen adamlarından biri İbrahim ağa dişçisiydi de Kurtköy’ün. Siyah, paslı kerpetenle, bağırta bağırta çekerdi insanların dişlerini. Ne kadar istemesek de, babam da ben de diş çektirmek zorunda kalmıştık ona, diğer köylüler gibi.
Karagözcü ve seyyar sinemacılar vardı bizim köye de arada uğrayan. Konyalı’nın kahvesi idi nedense her ikisinin de uğrak yeri. Karagöz ne kadar komik olurdu! Babam beni de gönderirdi genellikle. Elli kuruş ücret öderdik biz çocuklar. Kahvenin bir köşesine kurulu perdenin arkasına yakılan mumların gölgesinde, Karagöz ve Hacivatın kuklalarını oynatıp, seslendirirdi karagözcü amca. Hacivatın Karagöz’e her attığı tokatta, basardık kahkahayı.
Sinemacıların jeneratörü olurdu, elektrik üretmesi için. Kahvenin dışına onu kurarlardı ilk önce. Daha sonra plâklar çalarlardı, sinemanın geldiği duyulsun diye. Kışın kahvenin içinde, yazın da dışında kurarlardı beyaz perdeyi. En uzak köşeye kurdukları sinema makinesine tekerleklere sarılı filmleri takıp, projektör ile perdeye yansıtırlardı görüntüleri. Uzunca bir kablo ile makineye bağlı operlör de perdenin altına yerleştirilirdi.
Bazen aşk filmleri, bazen komedi, bazen de savaş filmleri olurdu seyrettirilen. Yabancı film nedir bilmezdik o zaman. İlle de bizden birileri olacaktı seyrettiklerimiz. Fikret Hakan,Eşref kolçak, Göksel Arsoy, Suphi Kaner, Salih Tozan, Leyla Sayar, Türkân Şoray, Belgin Doruk, Ahmet Tarık Tekçe, Bedia Muvahhit, Aliye Rona şu anda aklıma gelen oyunculardı. Aktör bilmezdik biz, ’’ artist’’ derdik hepsine.
Bir gün yine sinemacı gelmişti Konyalı’nın kahvesine. Sevinmiştim gördüğümde. Akşam olduğunda para ve izin istedim babamdan. O güne kadar hiç itiraz etmemiş, her defasında göndermişti. O gün kafası bir şeye bozuktu herhalde. Göndermeyeceği tuttu. Saatlerce ağladım Konyalı’nın kahvesinin camını seyrederek. İçeride filmin oynadığı dışarıdan belli oluyordu. Gözlerimi hiç ayırmadan ağladım. Alt tarafı elli kuruştu sinema. Babam paradan değil, inadından göndermemişti beni o akşam.
O gece, eğer her hafta sinemaya gitmek istiyorsam, İzmit’e gidip kos helva almam ve sinemada satmam gerektiğini söyledi. Böylece hem sinema paramı ve hem de harçlığımı çıkartacaktım.
Kabul ettim. Hatta sevindim bu işe. Önce tek başıma İzmit’e gidecektim, sonra da her defasında sinemaya gitmeyi garantilemiştim. Para da kazanacaktım.
Saatlerce ağladığım o akşamın gecesinde neşeyle ve umutla uyudum...
18 - KOS HELVACI OLDUM.
Erkenden kalktım o sabah. Günlerden pazardı ve okul tatildi. İçime eski de olsa yün bir kazak giydim, üzerime de ceket. Hava oldukça soğuktu ama ben heyecanlıydım ve üşüdüğümü falan hissetmiyordum.
- Dörtyol’un alt tarafında Şaban’ı bul. İzmit’e gideceğini söyle. O seni otobüse bindirir, dedikten sonra, İzmit’teki helvacının yerini de tarif edip, parama sahip çıkmamı, kendime de dikkat etmemi söyleyip Pendik minübüsüne bindirdi beni.
Pendik’te - bilenler için - bu günkü modern yol sistemi yoktu o zamanlar. Bildiğimiz, basit bir dörtyoldu orası. Trafik lâmbaları bile yoktu ve çok kaza olurdu. Şaban kâhyanın durduğu yer, Kurtköy’den gelişte sol alt taraftaydı. Sürekli gidip gelen yetişkin biri gibi onun yanına kadar gidip, İzmit’e gitmek istediğimi söyledim. Eski bir yün takke vardı başında. Üzerinde yol çalışanlarının giydiği yağmurluk. Kısa boylu ve göbekli, esmer, kurnaz görünümlü biri. ( Şu anda orada bu kişinin adına yaptırılmış bir üst geçit var. Kimbilir belki de o yaptırmıştır : Şaban Bilgili üst geçidi)
- Paran var mı ? diye sordu, sert bir şekilde.
- Var elbet, dedim, düşünmeden. Epeyce bekledikten sonra, gelmekte olan bir otobüse eliyle işaret edip durdurdu. Bekleyen bir kaç kişi ile birlikte beni de otobüse bindirdi.
Hiç korku, endişe hissetmedim, bu dokuz yaşımda ve tek başıma yaptığım ilk şehirlerarası otobüs yolculuğumda. İzmit’e inince babamın tarif ettiği şekilde, biraz da sorup yardım alarak buldum, kos helvacının dükkânını. Babamın verdiği paradan dönüş yol paramı çıkartıp, kalanıyla da kos helva alıp döndüm Kurtköy’e.
Akşam yaklaşmıştı. Tabii o gün sinema falan yoktu. Babam helvaları bıçakla ölçülü bir şekilde kesip, yirmibeş kuruşluk parçalara ayırdı. Çay dağıtmakta kullandığımız, askılı,sarı , metal tepsiye dizdik helvaları. Önce kendi kahvemizde satmaya başladım ; sonra da diğer kahvelere gittim. İnsanlar beni sevdikleri için olacak, çok rağbet ettiler helvalarıma. Hoşuma gitti bu iş. Helva satıp para kazanıyordum. Tıpkı Pendik pazarında su sattığım gibi. Para kazanmak, insanın kendine olan güvenini artırıyordu.
Nihayet beklediğim gün gelmişti. Konyalı’nın kahvesinden plâk sesleri duyulmaya başladı. Sinemacı Yılmaz ağabey gelmişti. Akşamın olmasını iple çektim. Erkenden kesip, askılı tepsiye yerleştirdim yine kos helvalarımı. Film başlamadan da çok önceden gittim. Kahvenin köşesine asılan beyaz perdenin önündeki masalardan birinin üzerine koydum tepsiyi. Kendim de bir sandalye alıp oturdum. Yine çokca satmaya başladım. Sinemaya çocuklar da geliyorlardı. Onların bazıları alaya alıp gülüyor, bazıları ise kıskanıyorlardı beni. Işıklar söndürülüp, film başlayınca, ben de çocukların yanına oturup, perdeye doğru döndüm. Yılmaz ağabey paraları toplamaya başladı. Ben paramı uzattığımda almadı.
- Sen bendensin ! deyince çok sevindim.
- Yarın akşam Şeyhli’de olacağım. Oraya da gelsene, dedi.
- Babam gönderirse gelirim, dedim.
Şeyhli, Pendik tarafında, Kurtköy’den bir önceki köy oluyordu. Hiç düşünmeden kabul etti babam. Ertesi gün okuldan gelir gelmez önce derslerimi çalıştım. Akşam hava kararmadan gittim Şeyhli’ye. Bu defa tahta bir sandığa yerleştirdim helvalarımı. Sinema köyün tam içindeki Salih ağabeyin kahvesinde oynayacaktı. Çoktan gelmiş ve plâk çalmaya başlamıştı bile Yılmaz ağabey.
Yılmaz ağabey, dolgun vücutlu, uzun boylu, otuzlu yaşlarda, kıvırcık, kumral saçlıydı. Bir süre sonra intihar ettiğini duyduğumda çok üzülmüştüm.
Film bittiğinde saat gecenin onbiri oluyordu. Şimdi Kurtköy’e dönmem gerekiyordu. Tabii ki yürüyerek. Aslında çok yakındı köyler birbirine. Fakat elektrik olmadığından çok karanlık oluyordu. Hafiften endişeyle koyuldum yola. Kurtköy Şeyhli arasında Bolu’dan gelme insanlar yerleşmişti. Hemen hepsinin evilerinin önü elma bahçesiydi. Ziraat mühendisi Adnan bey, onlara burada elma yetiştirmeyi öğretmişti. O zamana kadar sanırım hiç kimse bu köylerde elma yetişebileceğine inanmamıştı. Evleri yoldan oldukça içeride kalıyordu. Onlardan biraz daha ileride, Kurtköy ile Şeyhli’nin tam ortası diyebileceğimiz yerde, Atatürk’ün de kemancısı olduğunu duyduğum Necip Aşkın beyin tek katlı, kocaman bahçeli evi vardı.
Bolu mahallesine yaklaştığımda, uzaktan bir köpek havlama sesi duydum. Korktum ve duraksadım. Bu sesin sahibinin yoldan uzaklaşması gerekiyordu. Yoksa kesinlikle oradan geçemezdim. Biraz sonra kar yağmaya başlayınca korkum biraz daha arttı. Epeyce bekledikten sonra, uzaktan koyu renkli kumaş paltolu bir adam gözüktü. Babamdı o ve beni karşılamaya gelmişti. Beni paltosunun altına aldı. O , köpeklerden falan korkmuyordu. Eline aldığı taşları gösterip, bana da onlardan korkmamayı, kendimi korumayı öğretti.
Daha sonraları Yayalar ve Dolayoba köylerine de gittim. Kendimi köpeklerden korumayı öğrendim. Çoğu zaman da rast gelen arabalar oldu. Hiç korkmadan işaret ettim onlara ve bindim arabalarına. Başıma hiç bir kötü olay gelmedi. Bu gün bu yaşımda, özellikle İstanbul’da korkarım o saatte tanımadığım insanların arabasına binmeye..
İzmit uzak olduğundan, yol parası ve zaman kaybını hesaba katıp cazip bulmadı babam. Pendik’teki bir simitçi fırınından halka, galete ve un kurabiyesi alıp, onları satmaya başladım. Hatta, sabahları erkenden, okula bile gitmeden, Kurtköy’ün sokaklarını dolaşıp sattım bunları. Akşamları da sinemalara gitmeye devam ettim.
Çile değildi bu. Severek yapıyordum bu işleri. Çok mutluydum yaşadığım hayattan o günlerde. Adımız yoksuldu bizim ama hiç bir şeyin eksikliğini çekmiyorduk. Paramız her zaman vardı. Üzerime başıma olsun, yiyecek olsun, ne istersek alabiliyorduk.
Başka da ne ister ki insan ?
19 - ABLAM, OKUMAKTAN VAZGEÇ / TİRİL / MİŞ !
Benim de mutluluğuma gölge düşüren, görmekte olduğum düşlerden uyandıran bir kaç şey vardı elbet. İnsanların bana bakarak, ’ annesi yokmuş ’ deyip acımaları, babamın - bardak kırmak gibi - yaptığım hataları, annemin tembih ettiğini ima etmesi ve en kötüsü de seyrek de olsa altıma işemem. Malesef ara sıra altıma işiyordum ben. Senelerce de devam etti bu ayıbım. ( Bunu da söylemeden duramadığım için özür dilerim.)
.............
Başarılı bir eğitim yılı olmadı benim için o sene. Mehmet bey disiplinli bir öğretmen olduğu için, derslerime çalışmadan gitmedim okula ama fazla da çalışkan olamadım. Çünkü, satıcılığa ağırlık vermeye başlamıştım. Bu arada en başarısız olduğum dersin, resim yapmak olduğunu da aklıma gelmişken söylemiş olayım .
Ben dördüncü sınıfa geçerken, ablam mezun olmuştu ilk okuldan. Babamla ziyarete gittiğimizde iftiharla göstermişti karnesini ve diplomasını. Pekiyiden başka bir notu yoktu gene canım ablacığımın. Biz onun okuyup, büyük bir insan olacağını ümit etmeye başlarken, evdekiler de onu kendi isteği ile okula göndermemenin politikasını yapmaya başlamışlar. Okutmaya söz vermişlerdi ama okumasını da istemiyorlardı. Tek çareleri de onu kendi isteği ile okumaktan vaz geçirmekti.
Gün geçtikçe maskelerinin düştüğü şekilde, Ümit hanımın özürlü oğlu Ferhat’a bakıcı olması için evlâtlık almışlardı ablamı. Ferhat büyüdükçe evde yalnız kalması zorlaşıyordu ve mutlaka başında birinin bulunması gerekiyordu. Ablam onlar için biçilmiş kaftandı işte.
........
O yaz ticareti iyice abarttı babam. Düğün olan köylere, rakı satmaya bile göndermeye başladı beni. Un kurabiyesi satmam için, camekân bile aldı. Bayramlarda da diğer köylere kurabiye satmaya gittim. Bunlar da yetmezmiş gibi, kahvenin bahçesine, kuyunun başına ,karpuz sergisi açtık. Köylerden gelenlerden üzüm alıp satmaya başladık.Gebze’nin köylerinden, özellikle Denizli ve Pelitli’nin üzümleri bir başka kokardı. Nerede görsem kokusundan tanıdım onları yıllarca. Ben geceleri karpuz sergisinde yatıyordum. Çalmasınlar diye, karpuzları bekliyorum hesapta. Acaba beni çalsalar, kimin haberi olacaktı ?
Soğuması için sepetle kuyuya saldığımız gazozlar sık sık kuyuya düşüyorlardı. Yazın sonunda epeyce gazozun kuyuda olduğunu gören babam, yine kahvemizin müşterilerinden olan Doktor lâkaplı Basri amcadan su motorunu getirmesini istemiş. Çok konuşan, babamdan daha yaşlı, orta boylu , esmer, zayıf, fotör şapkalı Basri amca ,getirdiği motor ile bizim kuyunun suyunu boşalttı. Sonra beni yanına çağırıp, belimden kalın bir iple bağladı babam.Kuyudaki şişeleri ben çıkartacaktım. Yavaşça sallandırdı kuyuya beni . İnerken korkmaya başladım. Beş altı metre ancak vardı ama etrafı taşlarla örülüydü kuyunun. Her an bir tanesi üzerime düşebilirdi. Neyse ki başıma bir kaza gelmeden, sallandırılan sepete, kuyunun dibinde bulabildiğim şişeleri doldurup tekrar yukarıya çekildim.
Nedense sonraki yıllarda yine kuyuya düşen şişelerimiz olduğu halde, bir daha kuyuya sallandırmadı beni babam..
Bu koşturmacıların arasında, en çok ihmal ettiğimiz şey, temizlik oluyordu. İstediğimiz kıyafetin yenisini alabiliyorduk ama temizliği pek beceremiyorduk biz. Çay bardaklarımız, tabaklar ve hatta çaydanlıklar bile daha kirliydi artık. Bu yüzden kahvede müşterilerimizle tartıştığı bile oluyordu babamın. Azalmaya da başlamıştı müşterilerimiz.
Eski, tahta sandalyelerimizde tahta kuruları, bizim vücutlarımızda da bitler belirmeye başladı. Sık sık kaşınmam gerekiyordu artık. Kaşıdığım yerlerimden elime beyaz ve mor renkli bitler geliyordu. Saçlarımı taradığımda, tarağımda bitler görünmeye başladı. Yıkanmakla, çamaşır değiştirmekle bile kurtulamıyorduk onlardan.
Baba-oğul, Kurtköy’ün bitlileriydik biz artık....
20 - İLHAN ÖĞRETMENİM GELDİ.
Her şey satarak çok para kazanma gayretlerimizin sonunda en büyük kazancımızın bit ve tahtakuruları olan yaz mevsiminin sonunda, en büyük zararı da karpuz sergisinde yaşadık. Kandırılmıştık ve karpuzlarımız genelde bozuk çıkıyordu. Sinir küpüne dönmüştü babam.
Yine de yeni okul önlüğü, yaka, ayakkabı ve pantolon alarak başladım dördüncü sınıfa. Selâmi öğretmen de gitmiş, yerine genç bir bayan öğretmen gelmişti : İlhan hanım. İlk öğretmenlik yılı olacak İlhan hanım, dördüncü ve beşinci sınıfların öğretmeni olmuştu. Yani benim de öğretmenim oydu o yıl. Dolgun vücutlu, uzun boylu, kısa saçlı ve güzel gözlüydü.
Çok heyecanlıydı ilk derse girdiğinde. Bize kendini tanıtırken yeni öğretmen olduğunu, Pendik’te oturduğunu anlattı. Müthiş bir vatan sevgisi vardı. Öğretmenlik mesleğini vatan sevgisinden dolayı seçtiğini, rahmetli babasının da eski bir öğretmen olduğunu anlattı.
Fena halde sıkıştım ben . O teker teker hepimizi ayağa kaldırarak adımızı sormaya devam ediyordu. Elimi kaldırıp tuvalet izni istemeye cesaret edemedim. Bir yabancıydı o henüz bizim için. Biraz da disiplinli bir görünümü vardı. Korkmuştum herhalde. Az sonra çocuklardan birinin gülmeye başlamısını farketmişti.
- Ne var, niye gülüyorsun kızım ? diye sordu.
- Fikret işemiş öğretmenim ! deyip, kıs kıs gülmeye devam etti çocuk.
Hemen yanıma geldi. Kendini suçlu hisseder gibi bir hali vardı o an. Pantolonumu ıslak görünce, benim kadar onun da utandığını hissettim.
- Niye benden izin istemedin çocuğum ? Tuvalete göndermez miydim seni ?
- Utandım öğretmenim , deyip başımı öne eğdim.
- Ne var utanacak oğlum ! Ben sizin ikinci bir anneniz sayılırım artık. Annelerden utanılır mı ? Hadi bakalım ; sen şimdi eve git, annen bir güzel değiştirsin üzerini.
Başımı kaldırmadan, yerimden kalkıp kapıya doğru yürürken, çocukların kıs kıs gülmeleri kulağımda çınlıyordu halâ..
Annemin temizlemesini söylemişti İlhan öğretmen. Fakat ben ona bir annemin olmadığını söyleyemedim. Çocuklar anlatmışlar o gün. Daha çok üzülmüş bu defa. Kendini suçlu hissetmiş. Bize sert davrandığına, daha sevecen davranması gerektiğine inanmış.
Utanarak geldiğim kahvede, benimle alay eden insanlar ve öfkelenip azarlayan babam vardı karşımda.
- Koca eşek oldun, halâ altına işiyorsun ! Hiç mi utanmıyorsun ulan ?
Nasıl utanılmaz. Yerin dibine giriyordum. Fakat, kasten yaptığım bir şey değildi ki !
O gün yeniden gitmedim okula. Gece bir kez daha yıkadı babam, hem beni hem de kıyafetlerimi. Yatmadan önce de ısrarla tembih etti, çişimi etmeden yatmamam için.
Daha önce anlatmıştım ; ben kahve kapanmadan, pösteke, tavla ve babamın paltosundan oluşan, geçici yatağımda uyuyordum önce. Kahve kapandıktan sonra babam, yatağımızı yorganımızı serip, beni kucağında oraya taşıyordu. Bir gece yine kucağındayken ; ’’ Goool!’’ diye bağırıp, fena bir tekme atmışım babamın karnına. Öyle ki çok canı yanmış ve beni kaldırıp atacakmıştı az daha. Bir de elimden bir karpuz düşürüp kırdığımda ; ’’ Ne yaptın oğlum ? ’’ diye sormuş, ben de ; ’’Kırmazsam yedireceğin mi var ?’’ diye şaka yollu bir cevap vermiştim. Çok ağrına gitmiş. Aslında hiç bir zaman, hiç bir şeyi esirgemedi ve daha fazla yedirebilmek için, her türlü gayreti gösterdi bana. Ama ben asla iştahlı bir çocuk olamadım. Babamla ilgili bu iki anım, yıllarca dilinde oldu onun.
Ertesi gün okula gittiğimde, üzerimde bir çift göz vardı, sevecen. İlhan öğretmene aitti bu güzel gözler. Derste sürekli benimle ilgileniyor, dersle ilgilenmeme gayret ediyor, her defasında da sesini yumuşatmaya özen gösteriyordu. Bir ara sınıfa seslenme gereği duydu.
- Çocuklar ! Tuvalet ihtiyacı olan, hiç çekinmeden kaldırsın parmağını. Ben sizin ikinci anneniz sayılırım. Sakın benden çekinmeyin ! Anlaştık mı ? derken, gözleri yine bendeydi. Başımla cevap verdim ona. Hemen de ilk iznimi istedim. Sanki birden bire sıkışmıştım. Çocuklar arkamdan yine gülmeye başlasalar da umurumda değildi. Kaçırmamıştım ya bu defa !
Teneffüste yanıma gelip, çıkmamamı istedi. Elini omzuma koyarak odasına götürdü beni.
- Sen çok güzel bir çocuksun, biliyor musun ? dediğinde, bir sıcaklık hissettim yüreğimde. Bir şefkat, bir sevgi sıcaklığıydı bu. Hani annesi olanlar bilirler ya ; anne sıcaklığı gibi !
- Sağolun öğretmenim.
O anda gözlerine kafamda gezinen canlılar takılmıştı. Ayağa kalkıp yanıma geldi. Saçlarımı okşarken eline gelen canlıların bit olduklarını anlamıştı. İrkildi önce, çekti elini. Daha sonra öyle bir sarıldı ki bana , daha önce hiç kimse- annem bile- böyle sarılmamıştı. Başı başımın üzerindeydi, gözlerini göremiyordum ama gözyaşlarını hissedebiliyordum. Ana oğul gibi birbirine yaslanan iki başın ve birbirinden gizli ağlayan iki çift gözün sahibiydik biz. Uzun süre öylece durduk. Ben annemi ve ablamı düşündüm en çok. Onlarla da böyle sarılmam gerektiği halde neden sarılamadığımı sordum kendime. Onun neler düşündüğünü bilemedim elbet. Bir tek yüreğime işleyen sıcaklığını ve başımı ıslatan göz yaşlarını hissettim......
21 - ÖĞRETMEN Mİ, ANNE Mİ, YOKSA MELEK Mİ ?
Bir başka uyudum o gece. Sabaha kadar beni kollarıyla saran, göğsüne yaslayan,öpen, ısıtan, koruyan bir annenin kollarındaydım sanki. Fakat gerçek annemin yüzü değildi düşlerimdeki. Tek dileğim vardı o gece ; o düşün asla bitmemesi ve sabahın olmaması.
Yine de güler yüzle uyandım o sabah. Bir hafiflik hissettim kendimde. Bütün günahlarından arınmış, sonu cennete varacağı önceden bildirilen ebedî yolculuğa çıkmış bir yolcu gibiydim. Beni güzel şeylerin beklediğine emindim. Bir an önce varabilmek için sabısızlanıyor ve uçarak gitmek istiyordum cennetime.
Gerçekten de güzel günlerin başlangıcı oldu o gün. Düşümde verilen müjdeler yalan değilmiş. O gün öğle tatilinde birlikte kahvemize geldik öğretmenimle. Elinde dolu bir çanta vardı. Kahveden içeri girdiğimizde babam da diğerleri de çok şaşırdı.
- Baba bak, İlhan öğretmenim o !
- Hoş geldin kızım, buyur otur şöyle.
- Hoş bulduk efendim, nasılsınız? deyip elini uzattı babama. Babam bir taraftan elini uzatırken, diğer taraftan da - saygı gereği- kasketini çıkardı.
- Fikret, sen bize biraz müsaade et oğlum, tamam mı ?
-Peki öğretmenim, deyip başka bir masaya öğle yemeğimi hazırlamaya gittim. Kuru fasulye pişirmişti babam. Her şeyiyle bayramımdı o gün benim. En sevdiğim yemekti kuru fasulye.
Babamla öğretmenim karşılıklı oturup konuşmaya başladılar. Yanında getirdiği çantadan paketler çıkartıp babama verdi öğretmenim.
-Bak Mustafa amca ! Bu paketlerin içinde yeni, temiz çamaşırlar var. Bir de ilâç. Pendik’i bilirsiniz. Çarşı hamamının sahibi Balcı’lar tanıdğımdır. Sizden söz ettim onlara. Sık sık gidip çocukla birlikte bedavaya yıkanabilirsiniz. Her defasında da çamaşır değiştirip, getirdiğim ilâcı mutlaka kullanın. Size yatak, yorgan ve hatta yastık çarşafı da getirdim. Onları da değiştirin ve sık sık da yıkayın. Sandalyelerdeki tahtakuruları için de DDT kullanın. Bu parazitlerden mutlaka kurtulmalısınız. Fikret, çok iyi ve akıllı bir çocuk. El birliği ile onu okutup, sefaletten kurtaracağız inşallah.
Babam gözünün yaşı ile dinledi onu. Yüzünde öyle sevecen bir hâl oluştu ki ; daha önce hiç bu kadar iyi niyetli bir insanla karşılaşmamış gibiydi. Mutluluğunu nasıl dile getireceğini bilemedi.
- Kızım ne içersin ? Çay getireyim mi sana ? Yoksa kahve mi kaynatayım ?
- Sağolun amca. Ben daha gidip öğle yemeği yiyeceğim.
Karşıki masada iştahla kuru fasulye yediğimi işaret edip,
-Kuru fasulye pişirmiştim. Bir tabak da senin için doldurayım istersen ?
- Çok teşekkür ederim amca. Ayağa kalkarken tekrar uzattı elini. Babam bu defa saygıyla eğilerek tuttu elini öğretmenimin. Onu hiç bu kadar mutlu, bu kadar sevecen, bu kadar saygılı görmemiştim daha önce.
- Afiyet olsun Fikret, dedi giderken. Ben de ayağa kalkıp cevap verdim ona.
- Sağolun öğretmenim, güle güle.
O gece daha bir özenle yıkadı babam beni. Sobayı da iyice yakmıştı ve üşümüyordum. Ben de daha çok yıkanmak, daha temiz olmak istiyordum. Öğretmenimin getirdiği yeni çamaşırları giydim. Bütün çarşaflarımızı değiştrimişti babam. Benden sonra o da yıkandı sobanın başında. Tertemiz bir uyku uyuduk o gece birlikte.
İşte o gece tanıdım düşlerime giren annemin kim olduğunu : İlhan öğretmenimdi o ! ’Bütün anneler melektir !’ denir ya hani ; işte benim melek annemdi o !
O benimle ilgilendikçe, ben derslerime daha çok çalışmaya başladım. Kısa sürede okulun en çalışkan öğrencisi oluverdim. Çocuklar beni kıskanmaya bile başladılar. Sınıfın iyi çocuklarına anne ve babaları benimle arkadaşlık etmelerini, birlikte ders çalışmalarını ve beni örnek almalarını tembih etmeye başladılar. Önce Ormancı Ömer amcanın oğlu Orhan ile arkadaşlığımız ilerledi. Evlerine gitmeye, bahçelerinde oynamaya başladık. Babası ikimize güreş bile tutturuyordu. Bazen o beni yeniyor bazen de ben yeniyordum. İlk defa üç tekerlekli bisikletine bindim onun. Bir alt sınıftan Sedat vardı. Onunla da iyi arkadaş olduk. Kızlar bile artık konuşmaya çalışıyorlardı benimle.
Hani ne denir ; populist olmak galiba ! İşte ben populist olmuştum diyebilirim. İki tane Satılmış amca vardı tanıdığım. İkisi de Çankırı’lı idi. Biri oldukça yaşlı idi ve köylerimizi gezerek leblebi satardı. Bardağı yirmibeş kuruştu leblebinin. Diğer Satılmış amca biraz daha genç ve iri yapılıydı. O da sırtında çuvalla köyleri dolaşır, eski tabak ve tencereleri toplardı. Çoğu zaman da çuvalını yorgan edip, bizim kahvede yatardı. Okuma yazma bilmezdi ve benden öğretmemi istiyordu. Her defasında yirmibeş kuruş veriyordu bana. Ben de kahve köşesinde, elimden geldiğince öğretmeye çalışıyordum ona. ( Sonraları Kurtköy’ün iyi hallilerinden biri oldu. Okuma yazmayı da öğrendi elbet.)
Gün geçtikçe sevmeye başladım hayatı, okulu ve en çok da İlhan öğretmenimi ! Okuyup öğretmen olacağıma da söz verdim. Babam ; ’ Eşşekli’ye ( Şimdiki Şekerpınar) muaallim yapacağım Fikret’i diyordu soranlara.
Hafta sonunda Pendik Çarşı hamamına da gittik babamla. Hamamın sahibi Hacı Balcı amca, çok iyi davrandı bize. Keseletti bile. Adamlarına tembih etti , her geldiğimizde kese yapmalarını, bize iyi davranmalarını ve asla para almamalarını istedi. Daha sonraları tek başıma bile gittim hamama. Kısa sürede bitlerden, tahtakurularından kurtulduk. Aynaları bile daha çok sevmeye başlamıştım. Dişlerim görünmezse, güzel çocuktum galiba ben !
Alt tarafı on yaşlarındaydık hepimiz. Fakat herkesin kendisi için seçtiği sevgilileri vardı. ’ Bakmak’ deniyordu adına. Sevgili, aşk kelimeleri pek bilinmiyordu. Sonunda ben de kendime bakacağım bir kız buldum. Kim dersiniz o kız ? Tabii ki , köyün muhtarının kızı ! Aşağısı beni kurtarır mı ?
Muhtarın kızı köyün en güzeli, en popüleri falan değildi. O yüzden değildi onu seçmiş olmam. Bir alt sınıftaydı benden. Kısa boylu, kumral, kıvırcık saçlı ve çok ağır biriydi. Alçak gönüllü, ciddî, güleç yüzlü ve güzeldi. Şımarık, kendini beğenmiş olanların güzelliklerine hiç de değer vermemişimdir ben. O ,tam da benim aradığım biriydi.
Büyüyordum galiba. Hayatımın en güzel günlerinin başlangıcındaydım artık. Benimle ilgilenen, annem gibi sevdiğim bir öğretmenim, öğretmen olmak gibi onurlu bir idealim ve bir de kendime sevgili diye seçtiğim, Muhtarın güzel yüzlü kızı vardı şimdi....
22- ABLAMIN ANNEME MEKTUBU.
Öğretmenimi çok sevdiğimi, çocukluğumun ve hatta hayatımın idealinin öğretmenlik olduğunu her zaman gururla söyledim. Fakat kendime sevgili diye seçtiğim o güzel kızdan benden başkasının hiç bir zaman haberi olmadı. Kendisinin de elbet. Sadece uzaktan gözledim onu, çekinerek ve özenerek .
.............
Ablamı inandırmaşlardı, okumanın gereksiz olduğuna. Onun her ihtiyacını karşılayacak kadar güçleri vardı ve okumaya ihtiyacı yoktu. İçine attı özlemlerini ve hak vermiş görünerek onlara, boyun eğdi kaderine. Sorduğumuzda, okumayı kendisinin istemediğini, hatta onların okuması için ısrar bile ettiklerini söyledi bize. Üzüldük biz ama elimizden bir şey gelmezdi ki !
Artık o eve Ferhat’a bakıcı olarak alındığı gün gibi ortaya çıkmıştı. Bir mektup yazmış anneme ; yalvarmış, gelip onu almaları için. Altıncı çocuğuna hamileymiş annem o günlerde. Kocasına anlatmış mektubu. Yalvarmış, yardım istemiş. ’’ Boşuna uğraşmayın, zengin adamlardır, uğraşamazsınız, vermezler, zamanında vermeyecektin !’’ deyip, kesip atmış adam. Çalıştığı manav dükkânına gidip Feridun ağabeyimi bulmuş annem. O, hemen atılmış olaya. Patronu, ille de polise haber vermeleri gerektiğini tembihlese de dinlememiş. ’’ Ben alıp gelirim kardeşimi ! Polise falan gerek yok !’’ demiş.
Ertesi gün annemle ağabeyim birlikte yola koyulmuşlar. Mektuptaki adresten evi bulup kapıya dayanmışlar. Ablamın gözleri yoldaymış zaten. Tatil günü olduğundan Kemâl dayı, ve Remzi enişte de evdeymiş. ’’ Kızımı istiyorum diye haykırmış annem. İçeriden duymuş ablam. ’’ Anneciğim!’’ diye yıkmaya kalkmış duvarları. ’’ Kaça satın aldınız ulan kardeşimi ?’’ diye inletmiş oraları ağabeyim. Kızmışlar güya. Güçleri yetmiş ve dövmüşler ağabeyimi. Kahrolmuş ablam ve annem. Çaresiz olduğunu anlamış ablam. Daha çok dayak yemesine ve polise verilme tehdidine boyun eğmiş ağabeyinin. Gelmek istemediğini, orada kendi isteği ile kaldığını, geri dönmelerini istemiş onlardan. Yine geleceğini, kardeşini onlara bırakmayacağını haykırmış ağabeyim. Avukatlar bulacağını, mahkemelere vereceğini ve yavrusunu onlara bırakmayacağını haykırmış annem !
Ağzı burnu kan içinde ağabeyim, yüreğinden yaralı annem ayrılmak zorunda kalmışlar oradan. Yüreklerinin bir parçası, bütün acılarını ve onları kalbinin en derin köşesine gizleyerek, göz yaşlarına boğulup, pes etmiş kaderine ve Allah’ına havale etmiş geleceğini.
’’Zengin insanlarla uğraşamazsınız. Sizden daha iyi avukatlar tutarlar. Uğraştığınızla kalırsınız. Hem ,kendi isteği ile kaldığını söylememiş mi ?’’ deyip, kırmışlar annemin tüm umutlarını. Bir süre sonra arkadaşlarını da toplayıp öyle gitmiş Feridun ağabeyim. Hapislere girmek pahasına, öldüresiye dövülmek hatta öldürülmek uğruna bile göze almış kardeşini almayı. Çoktan taşınmışlar bile evlerinden. Kimselere söylememişler nereye taşındıklarını. Tek umutları, yeni adresi bildireceği bir mektup beklemek kalmış ablamdan...
................
Ablamın adresini benim verdiğime hükmettiler. Kızdılar bana. İftira olduğunu ispat edemedim. Beşiktaş-Ihlamurdere’de yeni aldıkları bir daireye taşınmışlardı fakat ben bunu ancak çok sonra öğrenebildim. Bir süre ziyaret etmemiz de yasaklanmıştı zaten.
Bir kız bebek dünyaya getirmiş annem yeni eşinden. Ağabeyim de sevmiş onu. Yeniden eve dönmüş. Adına Selma demişler ama Mukaddes’in yerine koymaya çalışmışlar onu. Gördükçe de hem sevmişler hem de ablamı hatırlayıp içleri yanmış yıllarca....
23 - ABLAMIN HAYATI
Yaşım ellibeş. Hayatımı anlatmaya çalıştığım bu sayfalara , burada daha ne kadar yazabileceğim belli değil. Okuyucuyu sıkmamak adına, biraz da kısa keserek, sadece kendime odaklanmam gerekiyor. Fakat bu arada Mukaddes ablamın hayatını merak edenlerin olacağını umduğum için, o hayatı bu sayfada şöyle bir özetlemek istiyorum izninizle.
Ablamı evlâtlık alan insanlar zengindiler Ondan hiç bir şeyi esirgemediler. Kötü davranmadılar. Bir çok yönden ,kendi kızları gibi gördüler. Fakat, okutmayarak geleceğini ,umutlarını çoktan çalmışlardı. İstanbul’un göbeğinde, lüks bir apartman dairesinde, zengin bir ailenin evlâtlığı olarak yaşamak, fakat ilk okul mezunu bir kız olarak !
Ablam da onların istedikleri gibi biri oldu. Uysal, temiz, kibar ve çalışkan. Bir süre sonra hizmetçileri de - galiba emekli olduğu için - işi bıraktı. Yeni bir hizmetçi almadılar. Çünkü ablam artık büyümüş ve ev işlerini, yemek yapmayı bile öğrenmişti. Ferhat’ın yanı sıra Sabiha hanım ve yaşlı ablasına da- bir hasta bakıcı gibi - bakmaya başladı. Onları sevmişti üstelik. Öz annesine bakar gibi bakıyordu.
Biz seyrek de olsa ziyaretlerimize devam ettik . Hatta ben annemle görüşmeye de başlamıştım. Ona sözünü ettiğimde beni susturuyordu. Ya içindeki yaranın yeniden kanamasından korkuyor ya da sitem etmek istiyordu. Ben de üstelemiyordum. Kendini tamamen o ailenin bir kızı olarak görmeye başlamış ve kaderini bu şekilde kabullenmişti. Daima güler yüzlü ve sevecendi. Onu asık suratlı gördüğümü hatırlamıyorum bile.
Remzi beyin oğlu Can, Galatasaray Lisesi’nde okudu. Bir süre sonra Ferhat vefat etti. Daha sonra Sabiha hanımın ablası rahmetli oldu. Yıllar sonra da Sabiha hanım gitti peşinden. Ablam yine de dönmeyi düşünmedi annemin ya da bizim yanımıza.
Ben yirmiüç yaşıma gelip evlenmeyi düşününce, düğün hazırlıklarım için getirdim annemin yanına. Remzi bey ve Ümit hanım, bir daha geri dönmeyeceğini düşünerek, göndermek istemediler ablamı. Fakat ilk defa belki de dinlemedi onları. Daha yola çıktığımızda bambaşka biri oluverdi. Bir an önce annemi görmek istiyordu. ’ Yollar bitmiyor gibi geliyor !’ diyordu sık sık !
Annem de, ablam da çok heyecanlandılar birbirlerini gördüklerinde. Tam on beş yıl olmuştu, anne-kız ayrılalı ! Şimdi düşünüyorum da ; ne kadar korkunç geliyor ! Ben de bu günahın içinde vardım üstelik. Fakat, sebebi cehalet diyorum yine de.
O anda heyecana dayanamayan, annem oldu. Baygınlık geçirip yığıldı kaldı oracığa.
’Anneciğim, anneciğim !’ diye uzun uzun ağladı ablam. Feridun ağabeyim, Selma hep birlikte sarmaş dolaş oldular. Babamın yanına yalnız döndüm ben. Söylediğimde oldukça kızdı babam.
Düğün hazırlıklarım için Kurtköy’e de geldi ablam. Aradan epeyce zaman geçtiği için Remzi bey Kurtköy’e kadar geldi ablamı aramaya. ’ Dönmeyeceğim ’ dedi ablam. Bir kâğıt uzattı Remzi bey, ablamın imzalaması için. Tereddütsüz imzalamaya kalkıştı hemen. Ben uyarmaya çalıştım. ’ Hiç bir şeylerini istemiyorum ! Asıl annem -babamın yanında olayım yeter bana !’ deyip, ısrarla imzaladı uzatılan kâğıdı. Sonradan ortaya çıktığı üzere, miras hakkı iddia etmemesi için imzalattırılmıştı o kâğıt. ’ Biliyordum !’ dedi ablam. Asla pişmanlık duymadı. Bu gün bile ’ keşke imzalamasaydım ’ demez.
Kurtköy sokaklarında ablamla birlikte dolaşarak, düğünüme davet ettik insanları. Tek akrabamızın olmadığı Kurtköy’ün, hemen hemen tüm halkı geldi düğünüme. Mollafenarî, Cuma köyü, Kadıllı ve Denizli’deki akrabalarımıza da birlikte gittik ablamla. Onların da hemen hemen hepsi geldiler .
Ablam annemle kalmaya devam etti. Kısa sürede talibi çıktı. Eskişehir’li bir Tatar genciydi ablmaı isteyen. Ondört yaşından beri Pendik’in çok meşhur bir kebapçısının yanında çalışıyormuş. ( Şu anda elli yedi yaşında olan eniştem, emekli oldu ama halâ aynı yerde çalışıyor.) Uygun görüldü ailece. En çok ağabeyime yetki verdi annem ve ablam. Bana da soruldu bu arada. Son sözü ablama bıraktık. Hayatında bambaşka bir sayfa açmak istiyordu artık ablam. ’ Kısmetim oymuş !’ deyip kabul etti evlenmeyi. Benim düğünümden kırkbeşgün sonra ( Onbeş Ekim - Otuz Kasım) sade bir törenle evlendiler.
İlk kız bebeği altı ay yaşayabildi. Daha sonra peşpeşe üç kızı daha oldu. Geçtiğimiz Ocak ayının son günü Mersin’e gelin verdi son kızını. Şimdi eniştemle birlikte kaldılar. Anneme oldukça yakın oturuyorlar. Yıllar önce rahmetli olan kaynanasına tıpkı bir hasta bakıcı gibi bakmıştı ablam. Şimdi sırada annem var. Her fırsatta gidip ona bakıyor. Annem oldukça yaşlandı artık. Fakat yaşlılığında da olsa , kısmet oldu işte ablamla birlikte olabilmek.
Bu arada ablam kendini tamamen İslâma adadı. Bir tarikatın sohbetlerine devam ediyor. Evde dinî yayın yapan kanallardan başkasını seyretmiyor-seyrettirmiyor. Fakat bunu despotça değil de güzellikle yapmaya çalışıyor. Hiç isyanı yok kaderine. Bana da asla gücenmiş falan değil. ’ Yaradan’ın takdiri kardeşim!’ diyor ve her şeyde bir hayır arayıp buluyor.
Kızları da onun yolundan gittiler. Hepsi de abdestinde namazında ve örtülü. Önceden evlenen iki kızından da birer torunları var. Biri erkek, biri kız. Şimdi tek derdi eniştem. Çünkü her akşam içiyor. Gece on-onbir civarında işten dönüyor ve koltuğunda yedi-sekiz şişe bira mutlaka oluyor. Dışarıda içmesine engel olabilmiş bir tek ablam. Evde anlayış gösterip, bir gün mutlaka kurtulacağına inanarak sabrediyor. İçtiğinde kimseye bir zarar vermiyor eniştem. Fakat sağlığı günden güne bozuluyor. ’ Bu adamın ne olacağı belli olmaz diye acele ettim son kızımı da evlendirmek için !’ diyor ablam.
Canım ablacığım ; cennetin en güzel köşelerinden birinin, en güzel şekilde süslenebilmesi için, meleklerin nasıl telâşlandığından haberin var mı senin ?
Fakat asla , bir an önce gelmeni beklemiyorlar. Dünyada daha kimler var kimbilir, senin iyiliklerinden, şefkâtinden yararlanma şansına erişmek isteyen.
Allah sana uzun ömürler nasip etsin. Sevdiklerinle, sevenlerinle, çocuklarınla, torunlarınla nice güzel günler yaşa. Cennetin hiç acelesi yok. Ne kadar geç gidersen, o kadar daha çok süslenmiş olacak, sana ayrılan gül bahçeleri !
24 - OKUL GAZETESİ
Kurtköy sokaklarında dolaşmaya devam ettim yine sabahları; halka, galete ve un kurabiyesi satmak için. Akşamları kahveleri de dolaştım. Diğer köylere pek gitmedim , sadece bizim köye geldiğinde gittim sinemalara o sene.
İntihar ettiğini duyduğumuz Yılmaz ağabeyin yerine, Cin Ali amca başlamıştı sinema getirmeye. Yaşlı, ak saçlı ve sevecen bir adamdı . Beni de ayrı bir sevdi her nedense. Benden o da sinema parası almıyordu. Üstelik samimi de oluyordu . Şakalaşıyordu bile benimle. Tatil günlerinde okulumuzla aynı sıradaki köy binasında, bayanlar için gündüz matineleri de yapıyordu. Orası kahve olmadığı için ben gazoz da götürüyordum satmaya. Başka bir çocuk daha gazoz satıyordu. Aramızda rekabete giriyorduk. Kötülüyorduk birbirimizin gazozlarını :’ Onun gazozlarında sıçan b... var !’ gibisinden.
Bir gün okul gazetesi çıkaracağımızı söyledi öğretmenim. Adını birlikte seçmemizi istedi. Fikrimizi sordu tek tek. ’Cin Ali olsun!! dedim ben. Beğenmedi. Israr ettim defalarca. O , ’ Olmaz!’ dedikçe ben üsteledim. Sonunda sabrını taşırdım ve bana elindeki cetvelle vurmak zorunda kaldı. ’ Bozkurt’ oldu gazetemizin adı. Ben hiç sevmedim. Yazarlık hayâllerime ara verdim o gazete yüzünden. Öğretmenim çok pişman olmuş bana vurduğuna. Ertesi gün özür diledi. Fakat ben suçluydum tabii. Hayatımın dönüm noktasının sahibi, anne bildiğim İlhan öğretmenimden yediğim o ilk dayak, tüm öğrencilik hayatımda yediğim tek dayak olmuştur benim. Fakat çok ağlamıştım. Canımın yandığından değil, çok sevdiğim öğretmenimden dayak yediğim için.
Başarılı bir eğitim yılı geçirdim o yıl. En çok da İlhan öğretmenim sayesinde. O yaz daha çok izin verdi babam çocuklarla oynamama. Karpuz sergisi de açmadı. Sadece köylerimizden gelen bağcılardan aldığımız üzümleri sattık kahvemizin önünde. Düğün ve bayramlara içki değil de un kurabiyesi götürdüm satmaya. Kurtköy’ün iyi aile çocuklarıyla oynamayı seçtim daha çok : Orhan, Varol, Serdar ve Sedat. Sanırım bu dörtlünün arkadışlıkları halâ devam ediyordur. Ben uzak olduğum için, çok az görüşebiliyorum.
Beşinci sınıfa başladığımda yine İlhan öğretmen vardı sınıfımızda. Yine dördüncü sınıflarla birlikte aynı sınıftaydık. Ben okul başkanı seçildim. Yardımcım olarak da , kendim Mustafa’yı seçtim. Mustafa, köyün bizden sonraki yoksullarındandı. Daha önce anlatmıştım. Babası genç yaşta kalpten ölmüştü. Annesi Melek teyze çok iyi bir kadındı. Bir yaş küçük Cemal adında ve çok küçük Hasan-Hüseyin adlarında da ikiz kardeşleri vardı.
Teneffüslerde başkan ve yardımcısı olarak, havalı bir şekilde yan yana gezerdik. O iri yarıydı ve ben yanında çok küçük kalıyordum. ’ Ayı ile yavrusu gibi !’ derlerdi bu duruma.
Mustafa, sakin,biraz safça , fakat çok iyi bir çocuktu. Kardeşi Cemal onun gibi değildi. Daha kurnaz ve hareketli.
Benimki dediğim kız ile aynı sınıftaydık şimdi. Fakat hiç konuşmadım bile desem, şaşırmayın. Sadece bakmışımdır gizliden gizliye. Sanırım ne o ,ne de başkası fark etmemiş olacak ki, hiç kimsenin haberi olmadı bu işten. Kimse gelip de ’ Anlayalım yani!’ falan demedi bana. Biraz da havaya girmiştim aslında. Okulun en popüler öğrencisi ve okul başkanıydım üstelik. Sınıfça gruplara ayrılmamız gerekiyordu, birlikte oturmak ve ders çalışmak için. Dörder kişiydik ve iki kız-iki erkektik. Kızın birine kafayı taktım ve istemedim grupta. Ne kadar uğraşmışlardı beni ikna etmek için. Oysa kız, okulun popüler güzellerinden ve köyün tanınmış ailelerindendi. Ben tembel diye istememiştim.
İlhan öğretmenim nişanlanmış bu arada. Nişanlısı Güngör ağabey de köye gelmeye başladı. Öğretmenim bizi onunla tanıştırdı.Uzun boylu, kıvırcık saçlı ve sürekli gülen biriydi Güngör ağabey.
Bayramlarda en güzel şiirleri ben okudum. İki sınıfın erkek öğrencileri birden efe olduk. Babam seve seve para verdi efe kostümlerim için. Tahtadan yaptığımız kılıçları, yaldızlı soba boyası ile boyadık. Çuval yarışı yaptık köye yeni yapılan futbol sahasında. En önde ben bitirdim de heyecanla öptüm muhtar amcanın elini. Kızına aşıktım ya, babamın elini öper gibi heyecanlandım o an. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni ağlayarak okudum ve ayakta alkışlandım.
En güzel şekilde mezun oldum ilk okuldan. Daha çok okuyacağıma söz verdim öğretmenime.
Şimdi sıra dinimi öğrenmeye gelmişti. İlk okulu bitiren çocuklar, tatilde köy camiine gidip, imamdan din dersleri alıyorlardı.
İmam adaşımdı. İzmit-Kandıra’lı, otuzlu yaşlarda fakat az saçlı,cana yakın, düzgün biriydi. Onu hayatımın şanslarından biri olarak görürüm. Kur’an kursu mezunuydu ve bilgisi hurafelerden, yobazlıktan arınmış, bilimsel gerçekçi idi. Korkutmadı bizi dinimizden, sevdirdi, özendirdi. Bir taraftan Kur’an okumayı öğretirken, diğer taraftan güzel ahlâkı, temizliği, dürüstlüğü ve çalışkanlığı öğretti. Bu gün din diye yutturulmaya çalışılan hiç bir şeyi öğretmeye çalışmadı bize. Kurtköy’de de çok sevildi. Emekli oluncaya kadar görevine orada devam etti. Yavuz ve ikiz Hasan-Hüseyin adlı çocukları olmuştu.
Din dersinde de başarılı oldum. Çok çabuk öğrendim Kur’an okumayı. İlk günlerden ezberleme merakı sarmıştı üstelik. Allah vergisi olacak ; ezberim çok kuvvetliydi benim.
Kahvemizde namaz kılmaya başladım o günlerde. Temizlenmeyi biliyordum artık. Kendime bakmayı öğrenmiştim. Babamın hiç bir itirazı olmamıştı. ( Halbuki , maalesef ona abdest- namaz kısmet olmamıştı) Övünç kaynağı oldum onun. Köylüler beni daha çok sevmeye başladı. Ramazan ayında herkes iftara davet etti. Kahvemizde içki satmaktan o günlerde vaz geçtik. Namaz kıldığım için babam utanmaya başlamıştı çünkü.
Güzel günleriydi hayatımın. İşlerimiz daha bir güzeldi. Kahvemizin temizliğine de ayrı bir önem vermeye başaldık. Babamın cüzdanında daha fazla para birikmeye başladı. Her fırsatta yeni giysiler aldık üzerimize.
Bir kandil günüydü. Hocamız annemizin babamızın mutlaka elini öpmemiz gerektiğini, üzerine basa basa söylüyordu. Biraz da benim için söylüyordu sanki. İzin aldım babamdan. Hiç itiraz etmedi. Anneme gidecektim. Bir paket kandil simidi alıp yola çıktım. Annem açtı kapıyı. Elinde Kur’an vardı, başında beyaz baş örtüsü. Sevindi beni görünce ama eve davet etmedi. Kocası kanser olmuş, ölümü yakınmış. Ona okuyormuş.
Kapıda elini öpüp kandilini kutladım ve döndüm. Ben girmek isterdim aslında eve. Benden sonra doğan kardeşimi görmek isterdim. Annemin evlenerek benim evden kovulmama sebep olan insanın bile elini öpüp kandilini kutlamak isterdim. Üstelik hastaymış bu adam.
Fakat annem bunları düşünemedi. Canı sağolsun. Ben küçük yaşıma rağmen , görevimi yapmıştım. Buruk da olsa, huzur içinde döndüm köyüme....
25 - MERHABA PENDİK LİSESİ !
Okulların kayıt zamanı gelmiş çatmıştı. Ortaokulu Pendik’te okuyacaktım. İlhan öğretmenim evlenmişti. Üstelik Kurtköy’de değil, Pendik’te öğretmenlik yapacaktı artık.
Kayıt işimi kendi başıma halletmeye kalktım. Arkadaşım Serdar babası ile birlikte gidiyordu kayıt olmaya. Ben de onların peşine düştüm. Pendik Lisesi’nin kayıt bürosuna girdik birlikte. Nuri amcanın aldığı formlardan bir tane de ben aldım. Kendi bigilerimi doldurup onlarla birlikte görevli öğretmene uzattım. Önce ikimizin velisi de o sandılar. Fakat Nuri amca, nedenini bu gün bile çözemediğim şekilde, benim velim olmayı kabul etmedi. Benim babamın formumu imzalaması gerektiği söylendi. ’Babama imza atmayı zaten ben öğrettim. Onun yerine atarım !’ deyince güldü oradakiler. ’ Vallahi bak! Doğru söylüyorum!’ deyip, babamın imzasının nasıl olduğunu gösterdim onlara. Büyük harflerle ’MUSTAFA’ yazıyordu babam sadece. ’Olmaz !’ dediler. ’ İlle de baban gelsin!’ ’ İlhan öğretmenim gelse olmaz mı !’ diye sordum bu defa. ’Olur’ cevabını alır almaz koştum öğretmenime. Sevindi beni görünce. O da koşarak geldi adeta. Okulda öğretmenler tanıdılar onu. Beni kayıt ettirip, koruyup kollamalarını tembih etti.
Kitap listesini yazdık birlikte. Bütün kitaplarımı, defterlerimi, kırtasiye malzemlerimi ve bir de yeni çanta aldı bana öğretmenim.
Köye geldiğimde uçuyordum mutluluktan. Okulların açılmasını beklemeye falan tahammülüm yoktu. Hemen kahvenin bir köşesindeki masaya yerleşip açtım kitaplarımı. Daha o günden başladım derslerimi çalışmaya. Çay, su, sigara, kibrit için yerimden kaldıranlara falan hiç kızmadım. Gürültü, sigara dumanı umurumda olmadı. Namaz saatlerinde camiiye gittim üstelik. Müezzin İmam Ali amca vardı. Beni yanına oturtup, müezzinlik yaptırmaya başlamıştı. Güvercinler gibi uçuyordum ben o günlerde. Mutluluk böyle bir şeydi işte !
O güzel gün geldi çattı bile. Okullarımız açılıyordu . Pendik Lisesi’nin demiryoulu tarafında toplandı tüm öğrenciler. O zaman tek binaydı okul. Liseliler sabahçı, Ortaokullar da öğlenciydi. Saat on üçte derse giriyorduk biz. Müdürümüz ; Pendik Lisesi’nin gelmiş geçmiş en önemli eğitimcilerinden, Ahmet ERİŞEN’di. Güzel bir konuşma yaptı. Sert mizaçlı değildi. Öğrencileri korkutan bir yapısı yoktu onun. Daha sonra müdür yardımcısı yeni kayıt olan herkesin tek tek adını ve numarasını okuyup, sınıflarını söyledi.
En alt kattaydı sınıfım. En kısa boylu olduğum için de en ön sıraya, benim gibi kısa boylu olan, kalorifercimizin oğlu Ali ile birlikte oturduk. Ali, kıvırcık saçlı ve esmerdi. Basbayağı ’ zenci’ tipi vardı onun. Çok ilginçti ve sevimliydi üstelik. Sınıfımızın olduğu katta anne, baba ve Ahmet ağabeyi ile birlikte kalıyordu. Ağabeyi bizden iki yaş kadar büyüktü ve o da aynı okulda okuyordu.
Bir teneffüste dışarıya çıktığımda babamla karşılaştım. Elindeki pazar çantasına bütün defter ve kitaplarımı doldurup getirmişti. Hepsini birden yanımda getirmem gerektiğini , unuttuğumu sanıp bana getirmişti. Benim kadar değil, daha fazla heyecanlaydı babam. Güleçti yüzü o gün. Geri dönerken de asılmadı suratı. Beni Pendik’te ortaokulda görmek, büyük mutluluktu onun için.
Sınıf öğretmenimiz, aynı zamanda Fen Bilgisi ( Bioloji) öğretmenimiz olan Behice YALKIN’dı. Kısa boylu, zayıf, sert mizaçlı ve kırklı yaşlardaydı o. Sanırım yakın için olacak, gözlük takardı. Gözlüğünün üzerinden baktığında korkardık hepimiz. Kimseyi dövmesine, bağırmasına falan gerek yoktu ; bakması yetiyordu.
Fen Bilgisinin diğer dersleri için Fatma TUNÇAY hanım geliyordu. Tam bir anne, tam bir öğretmendi o da. Gençti üstelik. Edebiyat öğretmenimiz Nurdan ERBAY, en genç, en güleç öğretmenimizdi. Matematik öğretmenimiz Ali Rıza ALGAN, emekli bir subaydı. Tarihçimiz Nazmiye hanım , en yaşlı öğretmenimizdi. İngilizce öğretmeni Esin hanım ise, gerçek bir İngiliz hanımı görünümündeydi. Müdürümüz Ahmet ERİŞEN de Din ve Ahlâk dersimize giriyordu. Tabii bir de beden öğretmenimiz vardı : Şinasi bey.
Kurna, Kurtdoğmuş, Emirli, Kurtköy, Şeyhli, Yayalar ve Dolayoba köylerinden, toplam on bir kişiydik okula gelen. Aramızda tek kız öğrenci bile yoktu. Sonraki yıllarda Yayalar köyden Mine adında bir kız katılmıştı aramıza. Köylerimizden her saatte minibüs olmadığından, bir iki saat önceden gelirdik Pendik’e. Ayakta durmak şartı ile, bir lira yerine elli kuruş öderdik minibüse. Üç lira harçlık verirdi babam. Yüz elli kuruşa her gün lokantada bir tabak yemek yerdim. Kalan elli kuruş da gazoz param olurdu. Yemek yedikten sonra doğruca okul kütüphanesine gidip ders çalışırdım. Daha ilk günlerde kendimi göstermeye başladım yine sınıfta. İlk on notumu İngilizceden aldım. İki de kız vardı çalışkan. Bir numaramız Seher KAHYÂOĞLU idi. Mahinur USLU ile ben onun peşindeydik. Bir kaç da iki yıllık arkadaşlarımız vardı. Bunlardan Gülten (ÜN) abla, sınıf başkanı oldu. Yıllar sonra ilk önce fotoromanlarda daha sonra da dizi ve filmlerde Gül ERDA olarak izlemiştim onu.
Diğer öğrenciler gibi benim de en çekindiğim öğretmen Behice hanımdı.
26- BEHİCE YALKIN ÖĞRETMENİ / ANNE/M.
Sınıfın bir numarası Seher, ince, orta boylu, sarışın ve sevimliydi. Kendini tamamen ders çalışmaya vermişti. Tam aradığım tipte biriydi ama sanırım erişemeyeceğimi çok iyi bildiğim için âşık olmaya kalkmadım ona. Mahinur esmer, biraz daha dolgun vücutlu, Seher’e özenen ama onun kadar başarılı olamayan bir subay kızıydı. (Kanser hastası bir annesinin olduğunu, evde tedavi gördüğünü daha sonra öğrenmiştim.) Bir Figen vardı ; benim boylarımda, sarışın ,kısa saçlı ve ince. Galiba bana asılıyordu. Sınıfın çalışkanlarından değil de tembellerindendi. Rahatsız oldum onun hareketlerinden. O, bana olan ilgisini belli etmekten hiç çekinmedi. Fakat ben ona yüz vermemeye özen gösterdim.
Köydeki muhtarın kızından umudum yoktu, üstelik göremiyordum bile ama yine de aşksız geçecekti orta okuldaki ilk yılım.
İngilizce ilk sözlüden on alıp havalara uçtuktan sonra, yavaş yavaş diğer derslerin de yazılıları başlamıştı. Resim ve Beden derslerinde pek başarılı olamıyordum. El yazısını o yıl öğrenmeye başladık. Önceleri bocaladım fakat Nurdan hanımın anlayışlı yaklaşımı sayesinde onu da kavradım.
Behice hanımın yazılısı gelip çatmıştı. Korkusu günler öncesinden başlamıştı sınıfta. Ben diğer derslerim gibi çalıştım. Yazılı günü şaşırdım biraz. Sorular fazla kolay gelmişti. Kendimden şüphe ettim. Acaba yanılıyor muydum ?
Bir hafta sonra Behice hanım sınıfa girdiği andan itibaren korku filmi sessizliği sardı sınıfı. Yazılı notlarını okuyacaktı. Onu karşılamak için ayağa kalktığımızda, gözlüğünün üstünden bir bakış fırlattı bize. Kalplerimiz duracak gibi oldu o an.
- Nasılsınız bakalım ?
- Sağol !
- Oturun.
Masasına giderken, yazılılarımızı okuduğunu ve sonucun rezalet olduğunu söyleyince, az sonra infaz edilecek mahkûmlar gibi hissetmeye başladık kendimizi. En arka sıraya, başkanımız Gülten ablanın yanına oturup not defterini açtı. Spor toto oynamış gibi notları okumaya başladı. ’ Bir, iki, bir, üç, iki, bir....’
Benim de hiç bir umudum kalmadı. Öyle bir not da benim alacağıma inandım. Numaram iki bin yüz elli üç olduğundan, en sonlarda okunacaktım. Bana gelinceye kadar en yüksek notu Seher almıştı. O da yedi idi ve çok sevindi.
- İki bin yüz elli üç !
Oturduğum en ön sırada sessizce yerimden kalkıp ,
- Burdayım hocam, dedim.
- İki bin yüz elli üç, Fikret TEZEL ! ( Yirmi yaşıma kadar Tezel’di soy adım.)
Ben korkudan sesimi yükseltemeyerek ( Nasıl olduysa altıma kaçırmadan ) tekrar,
- Burdayım hocam ! diye cevap verdim.
- Yok mu bu çocuk ? diye sordu bu defa. Yanında oturan Gülten abla, beni işaret ederek ;
- Orada, en önde hocam, dediğinde,
- Çık bakalım şöyle ortaya doğru da, boyunu posunu bir görelim senin, dedi, alaylı bir ses tonu vardı. Çok korktum. Çok büyük bir suçlu gibi hissettim kendimi o an. Çok büyük bir ceza ve alay edilme, aşağılanma endişesi sardı beni. ( Yine de altıma kaçırmamış olmam mucize ). Yavaşça sıramdan çıkarak orta yere doğru yürürken, başımı kaldıramıyor, kimsenin yüzüne bakamıyordum.
- Vay, vay, vay ! Sen boyundan büyük numara almışsın ! Aferin sana ; sekiz..
Anlayamamıştım, inanamamıştım çünkü. Halâ alay edildiğimi sanıyordum. Yerime otururken çocukların şaşkınlıkları ve takdir eden sözleri sayesinde inanabildim ancak. En yüksek notu ben almıştım.Yavaş yavaş az önceki endişelerimin yerini sevinç, mutluluk ve gurur almaya başladı. Az önce ışığı sönen gözlerim yeniden aydınlandı ve parladı.
Teneffüs zili çaldığında kendimi bahçeye atmaya, kuşlarla uçma yarışı yapmaya niyetlenmiştim. Fakat Behice hanım, yanıma kadar gelip,
- Sen çıkma teneffüse. Biraz konuşalım bakalım, deyip oturdu.
- Anlat bakalım ; kimsin sen, neyin nesisin ?
Her şeyimi anlatmaya çalıştım ona.Annemle babamın ayrıldığını, annemin beni babamın yanına gönderdiğini, babamla birlikte kahvede yatıp kalktığımızı, okumam için bana İlhan öğretmenimin yardımcı olduğunu, her şeyi....
O hepimizi çok korkutan gözlüğünü çıkardı önce. Elini sırtıma götürdü. Sarıldı bana. O az önce herkes gibi benim de çok korktuğum insan, annem gibi sarılmıştı bana. Yüreğime kadar işlemişti sıcaklığı.
- Bundan sonra kimseye, annem yok demiyeceksin ! Ben, Behice hanımın oğluyum diyeceksin, derken ıslaktı gözleri. O kaskatı bildiğimiz kadın, basbayağı ağlıyordu şimdi benim yanımda. Utanır gibi oldu bir an. Çünkü gizli falan değil, ap açık akıyordu göz yaşları. Elini aldı sırtımdan. Ayağa kalkıp gözlüğünü taktı yine.
- Hadi bakalım, çık biraz hava al şimdi ! Sadece derslerini çalış sen. Hiç bir şeyi de kafana takma, tamam mı ? deyip uzaklaştı.
Dışarı çıktığımda, kuşlarla yarış etmeme gerek kalmamıştı. Behice annem beni elleriyle kaldırıp bulutların üzerine çoktan oturtmuştu bile !
Bir sonraki gün hediye kitaplar, kalemler getirdi bana. Öğretmenler odasına çağırıp ölçülerimi aldılar. İlk bayrama yetiştirildi ısmarlama takım elbisem, kumaş paltom ve ömrümde ilk defa giyeceğim kauçuk tabanlı iskarpin ayakkabılarım.
O günden itibaren adım okulda, ’Behice hanımın Fikret’i ’oldu. Diğer öğretmenlerim de çok sevdiler beni. Ben de elimden geldiğince lâyık olmaya çalıştım onlara.
Ezber yeteneğim çok iyi olmasına rağmen, ikinci devre Tarih dersinden başarısız olmaya başladım. Bütünlemeye bırakılmam gerektiği halde, kurul kararıyla geçtim. Tarih hocamız Nazmiye hanım kalmamdan yanaymış aslında.
İkinci sınıfın ilk günlerinde bizzat kendinden duyduğumda, başarısız bir yılın beni beklediği içime doğmuştu adeta....
27 - KURTKÖY’DE’ EZO GELİN ’ÇEKİLDİ .
O sene tüm köylerden gelen on bir öğrenciden sadece bana kısmet oldu sınıf geçmek. Ben de daha önce söylediğim gibi ; Tarih dersinden kurul kararıyla geçmiştim. Hepimiz beş sınıfa bir öğretmenin, sonraları bazılarımız , beş sınıfa iki öğretmenin olduğu köy okullarından mezun olmuştuk. Şehir okullarında okuyan çocuklarla yarışmamız pek kolay değildi. Bende doping var sayılabilirdi. İlhan ve Behice öğretmenlerim, içinde bulunduğum sefaletten okuyarak kurtulabileceğimi aşılamışlardı bana. Hem , onlara söz vermiştim ben. Aşırı gayret ettim okumak için. Belki de sırf bu yüzden geçebildim sınıfımı. En ilginç olanı , İngilizce’den sürekli Pekiyi almam olmuştu.
O yaz köylerimize elektrik gelmeye başladı. Ağaç direklerle donatıldı köyler. Şimdi olsa ,sönük yanan fenere benzeteceğimiz sokak lâmbalarının aydınlattığı sokaklar, gündüz gibi geldi bize. Sabahlara kadar dolaşmak, oynamak istedik. Remzi beyin kahvesine döşenmişti ilk önce. Merakımdan gidip girdim kahveye ; gözlerimi alıyordu, parıl parıl ışıklar. Bizim kahvenin sahibi İbrahim ağa, yaptı yine oyun bozanlığını ! İlle de babamın döşetmesi gerekir diye inatlaştı. Oysa biz kiracıydık. Mal sahibi olarak onun döşetmesi gerekirdi tesisatı. Sonunda kiraya okkalı bir zam karşılığında razı olmuştu ancak.
Şeyhli köyün muhtarı, köyün okul müdürü ile ortaklaşa sinemacılığa başlamışlar. Bizim köye de geldiler. Tabii yine Konyalı’nın kahvesine. Muhtarın Tempo minibüsü vardı. Büyük oğlu Burhan ağabey ve biz akran ,küçük oğlu Orhan vardı. Gittikleri köylere beni de yanlarında taşıdılar. Ben artık Pendik’teki Konak kuru yemişçiden kilo ile aldığım kuru yemişleri, naylonlara paketleyerek, sinemalarda satmaya başlamıştım. En çok da kabak çekirdeği tutuluyordu o zamanlar.
Sinema makinelerinin taşınmasına, kurulmasına yardım etmeye başladım. Bu arada, bir taraftan da öğrenmeme izin verdiler. Film afişlerini, gittiğimiz köylerin sokaklarında gezdirip, dolaştırıyor, reklâm ediyordum. Daha sonra da bir taraftan plâk çalıyor, diğer taraftan da kuru yemişlerimi satıyordum. Yazın gittiğimiz köylerde, bahçelerde film gösterdiğimiz için, direk aralarına asıyorduk perdeyi. Genelde ben tırmanıyordum o direklere. Artık sinemacı çırağı olmuştum.
En çok Aydınlı köyünde seviyordu beni insanlar. Özellikle kadınlar, sırf sevdikleri için alıyorlardı kuru yemişlerimden. Beyaz tenli, kumral saçlı, güler yüzlü bir kızla yakınlaşmaya başladık Aydınlı’da. Ne zaman gitsek, daha gündüzden gelirdi , oradaki film gösterdiğimiz ’ Hamamın önü ’ denilen bahçeye. Hiç konuşmazdık belki ama, bakışırdık ufaktan. Yanındaki kız arkadaşı ile sürekli konuşur, arada gülüşür, ama ille de bana yakın olmak isterdi. Gelmediğinde arardım onu, merak ederdim. Kuru yemişlerimden aldığında, ödediği parayı ayrı cebime koyar, harcamak istemezdim. (Hiç bir zaman, hiç bir kıza, bedava bir şey vermedim ben !) Sinemacılar da ben de en çok parayı Aydınlı’da kazanırdık. Çünkü en büyük ve en zengin köy orasıydı.
Okullar açılıp ikinci sınıfa başladığımda, sinemacılarla köylere gitmeye devam ettim. Kışın kahvelerde oynuyordu filmler. Kiramız artmış, okul masraflarım çoğalmıştı. Üstelik artık içki de satmıyorduk. Okuldan döndüğümde ders çalışmama zaman kalmıyordu. Ertesi gün okul saatinden önce bir saat kadar kütüphanede çalışıyordum.
İlhan öğretmenimin bir bebeği oldu. Adını ’ Cem ’ koydular. Sabahları erken gidip, hem Cem’le ilgilendim, hem de orada derslerime çalışmaya gayret ettim. Beceremedim ve ilk defa sınıfta kaldım. Öğretmenlerimden, çevremden, babamdan, herkesten utandım. Babamın niyeti artık beni okula göndermemekti. Üstelik ısrar etme hakkını kendimde göremiyordum. İlhan öğretmenime bile gitmeye yüzüm kalmamıştı ; gitmiyordum da..
O yaz, Kurtköy’e, tarihinde ilk kez bir film ekibi geldi. Uğur Film (Memduh Ün), Ezo gelin filminin demirci dükkânı sahnelerinin çekimi için burayı seçmişti. Fatma Girik, Tugay Toksöz, Atıf kaptan,Cenk Er, Sırrı Elitaş, Gülten Ceylân, Nezihe Güler, Ahmet Kostarika aklıma gelen isimler. Yönetmen de Orhan Elmas. Hasan ustanın demirci dükkânı, bizim kahveye çok yakındı. Ekip, barınmak için bizim kahveyi seçmiş. Eşyalarını koymak, yemeklerini yemek, kıyafetlerini değiştirmek ve dinlenmek için kahvemizi ve bahçemizi kullandılar. Bütün köy, sinemaya gider gibi toplanıp, onları seyretti.
Nezihe Güler ve Gülten Ceylân ilgilendiler benimle ; yanlarına alıp sevdiler. Fatma Girik, adeta hiç görmedi bile. ’ Bu ufaklığı da artist yapsanıza !’ diyen köylülere ; ’ Sakın ha ! Bizim gibi aç kalmak mı istiyorsun ?’ diye cevap verdi Gülten Ceylân. ’ Neden olmasın ? Çok sevimli. Üstelik de yakışıklı !’ diye söze karıştı Tugay Toksöz. Hemen yanına koşup, kolunun altına girdim onun. Hoşuma gitmişti söyledikleri. Galiba umutlanmıştım.
Sınıfta kalmıştım. Babam beni tekrar okula göndermek istemiyordu. Oysa, kurtulmam gereken bir sefaletim vardı. Şimdi yeni bir yol görünmüştü bana kurtuluşum için.
Kafaya koymuştum ; artist olacaktım !
28 - OKUMAK YERİNE ARTİST OLMAK.
Babamla aramızda soğuk rüzgârlar esmeye başlamıştı artık. Her fırsatta kızıyor, azarlıyordu. Ben de karşılık vermeye başlamıştım üstelik.
Aktör diye bir şey bilmezdik biz. Erkek oyuncuya da kadın oyuncuya da artist derdik sadece. Çok kişide vardı artist olma merakı. Herkes adeta keşfedilmeyi beklerdi. Kimi sesiyle, kimi güzelliği- yakışıklılığı ile kimi de oyuınculuğu ile. Evden artist olmak için kaçan çocuklar, delikanlılar ve genç kızlar çok olmuştur, özellikle o yıllarda. Çoğu harcanmıştır o yolda. Gerçekten artist olma şansına erenler de olmamış değildir tabii !
Gazetelerde boy boy ilânlar çıkar, böyle hevesi olanlar çeşitli yollarla sömürülür ya da çirkin tuzaklara düşürülürdü. Bu ilânlardan birine ben de mektup yazdım bir defasında. Para istediklerinde ise vaz geçtim.
Sinema, artistler deyince, Yeşilçam gelirdi akıllara. Film şirketlerinin ve tüm artistlerin bulunabileceği yer Yeşilçam’dı. Tugay Toksöz’ün de orada bulunduğu aklıma geldi ve kaçıp Yeşilçam’a gitmeye, Tugay Toksöz’ü buluıp, ondan artist olmak için yardım istemeye karar verdim.
Babamla yaşadığımız son tartışmayı bahane edip, kaçıp gideceğimi de söyleyip, atladım Pendik minibüsüne. Fakat yanıma fazla para almamıştım. Uzun süre sokaklarda dolaşıp, nasıl para bulacağımı, Yeşilçam’a nasıl gidebileceğimi düşünürken, kahvemizin sahibi İbrahim ağanın oğlu Hasan ağabey, Feka minibüsü ile (Pilâkası hala aklımda : 34 DV 181) yanımdan geçerken beni farketmiş. Kaçtığımdan da haberi olduğundan, yanımda durup, bir de tokat patlatıp arabaya aldı beni. Yolda sürekli nasihat etti bana. Babamın benim için ne fedakârlıklara katlandığını, yaptığımın nankörlük olduğunu söyledi ve getirip babam teslim etti beni. Artistlik hayalim başlarken bitmişti böylece.
O yaz Feridun ağabeyimin ilk ve son defa beni görmeye geldiğini hatırlıyorum. Babama çok soğuk davrandığı da aklımdan çıkmaz. Soğanlık’a gelin giden Nermin ablamın üç çocuğu olduktan sonra, eşi bir trafik kazasında ölmüştü. Bir iki defa o da geldi Kurtköy’e. Hatta ben de Soğanlık’a onları ziyarete gittim. Eşi ile birlikte, Almanya’ya çalışmaya giden Necla ablam da yaz tatilinde kahvemizin karşısındaki yolda durdurdukları arabanın içinden bana seslenirler, getirdikleri gömlek-gravat gibi hediyeleri bana verirlerdi. En çok aklımda kalan, eniştemin bana, arabadan ’’Berduuuş !’’ diye seslenmesidir.
Sonunda okullar açılmadan İlhan öğretmenim de köye geldi ve babamı beni tekrar okula göndermesi için razı etti. Babam ona o kadar saygı duyardı ki ; itiraz etmesi mümkün değildi. Canım öğretmenim , beni yine çok sevindirmişti.
Güzel günler yeniden başladı benim için. Tekrar sınıfın en çalışkan öğrencisi oldum. Dersimize gelmese de ilgisini benden esirgemedi yine Behice annem ! Yeniden adımı duyurmaya başladım çalışkanlığımla.
Sinemacılarla birlikte köylere gitmeye, kuru yemiş satmaya ve sinemacılığı öğrenmeye de devam ettim. İki yıllık olduğum için , dersler oldukça kolay geldi o yıl. Hiç zayıf falan getirmeden, başarılı bir şekilde geçtim üçüncü sınıfa.
Şeyhli köyünden ’’Maça ’’ lâkaplı, asıl mesleği minibüsçülük olan, kısa boylu, kel kafalı, benim gibi zayıf biri olan İsmail ağabey, ’’Yakacık’lı Turan’’ lâkaplı diğer bir sinemacıdan aldığı, Alman malı Tetra marka makineyle sinemacılığa başladı.(Muhtar’ın makinesi Ukrayna idi) İsmail ağabey, beni kendisine çıraklık etmeye ikna etti. Hem kuru yemiş satacak, hem de yevmiye alacaktım ondan.
Artık, köyler arası ,geceleri yol yürümek falan yoktu. Kurtköy’den alıp, yine Kurtköy’e bırakıyordu beni İsmail ağabey. Makinistliği tamamen bana bırakmaya başladı. Hatta İstanbul’a film almaya bile beraber gittik önceleri. Daha sonra da tek başıma gitmeye başladım . Ben daha iyi seçiyordum filmleri.
Yazın bahçelerde gösterdiğimiz filmleri, bir tarafta kadınlar, diğer tarafta oturan erkekler birlikte seyrediyorlardı. Kışın ise kahvelere kadınlar gelmiyor, onlara tatil
günlerinde okullarda, köy binalarında gündüz matineleri yapıyorduk. Yazın daha çok aile filmleri (Aşk- komedi-müzikal), kışın ise kavgalı, savaşlı ya da türkülü filmler oynatıyorduk.
Sonunda Yeşilçam’ı da öğrenmiştim işte. Filmcilerimizden biri - Nuş Film - tam da Yeşilçam sokağının içindeydi. Fakat hiç de hayâllerdeki gibi muhteşem falan değil, tam bir batakhane görünümündeydi. Ara sıra figuranları, baş rol oyuncularını gördüğümde, köylerde övünerek anlatıyordum. En çok Necdet Tosun’u gördüm. Beyoğlu emniyet amirliğinin yanındaki, Erler Film’in olduğu binanın altındaki köftecinin önünde oturur, iş için çağırılmayı beklerdi. Şimdi düşünüyorum da ; o kücük tabure, o koca vücudu nasıl çekerdi acaba ? Rahmetli, ne kadar sevimli idi ! Ayşecik’li, Ömercik’li, Yumurcak’lı filmleri halâ seyrediliyor ve de gülünüyor.
Bir süre sonra aynısından ikinci bir makine daha aldı İsmail ağabey. O bir köyde, ben başka köyde sinema oynatmaya başladık. Fakat sonradan aldığı makineyi pek beceremiyor, onu bana veriyordu. Bu defa diğerini de beceremeyince, öfkeden deliye dönüyordu. Bu öfkeli anlarından birinde ; ’’ Şunu sana vereyim! ’’ dedi. Tabii, o gün arıza yapanı, çalıştıramadığını. Şaka zannettim yine de. ’’ İstemez misin?’’ dedi. Nasıl istemezdim? Bozuk olduğu falan umurumda değildi. Ben nasılsa çalıştırabilirdim.
- Ağabey, bende para ne gezer ?
- Altı bin liraya aldım. Aynı fiata veririm sana !
- İyi ama ağabey !
- Ayda beş yüz ödeyemez misin ?
Birden havalara uçtum . Benim de bir makinem olacaktı. Sinemacı olacaktım.
- Ödemez olur muyum ağabey ?
- Öyleyse ,verdim gitti ! Al götür makineyi !
Allah’ım, bir ödül müydü bu, yoksa ceza mı ? Beş kuruş peşinat bile vermeden sinema makinesi sahibi olmuştum. Rüyamda görsem inanmazdım. Fakat, aslında bir rüya mıydı yoksa. Birazdan uyanacak mıydım ? Uyandığımda, yanımda makinem olmayacak ve ben üzülecek miydim ?
29 - SİNEMACI OLDUM / OLAMADIM !
İsmail ağabeyin, hiç peşinsiz bana sattığı, Alman malı Tetra marka 16 mm. sinema makinesi ,üç parçadan oluşmaktaydı. Projeksiyon ve amfiden oluşan ana parça, trafo ve hoparlör. Kahvemize kadar da minibüsü ile getirivermişti.
Makineleri kahvemize indirdiğimde, ben çok neşeliydim elbet. Babam ise oldukça şaşkındı.
- Bu makine bizim artık ,edim babama.
- Nasıl yani ,dedi merakla. Kahvedekiler de meraklı bakışlarla bizi izlediler.
- İsmail ağabey , hiç peşinsiz ,ayda beş yüz taksitle, toplam altı bin liraya bana sattı..
- Allah Allah, dedi babam.
O gece yine heyecandan rahat bir uyku uyuyamadım. Yatıncaya kadar oynamıştım makinemle. Ertesi gün İstanbul’a gidip film alacaktım. Hava ışımadan kalkıp hazırlanmıştım bile. Babamdan yüz lira para aldım. Elli- altmış liraya kiralanabiliyordu bizim filmler.
En yeni ve piyasanın en tanınmış filmleri ’darfilm’ şirketinde olurdu. Diğerleri onun yanında, sıradan şirketlerdi. ’darfilm’ Galatasaray Lisesi’nin yan sokağındaydı. Yerini çoktan öğrenmiştim. Şeyhli muhtarı filmleri oradan alıyordu. Burada aynı zamanda, muhtarın makinesinin markası olan ’Ukrayna’ makineleri ve büyük sinemalarda kullanılan 35 mm. lik makineler de satılıyordu. İlk önce oraya gittim ben. Kurtköy’de oturduğumu, Şeyhli muhtarı ve ortağı olan Özcan öğretmenin beni tanıdığını, Tetra marka bir sinema makinesi aldığımı ve onlardan film kiralamak istediğimi anlattım.
İki bölümden oluşuyordu orası. Ön taraf, ücretlerin ödendiği, faturaların kesildiği büro. Arka taraf ise filmlerin depolandığı yer. Kısa boylu, gözlüklü, yarı kel , esmer ve Karadeniz’li idi yetkili Mustafa Erdem bey. Faturaları kesen, sarışın da bir sekreteri vardı, yan masasında oturan.
- Sizin köyler için Muhtar ve Özcan beye film veriyoruz biz. Sana vermemiz mümkün değil, deyip kestirip attı Mustafa bey. Fazla konuışmama da fırsat vermediler, çünkü işleri çok yoğundu. Ben de doğruca, İsmail ağabey ile birlikte film aldığımız, Yeşilçam sokağındaki Nuş Film’e gittim. Hüseyin ağabey idi, oradaki yetkili. Patronu Kâmuran ağabey oraya pek uğramazdı. Hüseyin ağabey tek başına çalışırdı. Hiç tereddüt etmeden elli liramı alıp, istediğim filmi verdi bana.
Öncelikle yakın köylerden başlayarak, o akşam hangi köyde sinema yoksa oraya gidip sinema oynatmaya başladım. Makinem pek sağlam değildi ama idare etmeye çalışıyordum. Dönüşüm için akşamdan kiralık araba ayarlıyordum gittiğim köylerden.
Bir hafta bile geçmemişti henüz. İsmail ağabey kahvemize geldi. Babamla birlikte oturduk yanına. Çay ısmarladık.
- Yahu benim biraz kafam karışık, diye başladı söze.
- Hayırdır inşallah, dedim ben. Babam dinlemeyi tercih etti.
- Yahu sen, çok küçüksün. Yarın, bir gün, bu makineyi düşürüp kırsan, ben neyini alacağım senin ?
- Niye düşüreyim ağabey ? Kafasına koydukları için bahane uydurmaya çalıştığı belliydi.
- En az iki bin lira peşinat istiyorum ben , deyip, kestirip attı.
O kadar parayı, biz hiç bir arada görmemiştik. Bulabileceğimiz de aklımıza bile gelmemişti. Arabasına yükleyip götürdü makinemi.
- Film, Hüseyin’in mi ? Ben yarın gidiyorum, götürürüm...
Oyuncağı elinden alınmış, küçük bir çocuk gibi kaldım öylece.
- Ben böyle bir şey bekliyordum bu heriften ,dedi babam. Öfkeyle yaktı sigarasını. Kahvedekiler bir anda acıdılar halimize. Teselli edici sözler söylemeye çalıştılar.
- Sadece Maça’nın mı makinesi var ? Siz de başkasından alırsınız. Hatta yenisini alırsınız !
Evet ; sadece Maça’nın makinesi yoktu. Parayı verdikten sonra başkasından da alınabilirdi. Ama bizim o kadar paramız hiç olmamıştı ki !...
30 - PARAMIZ VAR, KEFİLİMİZ YOK !
Kahvemiz müşterileri arasında, hatta köy kadınlarının bile çoğunda dert olmuştu, makinemin geri alınması. Herkes biliyordu artık , iki bin lira peşinat gerekiyordu yeni bir sinema makinesi alabilmem için.
Bu parayı verebilecek belki de tek insan , en yakınımızdaydı aslında : Kahvemizin sahibi İbrahim ağa ! Fakat bu adam, iyilik yapmaya, yardım etmeye, hiç de meraklı biri değildi. Geri alabileceğinden emin olduğu kişilere de ancak faiz karşılığı verirmiş. Fakat, eşi Müzeyyen teyze beni çok severdi. Dükkâna geldiğinde beni görmeden, sevmeden gitmez, bazen kahveye yemek getirir, bazen de eve yemeğe çağırırdı.
Müzeyyen teyze de duymuş tabii bu olayı. Beni bir gün eve çağırdı. Sebebini bilmeden gittim. Evleri iki katlı ve bahçeli idi. Üst katta, oğulları Hasan ağabey otururdu. Gelinleri Süheyla yenge, İstanbul’dan gelmiş, çok güzel ve mütevazi biriydi. Beni o da çok severdi. Köylüler Hasan ağabeyi ona yakıştıramaz ; ’ Yazık bu kadına!’ derlerdi. Çapkındı çünkü Hasan ağabey. O zamanın minibüsçüleri hep çapkın olarak bilinirdi ama Hasan ağabey (Lâkabı, Köylü Hasan ), en çapkın olanlarından biriydi. Kapıyı Müzeyyen teyze açıp, hemen holdeki sediri tarif ederek oraya oturmamı istedi.
- Nasılsın Fikret ?
- Sağol Müzeyyen teyze ! Sen nasılsın ?
- Maça, sinema makineni geri almış galiba !
- Sorma Müzeyyen teyze, aldı valla ,derken gözlerim yaşlanmıştı. Bu halim dokunmuş olacak ki, yanıma yaklaşıp elini omzuma attı. Bu defa daha fazla duygulanıp ağlamaya başladım.
- Üzülme, gün doğmadan neler doğar.
- Sen çok mu istiyorsun, sinema makinesini ?
- İstemem mi Müzeyyen teyze ?
- Peki becerebilir misin onu kullanmayı falan ?
-Ohoo ; çoktan öğrendim ben. Özcan öğretmeninkini de Maça’nınkini de ben kullanıyorum zaten ! Ayağa kalkıp holden açılan kapıdan odaya girdi. Biraz sonra elinde gazeteye sarılı bir şeyle geldi. Tekrar yanıma oturdu. Elindeki paketi işaret edip ;
- Bak oğlum ; burada tam iki bin lira var. Git sinema makineni al. Sanırım bu ilk peşinat olacakmış. Tamamı herhalde dokuz bin lira kadarmış.
- Evet Müzeyyen teyze. Dokuz bin lira. Sordum, öğrendim ben.
- Çok çalışıp taksitlerini ödeyeceksin. Sonra da bu parayı bize ödeyeceksin.
Çok sevindim ben. Ne diyeceğimi bilemedim. gözlerim halâ yaşlıydı ama bu defa mutluluktan, sevinçten . Kaptım parayı ve hemen ayağa kalktım.
- Allah razı olsun Müzeyyen teyze, deyip ellerine sarıldım, öptüm. Hemen kapıya koştum. Arkamdan halâ bir şeyler söylüyordu ama ben dinlemiyordum.
Koşarak geldim kahveye kadar. Doğruca babamın yanına , ocaklığa girdim. Elimdeki paketi göstererek ; içinde iki bin lira olduğunu, Müzeyyen teyzenin sinema makinesi almam için verdiğini söyledim. Çok sevindi babam da. Gözleri ıslanıverdi bir an. Kahvedeki herkes duydu bizi. Bizimle birlikte sevindiler, mutluluğumuzu paylaştılar.
O gün koşarak çalıştım kahvede ama aklım sinema makinesindeydi. Bütün gece rüyalarıma girmişti makinem. Sabah babamla birlikte uyandım. Babam, İsmail amcaya kahveye bakmasını tembihlemişti. Şimdi onun gelmesini bekliyorduk. Ne zaman işi olduysa babamın, kahveyi hep İsmail amcaya bırakırdı. Babamdan daha yaşlı, zamanında Kartal’da kahvecilik yapmış, bize her konuda yardımcı olan, iyi bir insandı o.
İsmail ağabey gelir gelmez yola koyulduk. Minibüsler de oluyordu erkenden. Pendik, Kadıköy, Karaköy derken,Bankalar caddesinden dolmuş taksilere binip, İstiklâl caddesinden Galatasaray’a geldik. O zaman dolmuş olarak kullanılan taksiler, şimdilerde antika olarak geçiyor ve çok da para ediyor. (Buick, İmpala, Chevrolet,Dodge). Dolmuştan inince biraz daha yürümek gerekiyor ’ darfilm’ e kadar. Tam da Galatasaray Lisesi’nin yan sokağında.
Satş mağazası, film kiralanan yerin az daha aşağısında. Adeta baskın yapar gibi girdik içeri. Heyecanlıydık çünkü. Oradaki herkesin dikkatini çekti girişimiz.
- Buyurun ,birini mi aradınız ,diye sordu masa başında oturan adam. Karşısında duran koltuklara oturduk babamla karşılıklı olarak.
- Biz Ukrayna almaya geldik ! 16 milimlik ,dedim,bilgece ve de biraz da kasılarak.
- Paranız var mı peki ,diye sordu adam .
Gazeteye sarılı paraları çıkardım masanın üzerine.
- Tam iki bin lira. Kalanını taksitle ödeyeceğiz.
- Peki kefiliniz var mı ,diye sordu bu kez. Hiç aklımıza gelmemişti kefil olayı. Başımızı öne eğip , mağlûbiyeti kabul edenler gibi düşünmeye, üzülmeye başladık yeniden.
31 - İŞTE BENİM MAKİNEM !
Daha önceden öğrendiğim gibi ; tamamı dokuz bin lira idi almak istediğim sinema makinesi. İki bin lira peşinat da yeterli idi. Ayda beş yüz liralık on dört tane senet yapılması gerekiyordu ve bu senetlere mutlaka bir kefil göstermemiz şarttı. Babamla kara kara düşünmeye başladık. Köye dönsek kefil bulabileceğimize inanıyorduk ama makinemizi almadan köye dönmek de istemiyorduk. Babamın aklına, ablamı evlâtlık verdiğimiz insanlar geldi. Sabiha hanımın kızı Ümit hanım ve eşi Remzi bey bize kefil olurlardı herhalde. Babamı duyduğum anda atıldım olaya :
- Kefilimiz olmaz olur mu ? Var elbet ! Hem de Merkez Bankası’nda çalışıyor ! Karı-koca, ikisi birden !
- Kimmiş bakalım bunlar ,diye sordu hemen adam.
- Remzi Etker – Ümit Etker !
Bir süre duraksadı adam..
-Siz nereden tanıyorsunuz onları ?
-Akrabamız bizim .
-Peki, size kefil olurlar mı ?
-Olmaz olurlar mı ? Elbette olurlar.
-Siz biraz bekleyin bakalım, deyip masasından kalkarak, mağazanın arka tarafındaki merdivenlere yönelip, üst kata çıktı adam. Biraz sonra döndüğünde, oradaki bir görevliyi yanımıza vererek, aynı yere bizi gönderdi. Bizi saygılı bir şekilde karşıladı satış müdürü. Masasından adını okuyorum: Uçkun ERTENÜ.
-Demek ki siz Mukaddes’in babası ve kardeşisiniz, öyle mi ,diye sorduğunda, hiç düşünmeden ‘’ Evet !’’ dedik.
-Peki Remzi beyin sizin makine almak istediğinizden haberi var mı ?
-Yok ama söyleriz.
-Peki, kefil olup olmayacağını sordunuz mu ?
-Sormadık ama olur !
Bir süre duraksadı, güldü için için. Sonra çoktan hazırlamış olduğu senetleri bana uzatıp, bankayı bilip bilmediğimi sordu. Film almaya gelirken, Bankalar Caddesi’nde Merkez Bankası yazısı gözüme çarpmıştı birkaç kez. Merkez Bankası’nın tek olacağını tahmin ettiğim için, hiç tereddütsüz, bildiğimi söyledim .
-Hadi bakalım, git bu senetleri imzalatıp getir , dediğinde, senetleri almamla koşmaya başlamam bir oldu.
Galatasaray’dan bindiğim dolmuşlarla, Bankalar Caddesi’ne geldim. Banka, durağa çok yakındı. Kapıdaki güvenlik görevlisi, ne istediğimi sordu. Remzi ve Ümit Etker isimlerini verdiğimde, bankada öyle birilerinin çalışmadığını söyledi. Nasıl olur ? Yalan söyleyecek insanlar değildi onlar. Hem, her gidişimde bana verdikleri güneş görmemiş harçlıkların, Merkez Bankası’ndan verildiği de kesindi. Görevlinin sonradan aklına geldi: Unkapanı’nda da bir binası varmış bankanın. Orada olabileceklerini söyleyip, tarif etti bana nasıl gidileceğini.
Bankalar Caddesi’nden Unkapanı’na kadar koşarak gittim. Hiç de zor olmadı bulmam. Oradaki görevliye isimleri verdiğimde hemen tanıdı. Sevindim bu defa. İçeriye telefon ettikten sonra, çalıştıkları katı ve bölümü tarif etti. Koşarak gittim yine. Sadece Remzi beyi gördüm. Beni beklediği belliydi. Satış müdürü Uçkun bey, akrabalarıymış. Telefonla olayı anlatmış. Remzi bey de, senetleri hazırlayıp göndermesini söylemiş. Beni görünce, önce eliyle sessiz olmamı işaret etti. Sonra yanına çağırıp senetleri istedi. Bir taraftan imzalarken, diğer taraftan ‘’Hayırlı olsun ! Çok çalış, senetleri öde de beni kuzenime mahçup etme,dedi.
İki dakika içinde senetleri imzalatıp, yeniden yola koyulmuştum bile. Sürekli koşuyordum ama yorulduğumu bile duymuyordum. Bankalar Caddesi’ne kadar yürüdükten sonra, oradan yine dolmuşa bindim.
Babam, beni görünce rahatladı. Merak etmişti tabii. Hem, İstanbul gibi bir yerde, daha önce hiç gitmediğim yerlere gitmiştim, hem de acaba senetleri imzalamışlar mıydı ?
Senetleri çıkarıp uzattım. Babam da gazeteye sarılı paraları uzattı. Şimdi sıra makinemin denenmesine ve çalıştırılmasının bana tarif edilmesine kalmıştı..
-Ben biliyorum,dedim. Yine de bir taraftan deneyip, bir taraftan da anlattılar. Bir sürü de yedek projeksiyon ve ses lâmbaları verdiler. Dört ana parçadan oluşuyordu makinem. Projeksiyon kısmı, amfi, trafo ve hoparlör. Hoparlörlerin (çift) bulunduğu çanta, aynı zamanda kablo ve filmlerin de konabileceği şekilde büyükçeydi.
Şimdi sıra film almaya gelmişti.
-Sizinkiler bana film vermiyorlar, dedim.
-Olmaz öyle şey, deyip yanımda geldiler. Mustafa bey, bu defa hiç tereddütsüz film vermeyi kabul etti. Bir de film tavsiye etti bana : Kahraman Süvariler. John Wayne’nın oynadığı bir Amerikan kovboy filmi idi ve çok da uzun bir filmdi bu. Bizim köylerde o zamanlar yabancı filmleri kimse seyretmezdi aslında ama o kadar ısrar etti ki almak zorunda kaldım.
Dört ağır parçadan oluşan makinemi, taşımak hiç de kolay olmadı. Babamla birlikte ikişer tane paylaştık. Hafif olanları bana verdi babam ama onları taşımam da pek kolay olmadı. En çok Bankalar Caddesi’nden Karaköy vapur iskelesine kadar taşımak zor oldu.
Zor da olsa köye kadar , neşeli bir şekilde geldik babamla. Henüz yaz mevsimi olduğundan bahçelerde gösteriliyordu filmler. Kahvemizin hemen arkasına bir kahve daha yapılmıştı o günlerde. Henüz perdemiz olmadığından, o kahvenin duvarını perde olarak kullanacaktım o gün. Kahvemizin bahçesine kurdum makinemi. Henüz pikabım da yoktu ama makinemle verdikleri bir mikrofon vardı. Afişi kahvemizin penceresine asıp, mikrofonla seslenmeye başladım.
-Dikkat, dikkat ! Bu akşam sinemamızda son yılların en muhteşem kovboy filmi : Kahraman Süvariler. Sinemamız bu akşam herkese bedavadır !
Çocuklar, adamlar doluştular birden. Herkesin ağzından aynı kelime çıktı :’’ Hayırlı olsun !’’
- Dikkat, dikkat ! Sinemamız başlamak üzeredir ! Lütfen yerlerimizi alalım..
32 - ADIM, SİNEMACI UFAKLIK OLDU !
Perde olarak kullandığımız, arkadaki kahvenin duvarı, sadece sıvalı olduğundan, o akşamki görüntü pek güzel olmamıştı. Zaten filmlerimiz siyah-beyazdı. Bin dokuz yüz altmış dokuz yılında olduğumuzu da belirteyim, yeri gelmişken. Aslen renkli olan filmlerin bizim oynattığımız kopyaları siyah-beyaz oluyordu. Bu durumda görüntü, biraz da bulanık oluyordu.
Ertesi gün ilk iş olarak, İbrahim ağanın dükkânından, bEyaz bez şeker çuvallarından aldık, bir sürü. Onları İbrahim ağanın evli kızı Semahat ablaya götürdük. Semahat abla, Şeyhli muhtarının kardeşi Hayrettin ağabey ile evliydi. Hayrettin ağabey de minibüsçü idi. İbrahim ağa ona ev yapıp, iç güveysi olarak almış. Özürlü bir erkek çocukları vardı ve ben bazen onunla oynamaya giderdim. Hemen herkes gibi diyeceğim, Semahat abla da beni çok severdi. İşin doğrusu, galiba, acıdıkları için seviyor ve iyi davranıyorlardı bu insanlar bana.
Dikiş makinesi vardı Semahat ablanın. Ben özürlü oğlu Murat ile oynarken, o da perdemi bir güzel dikti. Çok sevindim. Teşekkür ederek, dua ederek, perdemi kucaklayıp, koşa koşa gittim kahvemize. Yolda kadın-kız, kim görse ; ’Hayırlı olsun !’ diyordu.
Filmleri o günlerde bir haftalığına kiralıyorduk. Büyük sinemalarda gösterilen filmler otuz beşlik iken bizimkiler on altılık idi. Otuz santimetre çapında, iki adet makaraya sarılı olurdu. Yaklaşık, üç-dört kilogram ağırlığında ancak vardı. Bazı filmler, üç makara oluyordu. İlk aldığım film öyleydi.
En yakın köylerden başladım gitmeye. Şimdi önemli bir noksanım daha vardı : Pikap. Özellikle bahçelerde sinema oynattığımızı duyurmak için, plâk çalmamız gerekiyordu. Sadece mikrofonla seslenmek yeterli değildi. Tabii bir de afiş gezdiriyorduk mahallelerde.
Bekçi Hasan amca kefil oldu bana. Pendik’ten yeni bir pikap aldık. Bir kaç tane de plâk tabii. ’Bir fincan kahve, Su ver leylam yanıyorum, O ağacın altı, vb. ’ Büyüklerden bir lira, küçüklerden elli kuruş ücret topluyorduk. Ücretleri film başladıktan sonra toplardık. Genellikle etraf açık olurdu yazlık oynattığımız yerlerde, fakat insanlar kaçak seyretmeye pek kalkışmazlar, uzağa oturduklarında- hem de kendi sandalyelerinde - bile, ücretlerini öderlerdi. Kadınlar bir tarafta, erkekler diğer tarafta otururlardı.
Ben kuru yemiş satmaya da devam ettim. Afiş gezdirme işini, başka çocuklara yaptırmaya başladım. Karşılığında onlara sinema bedava oluyordu. Aydınlı, Tepeören ve Orhanlı gibi uzak köylere giderken, kamyoneti olan bir Hayri amca vardı,onu kiralardım. Yakın köylere ise minibüslerle gider, dönüşte yine çoğu zaman onunla gelirdim.
O sene üç tane sinemacı olduk aynı çevrede. Şeyhli muhtarı, Maça İsmail ve ben. Bir de Yakacık’lı Turan vardı. Arada sırada o da geliyordu. Sıralar karışmaya başladı. Aynı köyde iki sinemacı birden olduğumuz günler olmaya başladı. Maça da Muhtar da kızıyordu bu durumda. Çünkü nedense köylüler daha çok beni tercih ediyorlardı . Adım ’ Sinemacı Ufaklık’’a çıkmıştı. Bu arada, her ne kadar hiç konuşmasak da, Aydınlı’daki o kızı sevgilim bilmeye başlamıştım ben. Ne zaman köye gitsem, hemen yanında arkadaşı ile beraber gelip oturur, beni seyreder, plâklarımı dinlerdi. Sinemaya da mutlaka gelirdi.
Aylık senetlerimizi ödemekte pek zorlanmadık o yaz. Ben bu arada İstikâll caddesinde gezmeye, üstüme başıma oralardan kıyafetler almaya bile başladım. Zamanım olduğunda, oralardaki sinemalarda filmler seyrettim. Beyoğlu Emniyet amirliğinin karşısında ’Kuaför Niyazi ’ vardı. Figuranların ve büyük aktörlerin bile traş olmaya geldikleri bir yerdi burası. Ben de orada traş olmaya başladım. Bir defasında, Cüneyt Arkın’la yan yana traş olmuştuk da herkese anlatmıştım. Paçalarımız İspanyol’du o günlerde. Favoriler uzun. Ben de sinemacıydım ya ; modaya uymaz mıyım ? Saçlarımı bile kıvır kıvır uzatmıştım.
Uzun saç, favori, İspanyol paça ; günün modasıydı bunlar. Gençlerin, özellikle kızların elbette hoşlarına gidiyordu. Fakat yaşlılar, bu arada babam hiç de beğenmiyordu bu halimi.
Ben galiba şımarmaya başlamıştım.....
33 - BİR İSTİSNA ÖĞRETMEN.
Neyse ki yaz tatili sona ermiş, okullar açılmış, ben de uzun saçlarımı kesmek zorunda kalmıştım. Orta okul üçüncü sınıftaydım artık. Film almaya babam gidiyordu İstanbul’a. O, pek anlamasa da, ben eline kâğıt yazıp, hangi filmleri alacağını yazıyordum.
Artık, akşamları ders çalışmaya hiç zamanım olmuyordu. Biraz sabahları kalkınca kahvede, biraz da okul kütüphanesinde çalışıyordum. Fakat, bu bana yetiyor, derslerimde başarılı oluyordum. Para bakımından da hiç sıkıntımız olmuyordu. Fakat temizliğe fazla zaman bulamamaya başlamıştık yine. Hafta sonları hamama yıkanmaya gidiyordum . Üstelik artık, ısrarla ücret ödüyordum. Onlara sinema makinesi aldığımı, kendi harçlığımı çıkaracak kadar para kazandığımı anlatmıştım. Üstelik kese yapanlara bahşiş bile veriyordum.
Havanın soğuk olduğu günlerden biri. Yün takkemi, sınıfta cebime koymuşum. Çok çalıştığım Coğrafya dersinden sözlüye kaldırıldım. Hocamız, okulumuzun sevilmeyen az sayıda öğretmenlerinden biri ; Remziye Salmangil. Ceket ve pantolon yıkamayı, ütü yapmayı beceremediğimiz için, kıyafetlerim kirli, buruşuk ve lekeli. Konuyu anlatmak için sabırsızlanıyordum. Hoca, izin vermedi anlatmama.
- Ne o cebindeki ; öğle yemeğin mi ? Cevap veremedim ; takke, diyemedim. O, devam etti.
- Senin annen hiç çamaşır yıkamaz mı ? Ne o üzerindeki lekeler ? Üstelik alay edercesine soruyordu bunları. Tek kelime cevap veremiyor, bir an önce dersimi anlatmama fırsat verilmesini bekliyordum. Fakat, hocanın hiç de böyle bir niyeti yoktu.
- Bak , eve gidince annene söyle ; ütüyü ısıtıp bassın o lekelerin üzerine. Sonra da silip temizlesin ; tamam mı, anladın mı ? Başımı salladım cevap olarak. Bitti zannedip sevindim . Tam dersimi anlatmaya başlayacaktım ki ;
- Otur yerine !
Hayatımda ilk defa bu kadar aşağılanmış hissettim kendimi. O günden sonra yabancılaşmaya başladım okuluma, kitaplarıma ve öğretmenlerime. İster o hocanın yüzünden deyin, ister sinemacı olduğun ve şımardığın için deyin ; bıraktım okulu. Babam da fazla önemsemedi üstelik.
Okuyunca ne olunurdu ? Niçin okumak isterdi insanlar ? Ben niçin okumak istemiştim ? İçimde bulunduğum sefaletten kurtulmam için, okumam gerektiği anlatılmıştı bana. Okuyup , iyi bir iş sahibi olacak, para kazanacak, hayatımı kuracaktım. Şimdi bir sinema makinesi sahibiydim. Para kazanıyordum. Sefaletimden bu şekilde kurtulmam, kendime yeni bir hayat kurmam mümkün olabilirdi. Öyleyse, okumaya ihtiyacım kalmamıştı benim.
Okulların kapanmasına fazla bir zaman kalmamıştı. İlk karnemde de zayıf yoktu. Ders çalışmasam da, ara sıra gitmeye başladım okula. Birden kopamamıştım galiba. İlk ,orta ve Liseden sonra, bitirme sınavları vardı o zaman. Bitirme sınavlarının bir kısmına girdim ve geçtim o dersleri. Sadece Matematik ve Fen Bilgisi sınavlarına girmedim ve o derslerden kaldım. Hiç de önemsemedim üstelik. Bütünleme sınavlarına da girmedim.
O yaz iyice havalandım artık. Son model giyinmeye, saçları, favorileri daha çok uzatmaya başladım. Beyoğlu’ndaki Kuaför Niyazi’ye daha sık gider oldum. İstiklâl Caddesi’nde daha çok turlamaya, sinemalara daha fazla gitmeye başladım. Sinema oynatmaya gittiğim köylerde, kızlardan falan utanmamaya, hatta onlara da asılmaya başladım. Basbayağı şımardım işte.
Yeniden okulların açılması, hiç umurumda olmadı önceleri. İşime devam ettim . Masraflarım da epeyce artmaya başlamıştı. Öyle ki, taksitlerimi ödemekte zorlanmaya başladım. Bana pikap alırken kefil olan Bekçi Hasan amca vardı ya ; adamın başı benim yüzümden belâya giriyordu az kalsın. Pikabın taksitlerini ödemeyince, kefil olarak onu yakalayıp Pendik polis karakoluna çekmişler. Şimdi kafama takılıyor da ; nasıl olur da kefillikten polis karakoluna çekerler insanı ? Acaba o zamanlar, kanunlar öyle miydi, yoksa özel bir uygulama mı idi bu ? Bir şekilde ödeyip kurtarmıştım adamcağızı. Herhalde,yemin etmiştir bir daha kimseye kefil olmayacağına !
Tepeören, Orhanlı ve Aydınlı gibi uzak köylere , masraftan kısmak için, araba tutmadan gitmeye başladım. Geceleri,sandalyelerin üzerinde, sinema perdesine sarılarak yatmaya başladım kahvelerde. Ertesi gün minübüslerle,diğer bir köye sinema oynatmaya giderek, işi daha ucuza getiriyordum. Farkında olmadan, eski sefil günlerime yeniden dönmüştüm.
Şimdi okulların çıkış saatlerinde, öğrencileri gördüğümde, içim sızlamaya başlamıştı. Çoktan pişman olmuştum okulu bıraktığıma. Okul arkadaşlarıma da, öğretmenlerime de yaklaşamıyordum utancımdan.
Soğuk oluyordu geceleri köy kahveleri. Sinema perdesi ısıtmıyordu beni. Üşüdüğüm için, kıyafetlerimi çıkarmadan yatıyordum. Davetsiz misafirlerim ; bitler, yeniden gelmeye başladılar sırtıma, saçlarıma. Nankörlük etmiştim ben ! Şımarmıştım ! Verilen fırsatların değerini bilmemiştim. Şimdi, galiba geri alınıyordu her şey. Eski sefaletime doğru yolculuğum başlamıştı bile.
Hastalandım. Öksürük ve nefes darlığından, çay bile içemeyecek duruma geldim. Kahvenin bir köşesine hazırlanan, pösteke , tavla ve babamın kumaş paltosundan oluşan yatağımda, sürekli yatmaya başladım. Hiç bir şey yiyemiyordum. Babam, doktora götürmeyi bile akıl edemiyordu. Sinema makinemizin son taksitlerinin nasıl ödeneceğini düşünüyor ve korkuyordu. Aslında bir iki senet ancak kalmıştı.
Pendik’ten gelme, şoför Metin ağabey vardı. Yaşı babamdan ufaktı. Beni alıp önce Pendik’te bir çocuk doktoruna götürdü. Dr. Erdal Tuncer. Üzerimi soyup ’ ayna’ denilen bir cihazın içine yerleştirdi. Oradan ciğerlerimi görüyormuş. Giyinmemi istedikten sonra ;
- Kiminle konuşacağız ? Babası sen misin bu çocuğun , diye sordu Metin ağabeye.
- Bu çocuğun anası da babası da kendisi ! Nesi varsa kendisine söyle !
- Bu çocuk, üç gün daha hastahaneye yatmazsa ölür ,deyiverdi doktor.
Allah’ım ; o nasıl sözdü öyle ? Henüz on beş yaşımdaydım ben. Üç gün daha hastahaneye yatmazsam, ölecek mişim ! Uzun süre kimse susturamadı beni. Ağladım, ağladım !
34 SEFALETİN DÖNÜŞÜ,ZATÜRRE VE VALİDEBAĞ SANATORYUMU.
Ben susmamacasına ağlarken; doktor, Metin ağabeye akıl vermişti. Önce okuluma gidip öğrenci belgesi alınacak, sonra Kartal-Kızılay’da akciğer röntgeni çektirilip , Koşuyolu- Validebağ Sanatoryumu’na gidilecekti.Okulu bir yıl önce terk etmiştim. Gerçi kaydımı almamıştım ama, kayıt yenileme işlemi de yapmamıştım. Okula kadar ağlayarak gittim diyebilirim.
Metin ağabeyin soy adı ’’Kıv’’ olduğu için ona ’’Kıl Metin’’ derlerdi köyde. Pendik’ten gelme bir şofördü o. Otuzlu yaşlarda, esmer ve uzun boyluydu. Bir çok hareketi gayri ciddî bulunur, pek adam yerine de konmazdı doğrusu. Özellikle, günlük geçindiğinden, biraz da yolsuz bulunurdu yani. Fakat, bana yaptığına bakın ! İşini gücünü bırakıp, hem de tamamen gönüllü olarak, benimle ilgileniyor, kendi çocuğu gibi, iyileştirmenin çaresini arıyordu. Hem de naz bile etmeden.
Okul idaresine durumumu anlattığında, doğruca müdüre gönderdiler bizi. Müdür, halâ, o çok değerli insan, Pendik Lisesi’’nin tarihindeki en müstesna eğitimcilerin başında gelen, Ahmet Erişen idi. Hiç düşünmeden, naza çekmeden yardımcı oldu bana. Öğrenci belgemi alıp, Kartal-Kızılay’a gittik. Akciğer röntgenimi çektirip, bekledik ve aldık. Alır almaz da Koşuyolu- Validebağ Sanatoryumu’nun yolunu tuttuk. Metin ağabey, her yeri kolayca buluyordu.
Kadıköy-Koşuyolu’nda bulunan Validebağ Sanatoryumu ; zamanında Valide Sultan’ın çiftiği imiş. Yaklaşık kırk dönümlük bu yer, sahibi olan Valide Sultan tarafından eğitim camiasına bağışlanmış. Buradaki üzüm bağları, çam ormanı, sığır ahırları, elma ağaçları, arı kovanları tavuk kümesleri ve daha bir çok güzelliğin olduğu bu şahane yere inşa edilen hastahane, öğretmen ve öğrencilerin, özellikle ciğerlerinde sorun olanların, ücretsiz tedavi gördüğü bir yer haline gelmiş.
Kapıdaki müracaata röntgenimi teslim edip beklemeye başladık. Kurul incelemesinden sonra hemen yatırılmama karar verilmiş. Sadece öğrenci belgem ve röntgenim yeterli oldu oraya alınmama. Tek bir belge, ya da beş kuruş para bile istemediler.
Hemen muayeneye alıp, kalçama ’’Stroptomisin ’’ olarak hatırladığım iğneyi vurdular. İlk iğnede bayılacak gibi olmuştum. Pijama ve çamaşır da verip, odamı- yatağımı gösterdiler.
O iğneden sabah-akşam vurulacaktım. Bir süre yıkanmam yasaktı. Adını ’’Bepas’’ olarak hatırladığım, kirece benzeyen kocaman haplardan, her öğün üç tane alacaktım.Bu hapların, bir kaç gün içinde, sesimi kalınlaştırdığını hatırlıyorum. Başka vitamin hapları da verdiler. Galiba odada 3-4 kişiydik. Urfa’lı esmer bir genç öğrencinin olduğu, şımarık ve küfürbaz olduğu da aklımda. Sanırım ilk günlerde, yatağa kaçırmıştım da çok fena alay etmişti benimle.
Akciğerimin birini tamamen duman sarmıştı. Hastalığımın adı ’’Ağır zatürre ’’ idi. Bu duman, ihmal edildiğinde yaraya döner, bunun adı da ’’Tüberkiloz-verem’’ olurmuş. Rahmetli babaannemin genç yaşta ölümüne neden olan, ölümcül hastalık. Zatürreden ölümler de çok olurmuş üstelik.
Doktorum bana ’’ek gıda’’ yazdı. Akşam yemeklerinde, ek olarak, köfte, pirzola gibi et yemekleri veriliyordu. Pek yiyemiyordum doğrusu ama yemeye çalışıyordum ve yediğim kadarı da yetiyordu. Kocaman balkonları vardı hastahanenin, çam ağaçlarına bakan. Her sabah, havanın soğuğuna, karlı oluşuna bile aldırmadan, mutlaka iki saat balkonda yatmamız gerekiyordu. Boğazımıza kadar örttüğümüz battaniyeler üşümemize engel oluyor ve biz temiz çam havası ile dolduruyorduk ciğerlerimizi. Akciğer hastalıklarının en etkili ilâcı, çam havasıymış.
Orada beslenen ineklerin eti ve sütü veriliyordu bize. Bal, yumurta, meyve ve sebzeler bile orada yetiştiriliyordu. Her yediğimizin doğallığı garantiydi. Yemeklerimizin kalorileri ölçülü idi. Temizlik ve sağlık kontrolları muzazzamdı. Bu gün ülkemizdeki, özellikle devlet hastahanelerinde, böyle bir bakımın, yönetimin olduğunu pek sanmıyorum, fakat olmasını çok arzu ederim.
On üç günün sonunda, çekilen röntgenimde, ciğerlerimdeki dumanın tamamen silindiği anlaşıldı. Yıkanmama izin verildi. Duşlar da tertemiz ve sıcacıktı. Çamaşırlarımız ve çarşaflarımız da sürekli yıkanıyordu. Yatmam için verilen süre iki aydı.
İçimde oluşan asıl yara, annemin beni hiç ziyarete gelmemiş olmasıdır. Hiç mi duymadı, merak mı etmedi, gelmek istemedi mi, yoksa gelemedi mi ? Sadece babam geldi ziyaretime. İyileşmeme, iyi bakılıyor olmama sevindiği halde, sinema makinemin taksidinin ödenemediğini de kaçırdı ağzından.
Ben hastahanedeyken, Ramazan ayı başlamıştı. Kendimi bildim bileli orucumu bırakmazdım ben. Ciğerimdeki duman silinmiş ve iyileşmiştim ya ; oruç tutmaya kalkıştım. Annemin adında, Fevziye hemşire vardı. Sanırım kırklı yaşlarda, benimle oğlu gibi ilgilenen iyi biriydi o. Oruç tutmak istediğimi söyleyince ; ’’ Manyak mısın sen ?’’ dedi bana. Bu söz ağrıma gitmişti. (Kendimi bildim bileli, aşırı alıngan olmuşumdur ben.) Bir türlü sindiremedim. Ertesi gün, kıyafetlerimi bir çantaya doldurup, pijamamın üzerine, oradan verdikleri ince montu giyip, kaçmaya kalkıştım oradan. Henüz bir ay kalmıştım .
Kapıya haber verildiğinden, bekçi dışarıya çıkmama engel olmuştu. O koskoca bahçenin arkasından dolaşıp, duvarlardan atlayıp kaçtım.
Kaçınca, nereye gittim dersiniz ? Doğruca Beyoğlu’na. İstiklâl caddesine, darfilm’e gidip, veresiye film istedim ; verdiler de. Bir an önce köyüme gidip, sinemacılığa devam etmem, para kazanmam ve makinemin kalan son taksitlerini ödemem gerekiyordu...
35 - BİZİM DE BİR EVİMİZ OLDU .
Üzerimde pijama ve montumla, veresiye aldığım filmle, hastahaneden kaçmışlığımla, hava atmaya kalktım köyde. Fakat hiç de hoş karşılanmadım. Kimisi sitem etti, kimisi azarladı beni. Makinemin senetleri çoktan ertelenmişti.
Hastahaneye dönmekten başka yol bırakmadılar. Fakat acaba hastahane beni tekrar kabul edecek miydi ? Sık sık tekrarlamışımdır ; hayat bazen bana torpil yaptı, çok da önemli şanslar verdi, diye. Yine öyle oldu ; kurallara aykırı olduğu halde, yeniden kabul edildim hastahaneye. Aynı ilgi, bakım ve tedavi devam edildi. İki ayım tamamlanıp , sağlığıma tamamen kavuştuğuma inanıldıktan sonra, hiç bir ücret talebiyle karşılaşmadan taburcu edildim.
O tedavi, hayatıma damga vuracaktı benim. Ciğerlerim iyice temizlenmişti ve bağışıklığım da güçlendirilmişti. Yıllarca, bir kez daha öyle hasta olmadım ben.
Önce, kahvemizin bir köşesini perdelerle bölüp, kendimize oda yaptık. Erken yattığımda , sigara dumanından birazcık olsun uzak kalmam için. Sonra sinema oynatmaya gittiğim köylerde, kahvede yatma olayına son verdim. Aydınlı ve Tepeören’de, arkadaşların evlerinde kalmaya başladım. Tepeören’de, annemin evinin tam karşısındaki komşumuzun benimle yaşıt oğulları Hüseyin vardı. Sinemadan sonra gelip, onlarda kalıyordum. Aydınlı’da da Halil diye çok iyi bir arkadaşım vardı. O da beni evlerinde misafir ederdi. Aydınlı’da bir de Mehmet diye çok samimi olduğum arkadaş vardı. Onlarla, buradaki kızdan söz etmeye başlamıştık. O da bir başka kıza âşıktı. Benim kızın belâlı bir ağabeyi vardı. Onun kardeşini asla bana vermeyeceği ve duyduğunda da başımın belâya gireceği, arkadaşlarım tarafından güzelce anlatıldı bana. O yaşlarda pek korkulmuyor nedense.
Fakat bir gün nasıl olduysa, o kızın arkadaşı olan diğer bir kız, güpe gündüz bizim kahveye gelmişti. Galiba akrabaları vardı Kurtköy’de ve özellikle bizim kahveyi ve benim yaşantımı öğrenmek istemişti. O günden sonra, o kız benden biraz uzak durmaya başladı.
Kısa sürede makinemin taksitlerini bitirdim. Müzeyyen teyzemin parasını da yazın ödedim. Babamla İbrahim ağa pek geçinemezlerdi. Yine bir tartışma sonunda, Müzeyyen teyzenin bana verdiği borcu kafasına kakmış babamın. Babam da kızıp, o iki bin liraya, üç yüz lira faiz ödemiş. İyilik yapmaya alılşmamış, faizle para vermeye alışmış bu adamın, bize faizsiz para vermesi ağrına gitmiş olacak. Belki de Müzeyyen teyzenin bu faizden hiç haberi olmamıştır.
Muhtar Remzi amcanın kiracısı Hidayet ağabey, sağlığı bozulduğu gerekçesiyle kahveyi bırakmış. Remzi ağabey, öyle bir tadilat yaptı ki kahveye, görenler hayran kaldı. Bu haliyle kiraya verdiği Kars’lı bir adam, kahvede kumar oynatmaya başlamış. Böyle şeyleri sevmeyen Remzi ağabey, kolundan tutup atmış adamı kahveden.
Babam onu gördüğünde, ocaklığa geçmiş, hem çay yapıyor, hem de söyleniyormuş öfkesinden.
- Ne bağırıp duruyorsun yahu ? Beş lira vereyim de sus ,demiş. İnsanların birbirine o kadar nazı geçiyordu işte.
- Al senin olsun ,deyip teslim etmiş kahveyi babama. Beş lira da günlük kira olmuş. Aylık yüz elli lira. Oysa kovduğu adam iki yüz lira kira veriyormuş. Fakat Remzi ağabey, köyün muhtarıydı ve itibara önem verirdi. Kahvesinde kumar oynanması, tahammül edebileceği bir olay değildi.
Şimdi iki kahvemiz birden olmuştu. Önceleri eskisinin ocaklığını iptal edip, iki tarafa da yeni kahvenin ocağından çay taşıdık. Sonraları eskisini sadece yatmak ve sinema oynatmak için kullanmaya başladık. İbrahim ağanın hiç de hoşuna gitmiyordu bu durum. O da bakkal dükkânını kapatmıştı. Bizim kahveyi başkasına kiraya verdi. Bize yatacak yer olarak, kapattığı dükkânın bitişiğindeki ardiyeyi gösterdi..
Kışın sinemayı Remzi ağabeyin kahvesinde oynatmaya başladık. Köyün içinde çok eski de olsa, kiralık bir evin olduğu haberini aldık. Alt katı ahır olan, iki katlı bu eski ev, neredeyse yıkılacak gibiydi aslında. Fakat biz yine de mutluyduk. Çünkü, evdi orası sonunda. Elektrik olmasa da, yağan kar yorganlarımıza da yağsa, evimiz vardı artık. Dilediğimizde yıkanabildiğimiz bir banyomuz, yemek yapabildiğimiz bir mutfağımız bile vardı.
Remzi ağabey, köylerimizin elektrik birliği başkanı olmuştu. Onun zamanında önce her köye bir telefon geldi. Sonraları, her köye bir santral yapıldı ve evlere telefon verilmeye başlandı. Köy telefonu bizim kahvedeydi. Santral da köy binasında. Remzi ağabeyin köylerimize çok hizmeti olmuştur ve daima sevilen biri olmuştur o.
Şişman bir kardeşi vardı ; Rahmi ağabey. Ortak şehirlerarası otobüsleri vardı. Köyde olduğu zamanlarda, kahvenin önünde uyuklardı sürekli. Bana camiide müezzinlik yaptıran İmam Ali amca, Remzi ağabeyin kayın pederi idi. Şimdi o da kahvemizin müşterilerindendi. Babam kâğıt oyununu tamamen kaldırmıştı kahveden. Sadece tavla ve domino kalmıştı. Onları da genellikle yaşlılar oynuyordu. Sinema zamanları haricinde yaşlılardı kahvemizin müşterileri.
Kahvemizin hemen bitişiğindeki boş arsa, Remzi ağabeyinmiş. Oraya kocaman bir inşaat başladı. Ekmek fırını ve dükkânlar yaptı. Kiraya verdiği dükkânlara, berber, terzi, camcı, ayakkabı tamircisi açıldı. Yeni bir çarşı gibi oldu bizim orası. Kurtköy’ün ilk ekmek fırınını o yapmış oldu. (Remzi ağabey, şimdi rahmetli oldu. Fakat onun daha sonra anayol üzerinde yaptığı Başaran Ekmek Fırını halâ faaliyettedir.)
Bu arada Tepeören’de evlerinde kaldığım evin kızı, arkadaşımın ablası, beni ille de köyden bir sevgili bulmaya ikna etti. Bana verdiği isimlerden birini seçtim. Haftada bir gün oraya gidiyordum. Kıza sözünü etmiş. Mektuplaşmaya, çok uzaktan uzağa da görüşmeye başladık.Âşık olduğuma, sevdiğime ve sevildiğime inanmaya başladım. Hemen her hafta mektuplaştık. Kıskananlar, yoluma çıkanlar bile oldu. Bu yüzden bir kavgada , yaşıtım olan birini bıçakladım. Bıçakladığım çocuk az daha ölüyordu ve ben neredeyse kaatil oluyordum.
36- KAATİL OLACAKTIM !
Yaş on sekiz olmuş. Köylerdeki seyyar sinemacılık hayatım devam ediyor. Kendime bakmasını bayağı öğrenmişim. Eski de olsa , artık kahve köşesi değil yatıp kalktığımız yer. İstiklâl Caddesi’nden giyiniyorum. Beyoğlu Bursa Sokak’taki Kuaför Niyazi’de yaptırıyorum saçlarımı. Her defasında yan koltuğumda tanınmış bir aktör oluyor genellikle. Ses mecmuasının her yıl açtığı aktörlük yarışmalarına katılmayı düşünmeye başlıyorum. Hatta film kiraladığım Bolat Film’in sahibi Süleyman Bolat film çekmeye başlıyor. Hülya Şengül ile, Gülgün Erdem’le baş rolü kendisinin paylaştığı filmler çekiyor. Tarihî Alkazar Sineması’nda filmleri gösterilmeye başlıyor. Bana da rol vermeyi düşündüğünü söylüyor. Havalardayım yani....
Sinema oynatmağa gittiğim Orhanlı Köyü’nde bir arkadaş cebinden çıkarttığı sustalı bıçağı ,hava olsun diye gösteriyor. O güne kadar hiç heveslenmemiştim bir bıçak sahibi olmaya. Nedense o gün, o bıçağa sahip olmak istedim. Üstelik utanmayıp istedim arkadaştan. Fakat hediye olduğunu söyleyip vermedi.
Bir kaç gün sonra film almaya gittiğimde, Karaköy alt geçidinden çıkınca varılan Selânik Pasajı’nın önündeki bir işporta tezgâhında o bıçağın aynısını görünce dayanamayıp satın aldım. Sarı , ince saplı, uzun bir çakı biçimindeydi. Sustalı falan da değildi aslında. O günden sonra sürekli yanımda taşımaya başladım. Galiba dönemin vurdulu - kırdılı filmlerinin, ben de etkisi altında kalmaya başlamıştım. Üstelik, artık bir oyuncu adayıydım.
Sinema oynattığım kahvelerin Jandarma baskınlarına karşı, sinema makinelerimin arasında saklıyordum bıçağımı. Çok önemli bir ihbar olmadıkça, bulunma ihtimali pek yoktu.
Köylerden birinde, bir gençlik kavgasına tutuştuğum yaşıtım olan bir genç, evlerine yatmaya gittiğimiz akrabamla yolumuzu kesti. Akrabam da benim yaşımdaydı ama kavga edebilecek, hatta bizi ayırabilecek biri bile değildi. Üstelik yolumuzu kesen çocuk, neredeyse ikimiz kadar ağır ve cüsseli idi. Üstelik karanlıktı.
Bıçağım aklıma geldi. Vurmayı asla aklımdan geçirmedim ama kendimi korumam gerekiyordu. Arkamı dönüp elimi cebime attığımda çoktan saldırmıştı bana. O arada beş yerinden bıçaklamışım çocuğu. Biraz sonra yetişip ayırdılar. O arada kazağının önünde kan lekesi görünce paniğe kapıldım. Beş bıçak attığımın farkında değildim ama kan görünce, bıçağın değmiş olduğuna inandım. İri vücutlu olduğu için, ilk anda o da anlamamıştı. Beni uzaklaştırdılar oradan.
Benden hemen sonra yere yığılmış. Hastahaneye zor yetiştirmişler. O gece akrabalarım beni oradan kaçırıp Soğanlık’taki ablamın evine götürdüler. Ağabeyim ile dayımın oğlu ilgilendiler benimle. Çocuk komada yatıyormuş. Bıçağımı alıp sakladılar. Jandarma komutanı ile görüşmüşler. Teslim olmama karar verdiler.
Hiç korkmuyordum. Galiba filmlerin bendeki etkisi iyice belli olmaya başlamıştı. Sanki vatan kurtarmış kahraman gibi hissetmeye başlamıştım kendimi. Çünkü kendimi korumuştum ben. Yani nefsi müdafaa idi benimkisi. Ben vurmasam belki de o beni vuracaktı.
Hiç korkmadan teslim oldum jandarmaya. Olayı olduğu gibi anlattım. Sadece bıçağımı o anda panikleyip attığımı söyleyip teslim etmedim. Film kesmek için kullandığım çakı olduğunu söyledim.
İfademi alıp savcılığa sevk ettiler. Tutuklanıp hapishanenin yolunu tuttum.
37- BURASI PAŞAKAPISI !
Hiç korkmadım ellerime kelepçeler takılıp hapishaneye gitmek üzere yola çıkarıldığımda. Kendimi ilk defa rol aldığım filmin sahnelerinden birinde gibi hissediyordum. Başları dik ve onurlu olurdu baş rolde oynayan aktörler böyle durumlarda. Ben şimdi onları örnek alıyordum kendime.
Üsküdar’da yolun soluna yanaştı jandarma arabası. Önce jandarmalardan biri indi arabadan. Daha sonra diğeri kolumdan tutarak beni indirdi. Kırmızı bir tabelâ vardı duvarda asılı: Üsküdar Paşakapısı ceza ve tutuk evi...
Aradan otuz yedi yıl geçti. Bazı sahneleri hatırlayamıyorum. Anılarım olduğuna göre, hayâl katmak da istemiyorum. Şahsi eşyalarımı ve paramın tamamını emanete alıp, az miktarda marka verdiler bana. Onlar bitince tekrar marka alabileceğimi söylediler. Sıra traş olmaya geldi. Saçlar sıfıra vurulacaktı.
-’ Bıyıklar kalsın mı ? ’ diye sordu berber.
-’ Serbest mi ? ’ dedim.
-’ Elbette ! ’ cevabını almak, o anda anlaşılmaz bir mutluluk verdi bana.
-’ Kalsın o zaman! ’ dedim.
Dedim ya ; kendimi bambaşka hissetmeye başlamıştım. Basbayağı rol yapıyordum sanki. Hapishaneye giren baş aktör, elbette bıyıklı olmalıydı.
On sekiz yaşında olmama rağmen, bıyık bırakmış olsam da ( yeni çıkmaya başlayan tüyler ne kadar bıyık oluyorsa ), çocukumsu görüntüm yüzünden sübyan koğuşuna verildim. Bu durum baş aktörlüğe pek yakışmamıştı ama olsun bakalım.
Kırk dört kişilik sübyan koğuşunda kalanlardan kırk iki tanesi hırsızlık suçlusu idi. Bir tanesi tavuk çalmak isterken engel olmaya çalışan adamı bıçaklamış, ben de adam yaralamaktan gelmiştim. Bir tek Adem vardı yaşça benden biraz büyük olan. O da koğuş ağalığı yapıyor. Bütün çocukların korktukları, sözünü dinledikleri, keyfinden attığı dayaklara bile isyan edemedikleri Adem.
İki katlı ranzalardan birinin üst katına yerleştirdi beni. Hırsız olmadığım için, görüntümün de düzgün olduğu için bana oldukça iyi davrandı. Dövmeye ya da korkutmaya falan kalkışmadı. Hatta diğerlerini bana iyi davranmaları, markalarımı çalmaya falan kalkışmamaları yönünde uyardı. Bu durum hoşuma gitmişti işte.
Akşam üzeri yaşlı bir gardiyan geldi koğuşa. Adem hemen benim yeni gelen tutuklu olduğumu söyledi.
-’ Gel bakalım şöyle! ’ diye seslendi bana doğru bakarak.Hemen atladım ranzamdan ve dikildim gardiyanın karşısına.
-’ Buyurun efendim! ’
Kibar bir tutukluydum ben. Gülümsedi gardiyan. Pek alışık olduğu bir durum değildi galiba.
-’ Suçun ne senin ? ’
-’ Adam bıçakladım efendim ! ’
Pek inanamadı. Şaşkın bakışlarla iyice süzdü beni. Sonra da alaysı bir şekilde,
-’Hay senin bıçakladığın adamın.......... !’ diye ağır bir küfür salladı. Utandım, kızardım, hatta korktum da biraz.
-’ Sigara içiyor musun ? ’ diye sorduklarında,ben içmediğimi söyleyince, iknci sordukları soru çok ilginçti.
- ’ Esrar içiyor musun peki ? ’
-’ Sigara içmeyen biri nasıl esrar içer ? ’
-’ Biz burada öyle kimleri gördük ! ’
İlk geceden bitlerle tanıştım. Yataklar, çarşaflar , çocuklar ve koğuş pislikten geçilmiyordu. Bit, pire olması da şaşılacak bir şey değildi doğrusu.
Pek de zorlanmadım uyuyabilmek için. Sabah uyandığımda cebimde markalardan eser kalmadığını gördüm. Halbu ki Adem o kadar tembih etmişti çocuklara. Hemen ona söyledim. Çok kızdı. Çocukları karşısında içtimaya çekti. Hepsini tekme tokat dövmeye başladı. Ama nafile, benim markalar gittiğiyle kaldı. Emanete gidip bir miktar daha marka istedim. Çaldırdığıma hiç şaşırmadılar.
Gündüzleri bahçeye çıkıyorduk. Büyüklerin koğuşlarına geçmek yasaktı. Parayla çorba alabildiğimiz tarafa bile gizlice geçiyorduk. Süzme mercimek çorbasının orada çok güzel yapıldığına şaşırmıştım.
Belden yukarı beş bıçak attığımı anlattığımda ; ’ Öldürmeye tam teşebbüsten oldukça ağır ceza almamın kaçınılmaz olduğu anlatılıyordu. Tek hafifletici sebep, nefsi müdafaa olmasıymış. Tabii onu da kanıtlayabilirsem. En iyimser tahminler on - on iki yıl ceza alacağım şeklindeydi.
Babam ve eski kahvemizin sahibi İbrahim Ağa ziyaretime geldiler. Babam çok ağladı. O da çok ceza alacağıma inanmıştı.
Doğduğum köyde evlerinde kaldığım akraba kızının aracılığıyla mektuplaşmaya başladığım, sevdiğim, sevgili dediğim kız da bana oradan ziyaretime gelen bir arkadaşımla mektup göndermişti. Arkadaş sağolsun; yine geleceğini, yazarsam cevabımı kıza götüreceğini söylemişti.
Hayatta ilk mektuplaştığım, ileride evlenmeyi düşündüğüm ilk sevgilimdi o kız. Mektubuna lavanta kokusu sürmüştü. Çok hoşuma gitmiş ve duygulanmıştım okuduğumda.
Seyrettiğim ve çok da etkisinde kaldığım filmlerde baş aktörler, bu durumlarda ne yapıyorsa aynı şeyi yapmam gerektiğine inandım ben de. Sonraki ziyarette gelen arkadaşıma, sevgilime vermesi için verdiğim mektupta , hayatımın kaydığını, en az on-on iki sene hapiste kalacağımı, beni beklememesini, kendisine bir başkasını bulmasını yazdım.
İlk mahkemeye yaklaşık bir ay içinde çıkılıyormuş. Mahkeme günü yaklaştıkça heyecanlanmaya başladım. Bir müslümanım ben. İnancım da kendime göre kuvvetlidir. Hiç bir tereddütüm yoktur dinimle ilgili. Orada namaz kılacak ortam bulamadım. Fakat mahkemeye gitmeden önce bir duş alıp dua ettiğimde, mutlaka tahliye olacağıma inanıyordum. ((İnanan birinin, abdestli ve temiz kalpli olduğunda her işinin rast gideceğinden hiç bir zaman şüphe etmem.) Ne yapıp edip, tuvalette, soğuk su ile bir duş aldım o gece. Bütün gece bildiğim duaları okudum ve Yaradan’a yalvardım.
Bıçakladığım çocuk on üç gün komada kaldıktan sonra iyileşmişti. Mahkemede ters ters baktık birbirimize. Hakim beklediğim kararı okuyup, tutuksuz yargılama kararı verdi. Çocuk çok bozuldu bu işe. Eğer hemen serbest bıraksalardı, herhalde dövüşürdük.
Tekrar hapishaneye götürüldüm. Çocukların çoğu köpürdüler tahliye kararıma. Biri çalıntı saat satın almaktan altı aydır orada yatıyormuş. Etmediği küfür kalmadı. Biri de bisiklet çalmaktan altı aydır oradaymış. O da kahretti kendine. Akşam üzeri tahliye kararı geldiğinde onlarla vedalaşırken, ziyaretlerine geleceğime söz verdim ve vedalaştım hepsiyle. ’ Gelmezsin oğlum!’ dediler ; haklı da çıktılar...
Senelerce kapısından bile geçmedim Paşakapısı’nın...
38- İLK AŞK , İLK KAZIK !
Sadece otuz gün süren hapishane hayatım burada sona ermiş ve nihayet yeniden özgürlüğüme kavuşmuştum.
Doğruca köyüme gidip babamın elini öptüm önce . Kucaklaştık, birlikte sevinip ağladık. Kahvedekiler ve yolda , sokakta gören tüm köylüler ’’Geçmiş olsun !’’ dileklerinde bulunurken, aynı zamanda yeniden böyle bir şey yapmamam için nasihatte de bulunmayı ihmal etmediler.
Hapishane etkisi pek o kadar kolay geçmiyor insandan. Bıyıklarım bayağı belli olmaya başlamış. Hareketlerim de eskisi kadar nazik değil. Konuşmam ve ses tonum bile farklı.
O dönem film kiralamakta olduğum Bolat Film’e gittim yine. Sahibi Süleyman film çevirmeye devam ediyordu. O günlerde onların yaptığı ’’Kar izleri örttü ’’ adlı filmde oynattıkları Bilal İnci ile bir sohbetim oldu. Bu günlerde pek tanınan Yeşim Salkım’ın, müzisyen babası Dursun Salkım ile de ’’Belki Yıllar Sonra ’’ adlı bir film yaptılar.
Süleyman’ın babası Turgut Bey vardı. Baba oğul sanki filmciliği çapkınlık yapabilmek için seçmişlerdi. Nesrin K. adlı erotik rollerin oyuncusu, hemen her gittiğimde oradaydı. Turgut Bey’i bayağı sömürüyordu. Süleyman da aynı amaçla başka bir kadın oyuncunun peşindeydi.
Nesrin K. adındaki bu kadın bir keresinde bana yaklaştı. Davranışları hiç de hoşuma gitmedi. Hapishane hayatı bile beni çapkın edememişti. Genç bir de erkek eleman almışlardı şirkete. Çocuğun garip davranışları vardı. O da bana musallat olmaya başlayınca ben bu şirket ile arayı açtım. O günlerde Türk sinemasında başlayan açık saçık filmler furyası ve orada karşılaştığım olaylar benim oyunculuktan soğumama da sebep oldu. Abdestinde namazında bir müslümandım ben. Bundan vaz geçmeye de niyetim yoktu.
....
Sevdiğim, mektuplaştığım kız da, bıçakladığım çocuk da aynı köydendi. Oraya gittiğimde çocukla yeniden kavga etmemiz ve onun benden intikam almaya çalışacağı apaçık ortada olduğu halde, kahvemizde bulunan köy telefonu ile, onların köy kahvesine telefon edip, haber vererek gittim üstelik. Telefona çıkan çocukluk arkadaşım, ısrarla vaz geçirmek istediği halde ben ; ’’ Yedi altmış beşliği takıp belime geliyorum !’’ gibi bir de blöf yaptım üstelik.
Hangi yedi altmış beşlik ? Benim hiç silâhım olmadı ki ! Dedim ya ; hapishane hayatı beni iyice anormal biri yapmıştı. Aynen de dediğim gibi gittim köye. Silâh falan yok tabii. Bıçak da yok. Sadece yaptığım blöf var. Köyün orta yerinde, camiinin karşısında küçük bir kahve vardı. Gençler, yeni yetmeler genellikle oraya giderlerdi. Belâmı arar gibi, direk oraya gittim. Bıçakladığım çocuk ve dört beş arkadaşı oradalardı. Tam karşılarına geçip oturdum. Ayak ayak üstüne atıp, kabadayı tavrımı aldım.
Çocuklar sırayla birer tokat atsalar herhalde hastahanelik ederlerdi beni. Ya da tükürseler boğarlardı yani ! Fakat , yavaşça teker teker kahveden çıkıp uzaklaştılar oradan. Belli oldu ; blöfümü duymuş ve bal gibi de yutmuşlardı işte.
Biraz sonra köy karışmaya başladı. Çocuk eve babasının av tüfeğini almaya gitmiş. Annesi zaptetmek için yırtınıyor. Muhtara haber verilmiş. Muhtar bozuk atıyor bana. Tüfek olayını duyuyorum ama korkmuyorum. Kalabalıkta sevdiğim kızı da görüyorum. Utancından kaçıyor benden. Güç belâ razı oluyorum köyden gitmek için.
.....
Köyden gelenlerden sevdiğimin çoktan başkasını bulduğu haberlerini almaya başlayınca, dünya başıma yıkılmaya başlıyor. İnanmakta zorluk çekiyorum. Mektup yazıp sormak zorunda kalıyorum.
Bir gün hayatımın ilk kazığının tescili olan mektubu alıyorum sevdiğim, kaatilimden :
-’’ Sen bana hapishaneden yazdığın mektupta, seni unutmamı, başkasını bulmamı istememiş miydin ? ’’
39- HATİCE KURBAN !
İlk siyah-beyaz televizyonlar çıkmış, her yerde olduğu gibi, Kurtköy’de de öncelikle kahvelere konmaya başlanmıştı. Yine en son bizim kahveye alabildik. İki bin liralık peşinatı veren bir başkası idi. Remzi Bey’in kahvemizin yanına inşa ettiği ekmek fırınını çalıştıran Karadeniz’li bir adam. Fakat o daha önce İbrahim Ağa’nın yaptığı gibi, faiz falan istemedi bizden.
Yeniden film kiralamaya başladığım darfilm şirketi, seyyar sinemacılığı kaldırıp, yerine ’Her köye bir sinema’ kampanyası başlatmıştı. Ben de artık sadece Kurtköy’deki kendi kahvemizde sinema oynatıyordum. Her gün değişik bir film. Daha önceleri siyah-beyaz olan filmlerimiz, televizyonla rekabet açısından, zorunlu olarak renkli olmuştu. İlk oynattığım renkli filmin ’Köyden İndim Şehire ’ olduğunu unutmadım. Zeki Alasya, Metin Akpınar, Halit Akçatepe ve Kemal Sunal. Kemal Sunal’ı baş role götüren bu ve devamı olan ’Salak Milyonerler ’ dir.
(Şunu hatırlatmam gerekiyor : Bu film Türk sinemasının değil, bizim oynattığımız on altı mm. lik filmlerin ilk renkli olanıdır.)
Sinema makinemi kahvenin dışındaki bir masanın üzerine kurar, ocaklığın yanındaki duvarı da perde olarak kullanırdım. Duvarın köşesine yerleştirdiğimiz televizyon, haberler bitene kadar açık kalır, sonra da kapatıp sinemaya başlardım.
Televizyon rekabeti, açık-saçık filmleri de beraberinde getirmişti. Maalesef seyirci de bu tür filmlere ilgi gösteriyordu. Bu iş çok ağrıma gitmeye başladı. Çin’lilerin karate filmleri ve bizim çıplak kadınların sergilendiği rezalet filmlerimiz ! Çok moral bozucu.
......
Köylerdeki tüm elektrik direkleri ağaçtandı. Her rüzgâr ve yağışta yıkılan direkler, kopan teller mutlaka olurdu. O yüzden sık sık olan elektrik kesilmelerine alışmıştık. Fakat , ağır yükten olduğu söylenen trafo patlaması sonucunda, elektriklerin bir aydan daha önce gelmeyeceği, bizi kara kara düşündürmeye başlamıştı. Televizyonu aldığımız yerden, bir de buzdolabı almıştık kahveye. İkisinin de taksidi vardı.
Firarî olduğuna inandığım, Kartal Kemâl lâkaplı , benden yaşça büyük, fanatik ülkücü, bir arkadaşım vardı. Bizim kahvede takılır, beni çok severdi. Tabii, bir taraftan da ülkücülüğü aşılardı. Onun, özellikle tarih bilgisine hayrandım. Bilgili ve yetenekliydi. Şiirler, romanlar yazardı. Tabii hepsi de ülkücülük üzerine. Üstelik tiyatro bilgisi ve sihirbazlık yeteneği de vardı. Bir defasında bizim kahvede gösteri düzenledi. ’Zara Kartal Kemâl’ diye
afişleri vardı. Ben ona gerçek ismiyle hitap ederdim. ’Mustafa Ağabey’ derdim. Kimliğinde
’Mustafa Çallı’ yazdığını görmüştüm.
Mustafa Ağabey, inşaatlarda çalışırdı genellikle. Yevmiye ile değil de, toptan iş almayı tercih ederdi. Boylu poslu ve güçlü kuvvetliydi. Bir ay kadar elektiriklerin kesik olacağı, benim sinema oynatamayacağım ve taksitlerim olduğu söz konusu olunca, bana inşaatlarda onunla birlikte çalışmamı teklif etti. Fakat ben daha önce hiç beden işi yapmamıştım. Elime ne kazma- kürek ne de çekiç- keser almıştım. Bana yardımcı olup, idare edeceğini söyleyince cesaret alıp kabul ettim.
Köyün dışında, Malatya’lı Muharrem Usta’nın bir işini almıştı. Adamın kendi evinin yanında yaptığı bir inşaattaydı iş. Biriket -tuğla taşıma, kum eleme, harç yapma vb. Çok zorlanıyordum. Ellerim acıyor, şişiyor ve hatta yara oluyordu. Fakat başka çarem olmadığı için dayanmaya çalışıyordum.
Hafif saf bir eşi vardı Muharrem Usta’nın. Bir de kızı. Yemeklerimizi ve çaylarımızı eşi ile kızı hazırlayıp bize sofra kuruyorlardı. Yemek ve çay saatleri Mustafa Ağabey’in, bizimle çalışan Basri ve Mehmet Köroğlu kardeşler ile yaptığı ilginç sohbetlerle çok eğlenceli geçiyordu. Basri orta boylu, düz ve sarı saçlıydı. Kıvırcık ve kumral saçlı olan ağabeyi ,şöhret meraklısı idi. Bir gün mutlaka besteleri ve türküleriyle meşhur olacağına inanmıştı. (Daha sonra üşüttü çocukcağız.)
Bu sohbetler arasında Muharrem Usta’nın kızı ile aramızda bir şeyler gelişmeye başladı. Aslında oldukça ufaktı. İlk günlerde gözüme çocuk gibi görünmeye başlamıştı. Fakat git gide büyümüştü sanki. Hiç aşktan, sevgiden söz etmeden, bakışlarımızla sevgili oluverdik.
Bir ay kadar sonra,patlayan trafonun yerine yenisi takıldı ve elektirklerimiz geldi. Benim de inşaat işçiliğim bitip, sinemacılık günlerim yeniden başladı.
Hatice idi adı. Kısa boylu, esmer, az konuşan, cılız, fakat safdı, doğaldı. Sevmiştim işte. Şimdi ileride evlenmeyi düşündüğüm o vardı hayatımda. Kahvemizin bitişiğindeki Remzi Ağabey’in bakkalına alış verişe gelirdi. Eve giderken eşlik ederdim ona. Aldıklarını taşımasına yardım ederdim. Hiç aşktan söz etmesek de birlikte yürüyebilirdik Kurtköy’ün sokaklarında. Herkes duymuş ve anlamıştı aşkımızı. Sadece biz birbirimize sözlerimizle değil de bakışlarımızla söylemiştik.
................
Mevsim yaz olmuştu. Kahvenin arkasında, Remzi Ağabey’e ait olan bahçeyi biriketlerle çevirip, yazlık sinema yapmıştık. Mustafa Ağabey’in aklı ve yardımı ile olmuştu bu iş. Hülya Koçyiğit’in ’Gelin’, ’Düğün’ filmlerinin ve Emel Sayın’ın ’Hasret ’ adlı filminin olduğu dönem. Onların afişleriyle süslemiştim sinemamı. Kadınlar ve kızlar da geldiği için, açık- saçık filmleri oynatmıyordum orada. Bir defasında Hatice de sinemaya gelmişti. Çok sevinmiştim.
............
İstanbul’a film almaya gittiğim bir günün dönüşünde, minibüsten indiğimde, kahvemizin önünde büyük bir kavganın olduğunu gördüm. Hemen koştum. Hatice’nin babası Muharrem Usta’nın, köyün belâlıları olmaya başlayan Karadenizliler tarafından dövüldüğünü görünce, müdahale etmeye kalkıştım. Sevdiğimin babasıydı çünkü.
Sebebini öğrendiğimde inanamadım. Kızıyla cinsel ilişkiye girmiş Muharrem Usta. Kızı hamileymiş üstelik !
-’Yalandır yahu ; olur mu öyle şey ?’
-’İtiraf etmiş p....k!’
-’Öz kızı değildir o zaman!’
Sözü edilen kız Hatice idi. Benim sevdiğim, ileride evlenmeyi düşündüğüm kız ; Hatice’m!
Benden hep kaçtı o günden sonra. Bir türlü konuşamadım. Bir süre sonra evlendirildi ve çocuğunu dünyaya getirdi Hatice......
40- ÖLMEK İSTİYORUM !
İlk aşkımın ben daha hapishanedeyken beni unutup başkasını bulması, peşinden yanında amelelik yaptığım Muharrem Usta’nın kızı Hatice’nin, babasından hamile kalmak gibi unutamayacağım bir rezalete kurban gitmesi, şok üzerine şok kabilinden olaylar olmuştu hayatımda ve beni derinden etkilemişti. Henüz yaşım on dokuz olduğunda hayata küsecek hatta hayattan kaçmaya kalkışacak hale gelmiştim.
Bir dayanağım vardı böyle günlerimde. Abdestinde namazında bir gençtim ben. Bu sayede düştüğüm duruma karşı mücadele edip ayakta kalabiliyordum. Değişik biriydim ben ; camiiden çıkıp sinema oynatıyordum. İşin ilginç ve talihsiz olan yanı ise o günlerde televizyonla rekabete giren film sektöründe açık- saçığa dayalı kalitesiz filmlerin çoğunlukta olmasıydı. İşte bu durum beni utandırıyor ve aslında bana pek de yakışmıyordu. Fakat, geçimim buydu benim.
Bir yatsı namazı dönüşü cemaatle birlikte, tam da sinema oynattığım kahvemizin önüne geldiğimizde, cemaatten Hasan Amca yanıma yaklaştı. Uzun boylu, sakallı, altmışlı yaşlarda, Kurtköy’ün gelmelerindendi o. Elini omzuma atarak bir şey söylemek istediğini belirtti bana. Merakla dinledim ben.
- Bak oğlum ; bu ikisi bir arada yürümez. Sen bunlardan birini terk etmelisin !
Sözünü ettiği iki şey ; camii ve sinemacılıktı. Özellikle o dönemin rezalet filmleri yüzünden -daha da doğrusu o zamanlar bu tür insanlar tarafından sinemacılığın zaten günah olarak kabul edildiğinden - hem namaz kılmak hem de sinemacılık yapmak uygun bulunmuyordu işte.
Ömrümün üçüncü tokadı da bu oldu benim için. İlk aşkım, Hatice derken bir de camiiden olmuştum şimdi. Sığınacak daha neyim kaldı ki ?
Sinema bittikten sonra Mustafa Ağabey ile uzunca dertleştik kahvenin önünde. O şarap içti, ben çokça demli çay. Fakat o benim kadar kaybetmedi kendini. Çünkü alışıktı. Üstelik kendini buluyordu içince. Orta Asya’dan, Altaylar’dan dem vuruyordu. Tarihimizi anlatıp, övünüyor, millî şiirler okuyordu.
Geç saatte ayrıldık. Ben eve gitmek üzere yola çıktığımda, yaşamak istemiyordum sanki. Eve gitmek bile içimden gelmiyordu. Kahvemiz ile evimiz arasında, Kurtköy’ün meydanında yalaklı bir çeşme vardı. Su dolu yalağından köylüler hayvanlarını sulardı.
Kendimi su dolu yalağın içine bıraktım. Boğulmak, ölmek istiyordum. Su yutmadığımı hatırlıyorum ama yine de ölebileceğimi sanıyordum işte. Sabah ezanını duyduğumda, kendimi bildiğimden beri belki de ilk defa kalkmadım yattığım yerden ! Camiide bile istenmiyordum çünkü. Bu benim için çok ağır bir şeydi. Yattım, kımıldamadan yattım öylece.
Hava hafiften ışımaya başlamış, cemaat camiiden dönüyordu. Çeşmenin yanından geçerken içlerinden biri fark etti beni. Adını çok iyi hatırladığım, şu anda rahmetli olduğu için burada adını vermekten utandığım, bir gün öncesine kadar müezzinliğini yaptığım cemaatten biri , beni çok iyi tanıdığı halde ;
- Sarhoş p...k ! B.. içesice ! ve benzeri sözler edip, diğerlerine de müdahale için engel oldu. Çok şükür ki İmam kahveyi çoktan açmış olan babama durumu anlatmış da gelip babam oradan aldı beni.
- Ne yaptın oğlum sen ? Ne diye içtin ? diye sordu babam. Üzerimden sular akıyordu, titriyordum . Dudaklarım titriyordu.
- Baba, vallahi içki falan içmedim. Çay içtim baba, sadece çay içtim ben ! İnandı babam. Islak halime aldırmadan sarıldı bana.
- İnandım oğlum, ben sana inandım. Hadi bakalım git üzerini değiştir de biraz uyu şimdi.
Üzerimi değiştirdim, uyudum , dinlendim ve uyandım daha sonra. Fakat başka biri olarak uyandım o gün. Feleğin vurduklarının oldukça ağır geldiği, onları taşıyabilmem için , sığınacak abdesti-namazı bile kalmayan ve sonunda içkiye sarılan, yenilen, savrulan, pişmanlıklarla dolu geçecek fakat şükür ki kısa sürecek bir hayata başladım.
41- 51 MODEL OPEL’İM OLDU
Sonunda Mustafa ağabeye şarapçı bir arkadaş olmuştum. Sinema bitip de kahvenin temizliğini de yaptıktan sonra, çoğu zaman onun kahvemizin karşısındaki viranesine giderdik. Daha önce aklıma gelmemiş olacak ; Mustafa ağabey, aynı zamanda ayakkabı tamiri de yapardı bu viranesinde. Şarabı pek sevmedim ben ; birayı tercih etmeye başladım. İçki sigarasız pek tad vermediğinden, yanında sigara da içiyordum.
Bir gram alkolün, damarlardan temizlenmesinin kırk gün sürdüğünü duyduğum için, secdeden ve camiiden uzak kalmam gerekiyordu. Yani, Cuma namazları bile yok.
Bir yılı geçkin bir süre önce bıçakladığım çocukla mahkemem sonunda karara bağlandı. Hâkim, önce iki sene sekiz ay ceza verdi, sonra da daha önceden suçum olmadığı için, cezamı bir sene dört aya indirdi. Karar okunduğunda çok korktum. Hemen içeri tıkılacağımı sandım. Salıverildim ama korkum devam etti. Kaçmayı, saklanmayı düşünmeye başladım. Daha sonra Mustafa ağabeyden öğrendiğime göre, ilk cezam olduğu için tecil edilmiş ve başka suç işlediğimde hesaba katılacakmış.
Şansıma bir süre sonra af çıktı ve ben de bu cezadan tamamen kurtuldum. Üstelik sicilime bile işlenmedi.
Bir taraftan açık-saçık filmler, diğer taraftan içki ; köyün sevilmeyen , dedikodusu yapılan insanlarından biriydim artık. Bu hiç de alışık olduğum bir şey değildi. Yüzüm gülmez olmuştu.
O günlerde Murat-124 otomobiller yeni yeni çıkıyordu. Gençlerin rüyalarını süslemeye başlamıştı bile. O hevese ben de kapılmaya başladım. Aslında ne şoförlüğüm, ne de ehliyetim vardı. Fakat her genç gibi ben de heves ediyordum işte. Babama söz ettiğimde, anlayışla karşıladı ve ilk defa para biriktirmeye başladık. Kısa sürede beş bin lira kadar para biriktirmiştik.
Bir gün kahvemizin önüne eski bir otomobil yanaştı. İçinden inen adam yabancıydı. Müşterilerimizden Yakacık’lı Bahattin ağabeyin tanıdığı imiş. Onun yanına oturduktan sonra babamı da yanlarına çağırdılar. Daha sonra kalkıp otomobilin yanına gittiler. Biraz sonra da babam beni çağırdı.
- Bak oğlum ; benim gücüm ancak böyle bir arabaya yetiyor. Birlikte bindik. Köy içinde ufaktan bir tur atınca pazarlığa oturduk. Beş bin lira peşin, tamamı yirmi beş bin lira. 51 Model Opel. Anlaştık ; benim de bir otomobilim oldu.
Kahvemizin az ilerisindeki emlâk bürosuna gidildi birlikte. Arabanın sahibi İlhan ağabey, o emlâkçıdan taksitle bir parsel almış. Bizim senetlerle o parselin taksitleri ödenecek. Babamın okuma yazması yok. O yüzden benim üzerime yapıldı ve imzaladım.
Ruhsat, satış falan yok. Pazardan domates alır gibi otomobil aldık. Üstelik benim şoförlüğüm, ehliyetim de yok. Kendime güveniyorum. Direksiyona geçip geziyorum. Direksiyondan vitesli. Çoğu zaman hangi viteste olduğumdan haberim olmuyor. Geri vitesi bulmakta özellikle zorlanıyorum. Ama olsun ; sonunda benim bir arabam var işte.
Üç arkadaşımı da yanıma alıp, yukarı köylere gezmeye götürüyorum. İlk sevdiğim ve beni çoktan unutup başkasını bulan kızın köyünden geçiyoruz. Kız, çeşme başında. Bakmadan edemiyorum. Beni direksiyonda fark edip gülümsüyor. Daha bir basıyorum gaza. Hava yapmak istiyorum galiba. Üçüncü son vites, gaz pedalı da sonda. Mezarlık virajı denen o çok keskin viraja öyle giriyorum. Toparlayamıyorum direksiyonu. Yolun üzerinde, yanlamısına, en az üç takla atıyoruz. Sağa düşsek, bayağı bir uçurum.
Yan olarak duran arabadan çıktığımızda, mezarlığı görüyoruz. Ve de köyün minaresinden gelen ezan sesi duyuluyor. ’ Allah’ım, yoksa öldük mü biz ? ’ Öyle ya ; mezarlık, ezan sesi falan..
Dördümüz de ufak sıyrıklarla atlattık kazayı. Arabanın, hemen bütün camları kırıldı. Kaportada da hasar var elbet. Fakat bu eski otomobiller, üstelik Alman malı ; bizimkiler gibi teneke parçası değil. Kaporta çok sağlam. Belki de canımızı bu sağlamlığa borçluyuz.
Oldukça pahalıya patladı tamirat. Değişik de bir renge boyattım : Vişne- beyaz. Daha sonra arabanın ruhsatının olması gereği üzerinde durdum. Başkasının üzerineydi ve İlhan ağabey o adama ulaşamıyordu. Bunu bahane edip, zorlayarak ona iade ettim. Kavga edecek duruma geldik ama ruhsatı veremediği için ben haklı çıktım. Hayatımın belki de en kârlı alış verişini yapıp, iade ettiğim araba karşılığında, adamın aldığı parseli aldım. Ayda bin liraları emlâkçıya ödemeye devam edip, sonunda bir parsel sahibi oldum. Parselin tapusunu ise kısa sürede aldım.
Bir daha senelerce araba sahibi olmaya heves etmedim. Kaputunu açıp, motorunu, aküsünü bile görmediğim o 51 model Opel, benim ilk otomobilim olarak hatıramdaki yerini aldı.
42- ASKERLİK Mİ OKUL MU ?
Baba annemin genç yaşta veremden ölmesi, dedemin üvey anne getirmesi, babamın onu dövdüğü için evden kovulması, üç çocuklu annemle ağa tarafından baş-göz edilmesi, annem tarafından istem dışı dünaya getirilmem , ben daha bir buçuk yaşındayken ayrılmaları, sekiz yaşıma geldiğimde annemin beni babamın yanına göndermesi, on sekiz yaşıma kadar babamla birlikte kahve köşesinde sefalet içinde yaşamam , ilk aşkımın beni terk etmesi, sonrakinin babasından hamile kalması gibi olaylar her ne kadar da kazığı iseler bana hayatın, bıçakladığım çocuğun ölmemesi, aldığım cezadan af sayesinde kurtuluşum, yaptığım araba kazasından üç arkadaşımla birlikte sağ olarak kurtulmamız da hayatın verdiği şanslar, ödüllerdi benim için.
Askerlik muayene zamanım gelmiş çatmıştı artık. Kıbrıs Barış Harekâtı o günlerde sonuçlandığından, millî duygular herkeste olduğu gibi bende de çok yoğundu. Muayene yerinde tartıldığımda kırk yedi buçuk kg. geldiğimi görünce yalvardım askere ;
- Ne olur kardeş, kırk sekiz yaz şunu da çürüğe falan ayırmasınlar !
- Tamam, tamam, geç !
Mart, Kasım ve Temmuz olmak üzere üç tertipte alınıyordu o zamanlar askere. Ben bir an önce gitmek istiyordum. İlk tertipte çıkmadığımı görünce bozuldum biraz. İkinci tertipte de çıkmadığımı görünce daha fazla bozuldum. Artık son tertipte yani Kasım’da gideceğim kesinleşmiş oluyordu.
O günlerde aklım biraz başıma gelmeye başladı. İçkiyi sigarayı çoktan bırakmış, vakitleri evde, cumaları camiide kılmaya başlamıştım. Abartmıyorum ; böyle zamanlarda insanın işi hem rast gidiyor, hem de daha sağlıklı düşünülebiliyor. Eski günlerimi, çevresinde sevilen, örnek gösterilen biri olmayı özlemiştim. Açık saçık filmleri almamaya gayret ediyordum.
Benden bir iki yaş küçük fakat en iyi çocukluk arkadaşlarımdan biri olan Sedat’ı gördüm bir gün. Okul zamanı değildi, fakat onun elinde defter-kitap vardı. Merak edip sorduğumda
orta okul bitirme kursuna gittiğini öğrendim. Bizim zamanımızda ilk , orta ve liseden sonra bitirme sınavları olurdu. Sedat da benim gibi orta bitirme sınavlarından takıntılı idi.
Benim de içimden bu kurslara katılmak geldi. Anında Sedat’la birlikte bindim minibüse. Pendik’in belki de ilk dershanesi. Şimdiki Belediye binasının az altında, iki katlı ev şeklinde Fen Dershanesi. Sahibi emekli öğretmen Yahya Bey ve kızı. İkinci katta kurs veriliyor. Ben de kurslara katılmak istediğimi söyledim ve anlaştık. Fen Bilgisi ve Matematik idi benim derslerim. Yahya Bey Fen Bilgisi dersini kendisi veriyordu. Fizik ve Kimya sadece. Bioloji yoktu. Ona göre zaten gerek de yoktu Bioloji’ye. Matematik için başka bir hoca vardı.
Sınıfta on kişi ya var ya yoktuk. AK partiden üç dönem Pendik Belediye Başkanlığı yapan Sayın Erol Kaya ile tanışmam bu kursta oldu. O da o sınıftaydı. Benden üç yaş küçük, temiz yüzlü, iyi ahlâklı, yakışıklı da bir çocuktu. Doğrusu iyi bir arkadaşlığımız oldu. Yazarlığa o zamandan merakım olduğu için ’Fikret Arif ’ olarak tanıttım kendimi. Defter ve kitaplarımın üzerine böyle yazdım. Erol, beni daha çok Arif olarak tanıdı. Belli ki, Fikret ismi pek sevimli gelmemişti ona.
Bir de İlknur adında çok güzel bir kız vardı kursta. Birbirimize belli etmesek de galiba paylaşamadığımız güzel kız..
Günler hızla geçti. Öğretmenleri ve diğer arkadaşları şaşırtan başarım ve İlknur’a karşı duymaya başladığım platonik aşk.
Aklıma gelmeyen başka bir şey vardı aslında benim : Ben aslında hazır askerdim. Üstelik yaklaşan Kasım ayında askere alınacağım kesinleşmişti. Bunu hiç aklıma getirmeyip, bir yandan okuyup öğretmen olacağım günlerin hayallerini kuruyor, diğer yandan da İlknur’a nasıl açılacağımı düşünüyordum sadece.
43- OKULA DÖNÜYORUM
Pendik Fen Dershanesi’nde de İlknur adında bir kıza âşık olduğumu söyleyince , sizler belki de ;’ Sen de çok şıp sevdiymişsin, ne de çok âşık oluyorsun ! ’ demiş olabilirsiniz. Belli bir yaşa geldiğimden itibaren sürekli aşkı, sevgiyi aradığımı itiraf etmek zorundayım. Fakat asla bir sevdiğim varken bir başkasının peşinde olmadım ya da yüreğimde iki kişiye aynı anda yer vermedim. Üstelik kimi sevdiysem yürekten sevdim, iyi niyet besledim ve daima ciddî ilişki peşinde oldum. Kimi sevdiysem, onunla evlilik hayâlleri kurdum. Bu da benim en insanî hakkım değil mi sizce ?
Sınıfın öğrenci olarak en popüleri idim belki ama erkek olarak pek değil. Erol da, Sedat da benden çok daha güzel ve yakışıklı çocuklardı. Erol değil ama Sedat biraz yakındı İlknur’a. Ben buna dayanamıyordum. İlknur’un ille de beni sevmesini istiyordum. Oysa o bana hiç de yüz vermiyordu. İnanamayacağınız bir şey yaptım : Aynı sınıfta birlikte kurs gördüğümüz, hem de ön sıramda oturan bu güzel kıza , aşkımı ilan ettiğim ve bir de şiirle süslediğim bir mektup yazıp dershanenin adresine postaladım. Mektubun dershaneye geldiğini anladığımda, anında kaçtım oradan. Nereye sığındım dersiniz ? Pendik Çarşı Camii’ne ! Yani ; Allah’a sığındım galiba..
Dershane birden karışmış, basbayağı rezil olmuştum. Dershane sahibimiz Yahya Bey’in kızı olaya el koymuş, anlayışla karşılanması gerektiğini, kötü bir niyet olmadığını anlatıp kapatmış. Döndüğümde ortam yatıştırılmıştı. Çağdışı olmakla suçlamış İlknur beni. O günden sonra benimle konuşmadı, ben de yenilen pehlivanlar gibi ezik biri oldum sınıfta.
Sonunda kendimi koy vermedim ve derslerime çalışıp başarılı bir şekilde sınavlarımı geçtim. İlknur ve kız arkadaşı Zuhal, galiba geçemediler. Erol ve Sedat da geçti. Erol, Kartal Ticaret Lisesi’ne, Sedat, Haydarpaşa Meslek Lisesi’ne gitti.
Ben Orta kısmından mezun olduğum Pendik Lisesi’ne kayıt olmak için baş vurduğumda gerçekle yüzleşmiş oldum. Hazır askerdim ve okuma hakkımı kaybetmiştim. Müdür yardımcısı İbrahim Deliktaş, biraz da kabaca savdı beni başından.
- Sen askersin oğlum, ne okuması ? Haydi güle güle !
İşte orada Arnavut damarım tuttu yine. Onun sandığı kadar kolay pes etmeye hiç de niyetli değildim. Doğruca müdürün odasına çıktım. Burada tekrar hatırlatmakda yarar görüyorum : Müdürümüz sayın Ahmet Erişen, Pendik Lisesi’nin ve tüm eğitim camiasının gelmiş geçmiş en iyi idarecilerinden, eğitimcilerinden biriydi. Başından savmadı beni. Karşısına alıp sordu ve dinledi.
- Hocam ben okumak istiyorum !
- Askerlik şubene git, okumak istediğini söyle. Eğer askerliğini erteleyebilirlerse, ben seni kayıt ederim.
Bir ışık yanmıştı işte. Hayat bana yeni bir ödül daha vermeyi vaat ediyordu. Şimdi ellerimi uzatıp, koşup almalıydım o ödülü. Askerlik şubem Gebze idi. Hemen o anda gittim. Şube başkanı yüzbaşıya derdimi anlattım. O da anlayışla karşıladı.
- Okula kayıt etsinler, askerliğini ertelerim, dedi.
Tekrar okuluma koştum. Yine aynı cevabı alıp ertesi gün bir kere daha şubeye gittim. Oradan da aynı cevabı alınca bu defa Ahmet Bey daha fazla zorlamadı ve kaydımın yapılmasını kabul etti.
Anlayışlı, iyi niyetli o iki yönetici sayesinde hayatım bambaşka bir yöne girecekti artık. Hayat onları basamak ederek çok önemli bir ödül daha sunmuştu bana. Şimdi benim hayatımın çok önemli bu fırsatını iyi değerlendirmem, okumam, mutlaka okumam gerekiyordu.
Köye döndüğümde yüzü sürekli gülen, neşeli, umutlu biri oluvermiştim. Kahvede, sinemada daha bir şevkle çalıştım. Kıyafetlerimi, defter ve kitaplarımı çoktan hazırladım.
Okulun açılacağı günü dört gözle beklemeye başladım.
44- ÖĞRETMENE DERS !
Nihayet heyecanla beklediğim okulların açılma günü geldi çattı. Tek tip kıyafet zorunluluğu yok muydu, yoksa var da ben mi bilmiyordum bilmem ama ben ısmarlama yaptırdığım normal renkte bir takım elbise ile gittim ilk gün. Aslında Orta okul ve Lise kıyafetlerinin lâcivert ceket ve gri renk pantolon, beyaz gömlek ve gravat olması gerekiyordu. Sanırım o yıllarda biraz tolerans gösteriliyordu. Çünkü okulun önünde toplanıldığında başkalarının da değişik renkte elbiseler giydiklerini gördüm.
Tüm lise birinci sınıflar arka bahçede, yeni yapılan ek binanın önünde toplandık. Müdür yardımcımız İbrahim Bey elindeki listeleri okuyarak herkese sınıflarını söyledi. Benim adım ve sınıfım okunmadı.
- Adını ve sınıfını okumadığım kaldı mı ? diye sorduğunda çekinerek yanına gittim.
- Benim adım okunmadı Hoca’m, dedim. Beni tanımıştı. Konuyu da biliyordu. Belki de beni okula almamakta ısrar etmişti. Biraz düşündükten sonra ;
- 4/İ’ ye git sen de, dedi. Çok sevindim. Koşarak gidip buldum sınıfımı. Ek binanın giriş katındaydı. Sonraki günlerde öğrendiğime göre, okulun adeta sürgün sınıfıydı burası. Baş aktörlerinin Çarli ve İsa Hocaoğlu’nun olduğu sürgün sınıfı ! Olsun, buna da şükür !
Elbette çok iyi çocuklar da vardı. Özellikle Atillâ Yazıcı ve başkaları. Fakat baş aktörler sınıfa ve hocalara rahat vermeye pek niyetli değillerdi.
Matematik dersine İTÜ’de Makina Mühendisliği okumakta olan bir bayan öğretmen geliyordu : Saime Zeybek. Kadıncağız, maalesef sınıfta uyuyordu. Kolay değil, hem İTÜ’de mühendislik okuyup hem de burada ders vermek. Fizik dersine, dışarıdan, sözleşmeli, mesleği öğretmenlik olmayan, adını dahi hatırlayamadığım bir bey geliyordu. Ve maalesef öğretemiyordu.
Bana bir ödül daha hayattan ; Bioloji dersine, yaklaşık dokuz sene önce orta okula başladığımda tanıdığım, bana ’ Bundan sonra kimseye annem yok demiyeceksin, ben Behice Hanım’ın oğluyum diyeceksin ’ diyen ve bana sahip çıkan, annelik yapan, okumayı sevdiren, üzerimde çok hakkı olan Behice Yalkın Hoca’m geldi. Beni tanıdı, sevindi .
- Bu yaştan sonra okuyabilecek misin oğlum ? diye sormadan da edemedi.
- Okuyacağım Hoca’m, okumak zorundayım ! dediğimde, bana inandığını belirten gözleriyle gülümsedi.
- İnşallah oğlum !
Bir de Remziye Salmangil hoca vardı. Orta sonda iken Coğrafya dersimize geliyordu. Anılarımın başında anlatmıştım. Çok çalıştığım bir gün tahtaya ders anlatmaya kalktığımda, üzerimdeki lekelerle ve cebimdeki şişlikle - takke vardı ama o yiyecek sanmıştı- ilgilenip, beni aşağılamış ve dersimi anlatmama izin vermeden yerime oturtmuştu. Bu hareketiyle okuldan soğutmuş, belki de bırakmamda pay sahibi olmuştu.
Evet , Coğrafya dersimize de o geldi : Remziye Salmangil. Tabii o tanımadı beni. Ya da tanımak istemedi.
Babam da , bu kadar geç okula başlamamı pek onaylamamıştı doğrusu.
- Madem okuyacaktın, bu güne kadar aklın neredeydi ? demişti.
Bir insanın beş yıl aradan sonra, yirmi yaşında, askere gitmek üzereyken liseye başlaması ve okuması kolay değildi elbet. Üstelik benim çalışmam da gerekiyordu. Haftada en az iki gün İstanbul’a film almaya gidiyordum. Okul Allah’tan öğleye kadardı. Akşamları da kahvemizde sinema oynatıyordum yine. Sinemanın bitip kahveyi toparlayıp temizlemem saat , gecenin on birini geçiyordu. Ben o saatten sonra ders çalışmaya başlayabiliyordum.
Söz vermiştim ; okuyacaktım ! Öyleyse ders çalışmadan okula gidemezdim.
Çoğu gün sabahlara kadar ders çalışıp, hiç uyumadan, bir duş alıp traş olup okula gittim. Matematik ve Fizik’te zorlanmaya başladım. Sınıfta bu derslerden geçer not alabilen kimse olmuyordu zaten. On üzerinden dört - beş alabilmek başarı sayılıyordu. Ben de o kadarını ancak alabiliyordum.
Diğer derslerde kendimi göstermeye başlamıştım bile. Behice annemin dersinde fırtına gibiydim. Çok seviniyordu benim adıma. Başarabileceğime çoktan inanmıştı bile. Edebiyat öğretmenimiz Olcay Köprücü, İstiklâl Marşımızın tamamını ezberleme görevi verdi . Onu ezberlemeden sınıfı geçemeyeceğimiz söyledi. Hevesle, çok severek ve kısa zamanda ezberledim. Halâ da unutmadım ve hevesle, hem de çok güzel okurum.
Coğrafya hocamız, okulda ün salmıştı. Yazılıları okumadan, maç anlatılmış bile olsa, çok yazana çok not verdiği konuşuluyordu. ( Vebali söyleyenlerin boynuna ) .Ben o derse de sabahlara kadar çalışıp öyle geliyordum. Pek yüksek not alamadım yazılılardan. Bazı sürpriz isimlerin yüksek not alması şaibeyi artırıyordu.
Bir gün Coğrafya dersinden sözlü oluyorduk. Konu, mevsimlerin oluşmasıydı. Gönüllü olarak kalkmak için, ısrarla parmak kaldırdım. Çok çalışmış ve konuyu çok iyi anlamıştım. Hoca inadına başkalarını kaldırıp, sıfırları tesbih yapmaya devam ediyordu. Herkes sıranın kendisine gelmesinden korkuyor, hocanın beni kaldırması için dua ediyordu. Sonunda inadından vaz geçip kaldırdı beni.
Hayatımın en güzel ders anlatışlarımdan biri olduğuna eminim. Daha önce hocalarımın bile yapmadığını yapıp, mevsimlerin oluşumunu tahtaya şekiller çizerek anlattım. Hoca şaşırıp kaldı. Sınıftaki çocuklar da çok şaşırdılar. Bir sürü övgüden sonra, on verip gönderdi sırama.
- Gördünüz mü arkadaşınızı ? İşte, ders böyle anlatılır ! dediğinde yıllar öncesi geldi gözlerimin önüne. Belki o zaman da fırsat verseydi, ben yine dersimi böyle anlatıp on alacaktım. O da, o zaman da belki övmek zorunda kalacaktı beni. O anda, o günü hatırlatmak aklıma gelmedi değil. Fakat, zorla da olsa tuttum kendimi ve içime attım duygularımı. Ona en iyi dersi verdiğime, yıllar öncesinin intikamını en iyi şekilde aldığıma inanmıştım.
Girdiği diğer sınıflarda hocanın benden ve anlattığım dersten söz etmesi kadar arkadaşların sözleri de gurur vermişti bana.
- Keşke bütün öğretmenler senin gibi ders anlatsa. En iyi anlayabildiğimiz ders oldu seninki ! Fikret ; sen mutlaka öğretmen olmalısın !
45- SINIFA , BAHAR GELDİ !
Yirmi yaşımda, askere gitmem gerekirken, yeniden eğitim hayatıma döndüğüm dönem 1975-76 eğitim yılı idi.
Ülkede siyasî kaos bütün hızıyla artmaya devam ediyor; gençlik, halk, polis, memur hatta askerler bile sağcı- solcu diye ayrışıyordu.
Okulumun olduğu Pendik ilçesinin merkezinde sağ kesim hâkimdi. Sadece Boşnakların çoğunlukta yaşadığı Sapanbağları’nda solcular çoğunluktaydı.
Okulda belli başlı solcu, günümüz sanatçılarından Nurseli İdiz ve müdürümüzün oğlu Raif vardı. Özellikle Nurseli susturalamazdı.
Dönemin MC hükümeti, sırf oğlu sol siyaset yapıyor diye, Ahmet Erişen gibi saygın bir eğitimciyi, okulunda asla siyaset yaptığı görülmeyen o muhterem insanı, sürgüne göndermeye kalkmak gibi bir saçmalığa imza attı. O da istifa etmek zorunda kaldı.
Ben köyümde ve okulumda edindiğim izlenimlerden dolayı iki tarafa da mesafeli durmaya çalıştım. Milliyetçilik hepimizde doğuştan var olan bir duygudur. Ancak o günün temsilcilerinin çoğu, benim bildiğim milliyetçiliğe hiç de yakışan kişiler değildi. Aynı şekilde çağdaşlık, ilericilk, özgürlükçülük, devrimcilik de en insanî duygularımızdı. Fakat solcuların içinde de davaya yakışmayan kişiler vardı. En güzeli iki tarafın da doğrularını alıp yanlışlarını terk etmekti benim için. Ben de bunu yapmaya çalıştım.
Yaşım ileriydi ve hem çalışıp hem okumak zorundaydım. Öğretmenlerime ve babama söz vermiştim.
İçimdeki sevgi özlemine hiç bir zaman engel olamadım hayatta. Başıma gelen onca acıdan sonra yine de aşkı, sevgiyi aramayı sürdürdüm. Sonunda mutlaka bulacağıma inandırmıştım kendimi.
Hemen yan sınıfımızda , bana göre orta boylu ( Benimki bir altmış),kumral saçlı, gözlüklü, saçları omuzunda fakat toplu, hafif tombul yanaklı, ciddî olduğu kadar da sevecen bakışlı, gördüğümde içimin kıpırdadığı bir kıza kaptırmaya başladım kendimi. Onda beni çeken bir şeyler vardı. Her teneffüste gözlerim onu aramaya başladı. Karşıdan karşıya seyretmekten kendimi alı koyamıyordum.
Bir gün kot pantolon giymiş gördüm onu. Üstelik yine teneffüste, yine sınıflarının önünde. Galiba bir geziye gideceklermiş ; o yüzden serbest giyinmişler. Erkekler lâcivert ceket, gri pantolon zorunluluğuna pek uymasalar da,kızlar, beyaz bluz ve lâcivert forma zorunluluğuna uymak zorundaydılar. Galiba çifte standart dedikleri bu oluyordu.
Bir köylü çocuğuydum ben. Üstelik biraz da muhafazakârdım galiba. Şalvarlı, yeldirmeli kızlar gördüm daha çok köyümde. Dizden yukarı etek giyenleri, kot pantolon giyenleri bile yadırgadım o dönemde. Oysa mesleğim de sinemacılıktı ve yıllarım Beyoğlu gibi bir semtte geçti. Yıllarca İstiklâl Caddesi’nden giyindim. Bu da benim çifte standardımdı galiba.
Adının Bahar olduğunu ,sınıfının hatta okulun en çalışkan, örnek öğrencilerinden biri olduğunu öğrendiğim bu güzel kıza, bu yeni yürek yangınıma, kot pantolonu bir türlü yakıştıramadım. ’ O bana göre değil !’ deyip kenara çekildim. Teneffüslerde onu seyretmekten vaz geçtim. Gördüğümde de kaçmaya başladım.
Bir gün yine teneffüste dışarıya çıkmayıp içeride kalmayı tercih ettiğimde, sınıfın kapısında Bahar’ı gördüm. Şaşırdım, heyecanlandım hatta kızardım bile. Üstelik doğruca benim yanıma geliyordu. Heyecanım daha da arttı. Yüzündeki o içimi yakan, asla yapmacık olmayan, kendine özgü gülümseyişiyle yanıma kadar geldi. Teneffüs olmasına rağmen elinde defter vardı. Genelde öyle olurdu zaten. Çoğu zaman teneffüste bile ders çalışırken görmüştüm onu. ( Ona inek diyeni vururum; ona göre )
- Behice Hanım geldi mi bu gün; gördün mü ?
Allah Allah ! Bu güne kadar tek kelime konuşmamıştık. Tanışmamıştık da ! Birbirimizin isimlerini bilip bilmediğimizden bile haberimiz yok. Bu ne samimiyet böyle ? Herhalde okulun tanınmış simalarından olduğundan ve benim de mutlaka onu tanıdığımdan emindi. Ben de tanınmıştım artık. O da beni bu yüzden mi tanıyordu acaba ? Yoksa, çoktan farkına varmış mıydı ona olan ilgimin ? Peki ; bir kot pantolon yüzünden ondan vaz geçtiğimi de biliyor muydu ?
Sevgiyi görmeden büyüyen biri, sevdiği insana bile gösteremiyor sevgisini. Ne kadar vaz geçsem de aslında sevdiğim biriydi karşımda duran bu güzel kız. Aslında sevilmeyi hak eden biriydi. Tanıdığım insanların içinde, belki de en çok o hak etmişti sevilmeyi.
- Ne yapacaksın Behice Hanım’ı ? diye sordum, bozuk atar gibi, azarlar gibi.
- Şey, merak ettim işte. Bize dersi var da bu gün..
Şaşırmıştı. Böyle ters bir davranış beklemiyordu benden. Kim bilir, belki de sadece bahanesiydi sorduğu soru. Aslında benimle tanışmak, bana bir şans vermekti amacı. Yoksa teneffüste bile ders çalışan onun gibi biri, bir hocanın gelmeyip de dersin boş geçmesini arzu edecek değildi ya !
- Behice Hanım benim annem sayılır. Ben onu çok severim. Elbette ki gelmiştir , niye gelmesin ! derken sanki kavga ediyordum karşımdaki o dünyalar iyisi, içimi halâ eriten, ısıtan, gözlerimin önünden gitmeyen, sanırım yaşadıkça da gitmeyecek olan güzel kızla !
Kıpkırmızı oldu. Dayak yemiş, hakarete uğramış gibi hissetti kendini.
- Şey, aslında ben de çok severim onu, deyip sertçe döndü arkasına ve hızla uzaklaştı sınıftan.
Ben sanki hiç bir şey yapmamışım gibi oturdum yerime. Bu halim hayatta bana çok şey kaybettirdi. Yazmak kısmet olursa, ileride anlatacağım gibi, Bahar’ı tamamen yine bu saçma tavırlarım yüzünden kaybettim.
Oysa yıllar sonra onunla geçen günlerimi ve tüm hayatımı gözlerimin önünde canlandırdığımda ; onun bana Tanrı’nın bir lûtfu olduğunu , ancak benim bunu anlayamadığımı, onu kazanmayı beceremediğimi çok iyi anlıyorum.
46- ENGELLİ SEVGİLİM
Bizim sınıfa kadar gelip; bana Behice hanımı soran Bahar’a karşı davranışımdan pişmanlık duydum sonradan. Tamamen iyi niyetiyle, benimle tanışmak için geldiğine, ona olan ilgimin farkına varıp bana bir şans vermek istediğine inandım.
Tekrar denedim teneffüslerde onu uzaktan seyretmeyi. Fakat öyle öfkeli baktığını gördüm ki ; ona görünmekten bile utanmaya başladım.
Aşka kısa bir ara verip derslerime verdim kendimi. Sürgüne gönderilmeyi reddedip istifa eden müdürümüz Ahmet beyin yerine, Mustafa Kemal Tokuç müdür oldu. İTÜ’de Makina mühendisliği okuyan Matematik hocamız Saime Zeybek de bıraktı bizi. Yerine gelen Süavi bey sayesinde matematikte de başarılı olmaya başladım. Bir tek hocası dışarıdan sözleşmeli olan Fizik dersinden zorlandım.
Tabii en başarılı olduğum ders, Behice annemin verdiği Bioloji idi. Onun, beyin ve omurilik arasındaki farkı anlatırken söylediği sözler hiç aklımdan çıkmaz : ’ Omurilikten yaşayan değil, beynini kullanan, düşünen insanlar olun !’ demişti. Omurilik tembeldi. Duyulan sözler, sorulan sorular ve olaylar karşısında, duvar gibi yankı yapar, anında ve hazır cevaplar verir, bilnçsiz davranışlar yaptırır. Oysa beyin, düşünmemizi, bilgileri değerlendirmemizi, süzmemizi ve en doğru olanı bulmamızı sağlardı.
Din derslerimiz isteğe bağlı idi. Bir kaç sınıf birden aynı sınıfta din dersine girerdik. Kulakları çınlasın ; Bahar asla girmezdi, seçmeli Din derslerine.
Bir kaç sınıftan isteklilerle birlikte Din dersindeydik yine. Hoca biraz gecikmişti. Din dersi de olsa, Kur’an kursu da olsa, hatta İmam-Hatip okulu bile olsa, gençliğin ve iki cinsin olduğu yerde aşk daima vardır. Kızlar ve erkekler çapkınlık derdinde. Herkes asılacağı karşı cinsi seçiyordu. Hayatta yapmadığım bir kaç şeyden biridir benim çapkınlık. Fakat o gün istisna bir gündü herhalde benim için.
Orta sıralarda oturuyordum. En ön sırada oturan kızlar dönmüş bize doğru bakıyorlardı. Yüzü güzel olan birini hedef seçtim kendime. Utanmadan gözlerine gözlerine baktım. Esmer, düz, kısa saçlı, masum bakışlı bir kızdı. Anında fark etti bakışlarımı. Ben tabii hemen ürktüm yine. Oldum olası çekinmişimdir kızlardan. Hemen kızıp bozuk atacaklar gibi gelmiştir.
Teneffüste elinde bir defterle yanıma geldi. Gelirken bir ayağının engelli olduğunu fark ettim. Hem de çok zorlanıyordu yürürken. O an kendimden utandım ona çapkınlık amacıyla baktığım için. Elindekinin bir hatıra defteri olduğunu anladım. Elini uzattı ellerime.
- Merhaba, ben Suna.
Utanarak tuttum elini. Çabucak da bıraktım.
- Ben de Fikret.
- Şu defter sende kalsın bu gün. İçine bir şeyler karalarsan memnun olurum.
- Peki..
O gün hiç aklımdan çıkmadı. Yürümesine engel olan ayağı, yüzünün masumluğu ve benim ona karşı samimiyetsizliğim. Şimdi ne yapmalıydım ? Ona ilgi duyduğumu görmüş, bu ilgiye karşılık vermeye hazır olduğunu göstermişti. Şimdi kalkıp ta ’ Ortada ciddî bir durum yok. Ben sana öylesine asılmıştım!’ diyebilir miyim ? Her hangi biri olsa belki de diyebilirdim. Fakat o, engelli bir kız. Bu durumda, engelli olduğu için onu reddettiğim inancına kapılır ve çok sarsılırdı. Onu üzmeye hakkım olamazdı.
Vicdanımın sesini dinledim ve onu kaderim olarak kabul edip, bu ilişkiyi, gerekirse sonuna kadar, evliliğe kadar vardırmaya karar verdim. Ona hitap eden, ona ilan-aşk eden bir şiir yazdım verdiği hatıra defterine. Hatırladığım son mısralarında şöyle dedim :
’ Seninle aç değilim, benimle susuz değilsin,
Yoldaşım, can yoldaşım !’
Onun engelli olduğu gibi, kendimi de noksan biri, yaralı biri olarak görüyor ve bir birimizi tamamlayan bir ikili olacağımızı ima etmeye çalışıyordum.
Bir hatıra defteri de ben aldım. Daha önceden yazdığımı ima eden bir iki şiir karaladım yapraklarına. Ona verdim, benim için bir şeyler yazması için. Eski sayfaları yerinden söküp öylece bırakmış deftere. Tüm geçmişimi unutup yeni bir sayfa açmamı ister gibi. Bir de şiir yazmış benim için. Oldukça güzel şeyler yazmıştı üstelik.
Kısa sürede sevgili olduk. Birlikte gezdik okul bahçesinde ve okul yolunda. Pek aşktan bahsedecek kadar cesur olamadık belki ama birlikteydik işte. Gerçekten çok zorlanıyordu yürürken. Öyle ki kötü havalarda babasının onu sırtında okula kadar getirdiğini bile görmüştüm.
Her şeyimle yemin ediyorum ki ; tüm hayatımı onunla geçirmeye razı olmuştum. Asla ondan vaz geçmek gibi bir düşüncem olamazdı.
Bir kız arkadaşı vardı. Yanıma geldi bir gün.
- Ne olacak sizin sonunuz ? diye sordu birden bire.
- Ne olacak ; günü gelince evleneceğiz ! diye tereddütsüz cevap verdim.
- Suna’nın babasının Ankara’ya tayini çıktı. Yakında gidecekler, dedi.
Şaşırdım birden. Sonra toparladım kendimi.
- Olsun,mektuplaşırız.
- Suna öyle düşünmüyor ama. Sonunuzun olmadığını düşünüyor. Bitirmek istiyor.
Demek ki kaderle sınavım sona ermişti. Kader beni engelli bir eşle yaşamaya mahkûm etmekten azletmişti.
- Eğer gerçekten böyle düşünüyorsa, bitirmek istiyorsa, canı sağolsun. Söyle kendisine, bundan sonra bacım- kardeşim olsun benim , deyip uzaklaştım oradan.
Ertesi gün sınıfa geldi yine aynı kız.
- Suna çok üzüldü.’ Ben onun kardeşi olamam, seviyorum onu. O beni bırakmadıkça, ben de onu bırakmam ’ diyor, dedi.
Yeniden buluştuk Suna’yla. Yaşadığım Kurtköy’den söz ettim ona. Orada akrabalarının olduğunu, onları bahane edip gelmek istediğini söyledi.
Hafta sonunda köyde gördüm onu. Akraba kızlarıyla birlikte geziyorlardı. Selamlaşıp tokalaşıp ayrıldım yanından.
Ertesi gün yüz çevirmeye başladı benden. Ne bir soru sordu, ne de bir söz söyledi. Hiç bir açıklama yapma gereği bile duymadan bitirdi ilişkimizi.
Bir darbe daha yemiştim hayattan. Sefaletim mi onu vaz geçirdi benden, akrabalarının kötülemesi mi, babama annem tarafından atılan iftiranın ona iletilmesi mi; bilmiyorum.
Darbesi miydi kaderin, yoksa hakkımda verilen hayırlı bir hüküm mü ? Onu da bilmiyorum.
47- BAHAR ,YANI BAŞIMDA !
Aşk arayışlarımın yine sonuçsuz kaldığı , yirmi yaşımda başladığım lise birinci sınıfı, inatla, çoğu kez sabahlara kadar ders çalışarak, uykusuz günlerle de olsa, o zamanlar her sınıftan ancak bir-iki kişinin alabildiği bir teşekkür belgesi alarak geçmeyi başardım. Tüm öğrencilerin gözünde en zor sınıftı lise bir. Aslında benim için de öyle olmuştu ama başarmıştım sonunda ve mutluydum.
Kalbimdeki aşk ve sevgi boşluğunu yaz tatilinde de doldurabilmek için arayışlarıma devam ettim. Geriye doğru şöyle bir baktığımda ; köylü sevdiğim kolay vaz geçmişti benden,ona kızıyordum, babasından hamile kalma talihsizliğine düşen Hatice için üzülüyordum, köyüme geldikten sonra birden bire beni terk eden Suna’ya ise kızamıyordum bile.
Bir tek Bahar kalmıştı gönlümde. Galiba kalbim onu arıyordu. Oysa o, ayağıma kadar gelip benimle tanışmak istemiş, bana bir şans vermeye hazır olduğunu o davranışıyla belli etmişti. Fakat ben anlayamamış ve terslemiştim onu. Şimdi içim onun için yanıyordu ve bas bayağı özlüyordum işte.
Lise ikinci sınıftan itibaren kol seçmemiz gerekiyordu. Okulumuzda sadece iki kol vardı ; Fen ve Edebiyat. Başarılı öğrenciler Fen, zorlananlar ise Edebiyat kolunu seçerlerdi. Eğitim sistemimizin çarpıklığı daha burada başlıyordu işte. Niçin Edebiyata yatkın olanlar değil de, zayıf öğrenciler bu bölümü seçiyorlardı ? Böyle saçma bir kural olmasa , ben Edebiyat kolunu seçmek isterdim. Fakat istesem, söylesem saçma bulunur ve asla kabul edilmezdi. Dolayısı ile ikinci sınıftan itibaren Fen kolunda okuyacağım otomatikman belli olmuştu bile.
Bahar da başarılı bir öğrenci olduğuna göre, onun da Fen kolunda okuyacağı belli bir şeydi. Normal şartlarda, ikinci sınıfta da aynı sınıfta olma şansımız yoktu. Biz 5/Fen/B’ye gidecektik, Bahar’lar ise 5/Fen/C’ye.
Nereden aklıma geldi, nasıl cesaret ettim bilemiyorum. Okulun ilk günü doğruca idareye koştum. Geçen seneki sınıftan arkadaşlarla aynı sınıfta olmak istemediğimi söyledim müdür yardımcısına. O sınıfın yaramazlığı, gürültüsü herkesçe bilinen bir gerçekti. Tüm öğretmenler bıkmışlardı zaten. Müdür yardımcısı bir süre yüzüme bakarak düşündükten sonra, haklı olduğumu söyledi ve gönlümden geçenleri bilirmiş gibi, sanki o sınıfı ısmarlamışım gibi, doğruca 5/Fen/C’ye verdi beni. Yani, Bahar’ın sınıfına.
Yeni bir ödüldü bana. Büyük bir mutlulukla girdim sınıftan içeri. Bahar’la ilk göz göze geldiğimizde kızardı yüzü. Üç dizi sıradan oluşan sınıfın orta sıralarından birine oturdum. Bahar, sağ tarafımdaki dizide idi. Oldukça yakındık bir birimize. Bahar, yanı başımdaydı artık.
Yirmi üç kız, on iki erkek öğrenciydik sınıfta. Tamamen seçme öğrencilerden oluşan, okulun örnek sınıfı idi burası. Daha önce beni okula kayıt etmek istemeyen müdür yardımcımız İbrahim beyin kızı da bu sınıftaydı. Öğrenciler gibi öğretmenler de kesinlikle seçme idi.
Hayatımın en önemli maratonlarından birine başlamış gibiydim. Derslerime daha bir özenle ve inatla çalışıyordum. Artık her gece sabaha kadar ders çalışıp, sabahleyin de duşumu alıp, traşımı olup öyle okula gidiyordum. Film almak için İstanbul’a gitmediğim günlerde, öğleden sonra okuldan dönünce biraz uyumaya çalışıyordum.
İlk okunan yazılı sınavımız Fizik oldu. Hocamız Ayşe Onsekizoğlu. En yüksek notların biri Bahar’ın, diğeri benim : On üzerinden yedi. Bir yıl önce bizim sınıfa geldiği günü saymazsak, ondan sonra tek kelime bile konuşmamıştık Bahar’la. Bir cesarete gelip, ona doğru döndüm ve,
- Bahar, galiba ikimiz de aynı hatayı yapmışık. Hocaya sorup öğrenelim mi ? diye sorduğumda, öyle bir bakış baktı ki bana, inanın korktum. Demek ki bir yıldır bana karşı içinde bir öfke beslemiş ve bir anda tüm öfkesini dışa vurmuştu. Tek kelime bile etmedi. Sadece dövecekmiş gibi baktı ve yüzü kıp kırmızı oldu.
- Sen ona aldırma. Kendinden başkasının yüksek not almasına alışık değildir, diye söze girdi çocuklar. Kafam karıştı benim ; gerçekten kıskançlık mıydı onunki, yoksa bana duyduğu öfke mi ?
Bir gece yarısı aynı odada yattığımız babam uyandı. Leğende çamaşır yıkadığımı görünce ;
- Ne yapıyorsun oğlum bu saatte , diye ,biraz da hüzünle sordu.
- Çamaşır yıkıyorum baba, dedim. Onunkileri de yıkıyordum ve bu halimden asla şikâyetçi değildim. O, yıllarca benim çamaşırlarımı da yıkamıştı, kendimi de yıkamıştı. Hem de kahve köşesinde. Şimdi ise, eski de olsa bir evimiz vardı işte.
- Oğlum, nelere para vermiyoruz . Çamaşır makineleri çok mu pahalı ? Taksitle alınamaz mı ? dedikten sonra, elini pantoluna uzatıp cüzdanını çıkarttı. İçinden beş yüz lira para verdi bana.
- Televizyon aldığımız adama bir sor bakalım. Eğer bu peşinatla verirse, taksitle al bir tane, deyip en masumane bakışlarından biri ile uykusuna devam etti.
Babamla yıllarca atışıp durmuştuk. Sinirli ve öfkeli biriydi o. Hayattan çok tokat yediği ve sevgi görmediği için, bana olan sevgisini de asla belli edememişti. Ancak o günlerde bana karşı davranışları daha bir sevecen hal almıştı.
Çamaşır yıkamayı bitirip, dışarıya da astıktan sonra ,derslerimin başına geçtim. Sabaha kadar çalıştım yine. Sabahleyin de duşumu alıp, traşımı olup , koşarak gittim okula.
Babam , sabah namazında açardı kahveyi. Kahvaltıyı genellikle kahvede birlikte yapardık. Bazen bisküi, bazen de peynir, ekmek ve çay. Şükürler olsun ki, yokluk çekmiyorduk. Gündüzleri lokantada yemek yemeye de gücümüz yetiyordu. Babam hiç bir şeyini benden esirgemiyor, asla hesap sormuyor , fakat para biriktirmek gibi en önemli ihtiyacı hiç aklına getirmiyordu.
O gün okuldan çıkar çıkmaz mağazaya koştum. Babamın verdiği beş yüz lira peşinatla, o zaman çok moda olan merdaneli makinelerden daha da gelişmiş olanı, döner kazanlı ve döner sıkmalı AEG-Turnamajik çamaşır makinesi aldım. O günlerde Kurtköy’de bir-kaç kişide ancak vardı çamaşır makinesi. Onlar da merdaneli.
Her gün çamaşır yıkadım. ’Amma da hamarat çocukmuş!’ diye lâf atmaya başladı köyün kadın ve kızları. Her gün temiz gömlek giydim. İki takım elbisemi sırayla her hafta kuru temizlemeye verdim. Sınıfta zengin çocuğu intibası yaratmıştım.
Bir alışkanlığım daha vardı benim. Yazılı kâğıtlarını topuyla alıp çantamda taşırdım. Genelde yazılılarda çok kişi kâğıdını benden alırdı. Ben onlara kâğıt vermekten bile zevk alırdım.
Kısa sürede yalnız sınıfta değil, okulda bile reklâm olmaya başladık. Sınıfta en yüksek notlar ikimizin oldu. Her derste, her soruda ikimizin parmağı havaya kalktı. Sürekli gönüllü olarak ders anlatmaya ikimiz kalktık. Her soruya ikimiz cevap verdik.
Herkesin birlikte andığı ve methiye ile, övgü ile andığı bir bütünün iki parçası gibi, ayrılmaz ikili gibi olduk : Fikret ve Bahar.
Yalnız değişmeyen bir şey vardı ; bir birimizle hiç konuşmuyorduk. Acaba diğer çocuklar ve hocalar bunun farkında mıydı ? Farkında olanlar sebebini biliyorlar mıydı ?
Konuşmazsa konuşmasın ; yanı başımdaydı ya ! Ben her gün onu görebiliyor, onunla yarışa biliyor, onun yanında övgüler alıyordum ya ! Başka ne isterdim ki ?
48- SEVİYORUM , DİYEMEDİM !
Elliye yakın bölümdür, gerçek hayatımda yaşadıklarımı, fazlalık katmadan anlatmaya çalıştığım yazılarımda, bazı şeyleri atladığımı, unuttuğumu fark ettim. Gerçekten çok az bir zaman ayırabiliyor ve bas bayağı marketin tezgâhında yazmak zorunda kalıyorum. Otuz beş sene öncesinden bile olduğu halde, bu yaşımda evimde kendime ait bir çalışma masam ve bilgisayarım yok. Üstelik zamanım da yok.
Evli, çocuklu ve hatta torun sahibi biri olduğum için, anlatamayacağım bazı şeyler olsa bile, unuttuklarım da oluyor. Bazı şeyleri anlatamıyorum diye, kendimi sürekli aklamaya çalışmak gibi bir amacım olduğu anlaşılmasın. Ben de bir insanım ve hayatta sayısız hatalarım oldu benim de. Üstelik çoğu kişiye göre oldukça fazla hata yaptım. Asla günahsız, masum biri olduğum iddiasında değilim. Hatta affedilmesi mümkün olmayan hatalarım ve günahlarımın olduğunun da bilincindeyim. Hayatın sunduğu fırsatları değerlendiremeyen, hayata tutunamayan, günahkâr bir kulum ben.
İlk bölümlerde , ön dişlerimin doğuştan çürük ve çok çirkin olduğunu söylemiştim. Hatta gülüşümün bir fareyi andırdığını bile itiraf etmiştim. Liseye başlamadan , beni çok seven İmam Ali amcanın tavsiyesi ile, onun tanıdığı , Pendik’li bir dişçiye dişlerimi kaplama yaptırdım. Yine onun ısrarıyla, ön üst yanlara iki de altın kaplama yaptırma hatasını yaptım. Hiç de hoş olmadı. Yıllarca alay konusu oldum ; ’Altın dişli ’ diye.
Lise ikiye başlamadan önce de göz doktoruna gittim. Gözlerim sürekli akıyordu. Güneşten rahatsız oluyordum. Üstelik Bahar da gözlüklüydü. Çocuklukta ve gençlikte gözlük hevesi oldukça yaygındı o zamanlar. Yıllar sonra kızım, kendisini muayene eden doktor, gözlük vermediği için, arkasından bir sürü hakaret etmişti. Benim için de hevesti galiba. İlk muayenede ilâç veren doktor, ikinci muayenede gözlük verdi bana.
O zamanlar bilgisayarla muayene imkânı yoktu. Göze takılan camlarla karşıdaki tabelâ okutuluyordu. Hangi camla daha net görürseniz, gözlüğünüzün numarası böyle veriliyordu.
İki tarafa da + 0,50 yazıverdi. Yani hipermetrop. Oysa yıllar sonra bilgisayarla muayene olduğumda, bir tarafı 0,25, diğeri 0,50 idi. Asıl önemli olan ise bir gözümün Astiğmat oluşuydu. Gözlerimin yaşarması, güneşten rahatsız olmam bundandı.
Lise ikide tam da Bahar’ın yanında olduğum günlerde, yine altın rengini tercih ettiğim gözlüğüm, tam bir dert olmuştu bana. Sürekli gözlüğümle oynamak zorunda hissediyordum kendimi. Rahat edemiyor ve çıkarmak istiyordum. Bir taraftan da yakıştığını sanıyor ve gözlüklü görünmek istiyordum.
Uykusuz gecelerimin hediyesi olarak bir de tik sahibi oldum. İkide bir ,durup duruken omuzumu kaldurıyordum.Hele bir de saç yolma tikim vardı ki, nasıl bitmedi o saçlar, hala inanamıyorum. Bir tarafta gözüme uymayan ama çıkarmaya kıyamadığım gözlüğüm, bir tarafta tikim. Diğer tarafta sevdiğim Bahar. Ona mahçup olmamak için sabahlara kadar ders çalışıp, sabah mutlaka duş alıp, traş olup öyle gelmek zorundayım okula. Bu arada traştan sonra sürdüğüm limon kolonyasını da fazla kaçırdığımı bazen hocalar hatırlatıyordu.
Tüm bu fırtınanın arasında, bir gün Bahar’a karşı bir cesaret hissettim kendimde. Korkmuyordum artık. Sevdiğimi ona bir şekilde hissettirmeye karar verdim. Tam da müdür yardımcımız İbrahim beyin İnkilâp Tarihi dersindeydik. İbrahim bey ,çok sert mizaçlı biriydi. Öyle olmasa zaten bizim okulda müdür yardımcılığı yapamazdı. O, ders anlatırken, ben gözlerimi inatla Bahar’a sabitledim. Görmesini istiyordum. Ona olan ilgimin farkına varmasını istiyordum. Uzun süre inatla baktım. Hoca gördüğünde ne yapar, nasıl tepki gösterir diye hiç düşünmedim. ’İnceldiği yerden kopsun’ derler ya hani ; işte tam da o an düşüncem böyleydi.
Başını bana doğru çevirmeden kızarmaya başladı Bahar. Fark etmişti işte. Ben gözlerine bakıyordum Bahar’ın. Gözlük camları beyazdı üstelik. Fakat ben halâ gözlerinin rengini doğru bilmiyorum. Kahverengi değildi, siyah da değil. Elâ ya da yeşil. Çünkü ne zaman baksam, ne kadar da cesaretli görünsem, utandım, korktum. Başını bana doğru çevirdiğinde, daha önce plânladığım şekilde, ben de başımı diğer tarafa çevirip, ona doğru dönen ensemi elimle kaşıdım.
Şimdi bir an önce dersin bitmesini bekliyordum. Zil çalar çalmaz, tutmayın beni. Koşarak uzaklaştım sınıftan. Sanırım bir dakikada bahçenin yolunu tutup saklandım. Tekrar zil çalmadan da sınıfa gelmedim. Belki de geç bile gelmişimdir. Korktum çünkü. Ya gelip azarlarsa beni ! Niçin baktığımı sorarsa ! Hakaret ederse ! O günüm ondan kaçmakla geçti.
Ertesi sabah okulun yan kapısından giriyordum. Sınıf ikinci kattaydı. Daha birinci katın merdivenlerinde gördüm onu. Kaçacak yerim de yoktu yani. Bas bayağı beni bekliyordu. Hem de nasıl beklemek ! Yüzünde öyle tatlı bir gülümseme var ki ;melekleri andırıyor. Bir insana gülmek ancak bu kadar yakışır. Sanki yıllardır yolunu beklediği birini karşılıyor. Korkum falan kalmadı gülen gözlerini gördüğümde. Fakat ,beklediğinin ben olduğuna inanamazdım. Neredeyse boynuma sarılacak gibiydi.
- Günaydın ! dedi. Şaşırdım. Aylardır tek kelime bile konuşmamıştık. Bir kez olsun selâmlaşmamıştık ki ! Herhalde bir başkasına ’Günaydın’ demişti. Cevap verirsem, gerçekten başkasına demişse, çok fena küçük düşerdim . Cesaret edemedim ve sessizce geçip yanından yoluma devam ettim.
Sınıfa geldi peşimden. Sürekli lâf atmaya başladı bana. O günkü dersleri, çalışıp çalışmadığımı sordu. O gül yüzü sürekli gülümsüyordu. Onu hiç böyle görmemiştim. Başkaları da görmemiştir mutlaka. Sorularına cevap vermeye cesaret edemiyordum bir türlü. Derslerde bile lâf atmaya başladı. Tabii derslerle ilgiliydi sorularının çoğu.
Her gün biraz daha neşeli biri oldu Bahar. Tabii ben de şaşkınlıktan ve mutluluktan uçmaya başladım. Sadece aşktan söz etmediğimiz ve bir birimize sarılmadığımız kalmıştı. Ona olan ilgimin, sevgimin farkına varmıştı ve bu aşka karşılık vermeye hazırdı. Şimdi sıra ona açılmama gelmişti. Fakat nasıl olacaktı bu iş ? Böyle bir cesareti nasıl bulacaktım ? Daha önceleri yaşadığım acı tecrübeler, bende aşağılık kompleksi yaratmıştı. Ben Bahar’a lâyık mıydım acaba ? Şimdi karşılık verse bile, ileride o da bırakmaz mıydı beni ? Ben cahil, fakir bir köylü babanın oğluydum. Onun babası doktor, annesi öğretmendi.
Günlerce ona açılıp açılmama konusunda mücadele ettim kendimle. Sonunda açılmamaya karar verdim. Sonu olmayacak bir aşk olarak gördüm bu aşkı. Ben bir sinemacıydım ve Türk filmlerinin arabesk etkisi, yaşamıma çoktan grmişti.
Ve bir şarkı tuttum kendime, bu aşk için ;
’Ben gamlı hazan, sense Bahar; dinle de vazgeç !
Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç !
Olmaz meleğim, böyle bir aşk !
Bende vakit geç, bende vakit geç !
Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç!’
Bir teneffüste, arkadaşı Sergül ile arka sıramda gülüşüp duruyorlardı.
- Elini uzatır mısın biraz ? Bahar’dı seslenen. Döndüm güzel yüzüne doğru.
- Hayrola, ne yapacaksın elimi ?
- Falına bakacağız. Bu aklı ona galiba Sergül vermişti. Yine tersim tuttu , gerçekten fal olayını hiç sevmezdim, halâ da sevmem.
- Ben fala inanmam, bakana da kızarım !
- Benim hatırım için ! Hey Allah’ım, o hatır için ben neler yapmazdım ki ? Bu yaşımda bile ne isterse yaparım her halde. Öl dese ölür, yaşa dese yaşardım. Uzattım elimi. Yanlış elmiş o. Sergül müdahale etti, elimi değiştirdim.
Şimdi Bahar bir elimi tutmuş, avucuma bakarak bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Şimdi düşünüyorum da aslında hayatımın en mutlu anlarından biriydi benim için. Sakin olmalı ve iyi değelendirmeliydim o anı.
- Sen, çocukluğunda çok çile çekmişsin. Ama hepsi geçmişte kalmış. Bundan sonra daha mutlu bir hayatın olacak.
Biraz geveze olduğumdan, çok şeyimi anlatmıştım sınıfta. Annemle babamın ben bir buçuk yaşımdayken ayrıldıklarını, annemin daha sonra başkasıyla evlendiğini, beni babama iade ettiğini ve anneme kırgın olduğumu..
- Senin bir sevdiğin var. Sen birine tutulmuşsun ama söyleyememişsin. Eyvah konu kızışıyor. Neler söylüyor bu kız ? Ne yapmak istiyor ? Susuyor ve merakla bekliyorum, bu işin sonunun nereye varacağını.
- Doğru mu ; seviyor musun ? Ne cevap verebilirim ?
- Söyle,söyle ; seviyor musun, sevmiyor musun ? Yok, cesaretim yok. Seviyorum bile diyemiyorum. İşte bas bayağı ağzımı arıyor. Sevdiğim insan karşımda, elimi tutmuş ve seviyorum dememi bekliyor. Ona aşkımı itiraf edebilmem için daha ne yapsın ?
- Evet, öyle biri var aslında ama, boş verin.
- Niye boş verelim, söyle işte ; kimmiş o, kimi seviyorsun ?
- Önemi yok. Çünkü o beni sevmez, sevemez, boş verin.
Israr ediyorlar, kızıyorlar belki de ama ben lânet herifin tekiyim, ters biriyim ya ! Tüm hayatımda yaptıklarım gibi, mutluluktan hep kaçtım ya ; yine aynısını yaptım. Elimi çekip aldım ve falımı da yarım bıraktım. Aslında belki de hayatımı orada yarım bırakmıştım ben.
Seviyordum aslında. O,aradığım insandı. Sevilmeye değerdi. Bana değer veren, şans veren, gül yüzlü Bahar’dı o. Belki o da beni seviyordu. Ama haklı olarak ilk önce benim söylememi istiyordu.
Olmadı, bir türlü beceremedim işte. Geçmişte yaşadığım olaylar mı, yapım mı, karakterim mi, yoksa kaderim midir bilmem.
Sevdim, çok sevdim. Fakat bir türlü Seviyorum, diyemedim işte....
49- BAHAR’I SEVER GİBİ
Dersimiz Edebiyat. Hocamız, yine benim annelerimden biri ; Ece Tuncay.Gerçekten
beni çok sevdiğine inandığım, benimle yakından ilgilenen, Edebiyatı sevmeme neden olan çok değerli bir insan.
Konumuz ; Fuzulî’nin Leyla ile Mecnun’u. Konuyu kim okuyor dersiniz ? Bahar ! O okurken, benim size daha önce söz etmeyi unuttuğum ,saç yolma tikimin doruk noktasındayım. Özellikle lise hayatım boyunca yoldum saçlarımı ama bir türlü bitiremedim. Sağ elimle en öndekileri ya da tepemdekileri tutup bukle yapıyorum ve söküyorum çoğu zaman. Öyle ki defter ve kitaplarım saçlarımla doluyor. Ne kadar da sık ve kuvvetli saçlarım varmış ki, bu gün bile çok az tepemde bir boşluk var, hepsi o kadar.
Ece hanımın dikkatinden kaçması mümkün değil. Fakat, okunan konudan sıkıldığımı sanıyor, ya da öyleymiş gibi yapıyor.
- Fikret, şimdi patlayacak ! İşte Divan edebiyatı böyle bir şey. Biraz sıkar insanı. Çünkü anlayamadığınız çok keklime geçer. Fakat, anlaşılabildiğinde ise büyük haz verir.
Durdu Bahar bir süre. Aslında biz Fen koluyduk ve Sosyal derslere fazla ağırlık vermememiz gerekiyordu. Fakat zamanımızın çoğu , özellikle Edebiyat konularında geçen Osmanlıca kelimelerin karşılığını sözlükten bulup yazmak ve ezberlemekle geçiyordu. Ben de hocamı çok sevdiğimden kendimi harap ediyor, uykularımı feda edip derse çalışıyordum.
Gözlüğümü takmadığım günlerde, uyumadan ve duş alarak geldiğim için gözlerim kıp kırmızı oluyordu. Bahar’ın çok dikkatini çekiyordu. Mahsun bir tavırla sorardı :
- Gözlerine ne oldu ? Kan çanağı gibi, diye.
- Şey, bu gece pek uyuyamadım da ! deyip geçiştirirdim.
Din ve Ahlâk bilgisi zorunlu olduğunda, Bahar da girmek zorunda kalmıştı. Maalesef namaz dualarını bile bilmiyordu. Hocamız, Pendik Çarşı camii vaizlerinden Alâaddin Şahin idi. Aydın, çağdaş,anlayışlı, bilgili, ideal bir din adamıydı. Din dersini bize sevdirmeyi başarıyordu. Yazılılarda Bahar’ın kâğıdını alıp namaz surelerini yazıyordum. Hocamızın fark etmemesi mümkün değildi ama göz yumuyordu işte. Bir gün sordum ;
- Hocam, sinemacılık günah mıdır ? diye. Verdiği cevabı hiç unutamadım.
- Şunu bir bıçak farz et. Bıçak ekmek kesmeye kullanırsan faydalı, adam öldürmek için kullanırsan zararlı bir şeydir. İşte sinemacılık da böyle bir şey.
Felsefe grubu hocamız, okulda çift tabancayla gezdiği konuşulan, dersinde nefes almaya bile korkulan, orta boylu, göbekli, pala bıyıklı, sert bakışlı, bir Karadenizli , Sabri bey.
Mantık dersindeyiz. Konu ; önermeler. Çok iyi hazırlandım. Kimin çalıştığını sorduğunda, yine her zamanki gibi, her derste olduğu gibi ikimizin parmağı havadaydı. Bahar’ın ve benim.
Önce Bahar’ı kaldırıyor. Bahar, kitabı yutmuş gibi, noktasına - virgülüne kadar sayıyor. Hoca memnun değil ; suratını buruşturuyor. Bahar, mahçup ; ’Daha ne yapayım ?’ der gibi bakıyor.
Beni kaldırdığında, kitabı da elime alıyorum. Hoca, buna izin veriyor zaten. Bir elime de tebeşir alıp, tablo çizerek, kitaptaki örneklere alternatif örnekler icat ederek , bir hoca gibi anlatıyorum dersi. Verdiğim örnekler : ’ O, doktor ya da kimyâger olmak ister !’ Sizce kim bu ? Elbette ki Bahar ! Diğer örnek ; ’Onun gözleri elâ ya da yeşildir !’ Sizce kimin gözleri bu ? Elbette ki Bahar’ın.
Bahar ne halde acaba ? Anlamaması mümkün değil bence. Hoca hayran kalıyor.
- İşte ders böyle anlatılır ; gördünüz mü ? Ne o öyle, kitabı harfi harfine anlatmak ! Kitap bende de var ! Mantık okutmaya çalışıyoruz burada ; Mantıkta ezberin yeri var mı ?
Çok pişmanım o dersi anlattığıma. Bahar, öğrencilik hayatında belki de ilk ve son defa böyle bir duruma düşmüştür. O da benim yüzümden. Bilseydim, yemin ederim ki, anlatmazdım.
Bana gücenmemiş ; aynı ilgisi, yakınlığı devam etti. O gün biraz durgunlaştı fakat çabuk atlattı. Beni tebrik bile etti ama ben Hocanın ona söylediklerine katılmadığımı, onun da güzel anlattığını söyleyip teselli ettim.
Dersimiz Kompozisyon, hocamız yine Ece hanım. Konumuz, arkadaşlık. Nedense sınıfın hatta okulun genelinde bir başarısılık vardı bu derste. Yüksek not almak herkesin harcı değildi. Üstelik çoğu zaman konular atasözleri, deyimler ya da klişeleşmiş bazı tartışma konuları olurdu. Örneğin ; ’Sanat sanat için midir, toplum için mi ?’ gibi. O günkü konu ise bambaşkaydı ; arkadaşlık ve sevgi !
Ecevit’in bir şiiri geldi aklıma : İnsanları Seveceksin. Başlığını böyle koydum yazının. İnsanları sevdiğimi fakat anlaşılamadığımı, bu yüzden onlarla arkadaşlık kurmakta zorlandığımı anlattım. Şiirin tamamını da alıntı olarak yazdım .
İNSANLARI SEVECEKSİN
Anlamıyor bu vatan seni diye, bırakıp kaçacak mısın ?
Anlamıyor bu insanlar seni diye, benzin döküp yakacak mısın ?
Kaderin senin, anlaşılmamak ! Ve yücelerde bir kale; aşılamamak !
Kimbilir daha kaç nesil, hatta öldükten sonra bile ; dayanacaksın !
Cephede vurulan bir asker gibi, ayakta kalacaksın !
Salkım saçak baharlar açarken, sen dört duvar arasında
Anlıyormuş gibi bu insanlar seni, duyuyorlarmış gibi, kalbinin sesini,
Küfürlere ve nankörlüklere karşı göğsünü siper edeceksin !
Bahar’ı sever gibi , insanları seveceksin !
Ve bir Nisan sabahı ,ipe götürseler de seni,
Kanı beş para etmez herifleri, davan için affedip
Bahar’ı sevdiğin gibi, insanları seveceksin !
Hoca çok beğenmiş kompozyonumu ve on üzerinden dokuz vermiş. Üstelik etkilenmiş. Ve kırmızı kalemle bir de not düşmüş kâğıdımın üzerine : ’Sen bir hümanistsin !’ diye.
Sınıfta notlarımızı okurken bu yazımla ilgili övgüler yağdırdı bana. Sonra da herkesin kâğıdını incelememiz için dağıttı. Bahar, ısrarla kâğıdımı istedi okumak için. Benim yine meşhur inadım tuttu. Galiba biraz da korku idi bu. Şiirde Bahar sözü çok geçtiği için, onunla ilgisi olduğundan şüphelenme ihtimalinden korkmuştum. Canım Bahar’ım ; neredeyse çocuk gibi yalvardı bana da bir türlü vermedim ona. Galiba ben bir öküzüm !
Bir günlük ufak bir kırgınlık yaşadık. Kırgınlıktan çok sitemdi onunki. Sonradan pişmanlık da duydum aslında. Keşke ben de onun kâğıdını isteseydim.
Dönem sonunda sınıftan sadece ikimiz takdirname aldık. Lise iki, Fen kolunda takdirname almak o zamanlar pek herkesin harcı değildi doğrusu.
Aşkımı söyleyemeden, sorduğunda bile itiraf edemeden, on beş gün görüşme ihtimalimiz olmadan girdik sömestre tatiline.
Özleyecektim onu. Bu on beş gün onu özlemek ve ona açılıp açılmamak konusunda karar vermek ve bunu nasıl yapabileceğimi bulmak için düşünerek geçecekti.
50- OLAMAZSIN, DEDİM !
O sömestre tatilinde , ondan uzak kaldığım günlerde şiirler yazmaya çalıştım Bahar’a. Bu şiirleri bir gün sınıfta okumayı ve bu yolla aşkımı itiraf etmeyi düşündüm.
Siyasetin hepimizin içine işlediği, kendimizi kaptırmaktan, etkilenmekten kurtulamadığımız zor bir dönemdi. Ben de bu çamurdan nasibimi almıştım. Sağcıların bir taraftan, solcuların diğer taraftan çekiştirmelerine maruz kaldım. İki tarafın da olumlu ve olumsuz yanlarından etkilendim. Öyle ki yazdığım şiirlere bile etkisi oldu o dönem siyasetinin.
Çelişkiye bakın ki ; kara sevdam Bahar’a yazdığım en önemli şiir bile, tamamen siyasi ağırlıklı bir şiir oluveriyor.
Okulun son günleri yaklaştığı günlerde, bunalımım doruk noktasına varmıştı. Artık ders işlememeye, derslerde öğretmenlerle sohbet etmeye başlamıştık. Kimya hocamız Canay hanımın dersiydi. Hepimizle tek tek ilgilenip sohbet etmeye başladı. Bana geldiğinde, bütün bunalımımı ortaya döktüm adeta.
- Hocam, bir arkadaş benim için dertli bir şarkı söylesin lütfen ! Sınıfta herkes şaşkınlık içinde.
- Hayrola Fikret, ne oldu böyle ? Ne şarkısı ?
- İçimden geldi hocam. Meselâ ; Ben gamlı hazan olabilir..
- Ne oldu, niçin bu kadar dertlisin ?
- Bu gün benim son günüm hocam! Okulu bırakıyorum ben !
- Ne oldu, niçin ?
- Daha fazla dayanamayacağım, bırakıyorum işte.
Çok genç biriydi Canay hanım. Asıl mesleği eczacılıktı. Sanırım yeni evliydi. Benden belki bir kaç yaş büyüktü. İnanamayacaksınız ; o anda sicim gibi yaşlar boşaldı gözlerinden. Yalvarmaya başladı bana, okulu bırakmamam için. Sadece o mu ; Bahar da yalvardı. Şaşırdım kaldım. Doğrusunu isterseniz , bu kadarını hiç de beklemiyordum.
Bütün okul benim için seferber oldu. Okul müdürü, müdür yardımcısı İbrahim bey bile ( hani o beni okula almak istemeyen adam ) ilgilendi benimle. Her türlü destek ve yardım vaat edildi bana.
Bir teneffüste Behice Yalkın öçğretmöenim bile gelip bu konuyu görüştü benimle. Gördüğü bir rüyada, benim okulu bıraktığımı ,fakat asla inanmak istemediğini söyledi. Bir kez daha düşünmem için söz aldı benden.
Son gün geldi çattı. Dersimiz Edebiyat. Hocamız Ece hanım.
- Evet çocuklar, okulun son günü, dersler bitti. Söyleyin bakalım şimdi ne yapalım ?
Hemen poarmak kaldırdım.
- Şiir okuyalım hocam.
- Peki, var mı şiir ?
- Var hocam.
- Hadi oku öyleyse.
Bütün bir yıl boyunca hazırlandığım ve beklediğim an, işte o andı. Bahar’a doğru bakıp,
- Şiirimin adı ’Olamazsın!’ dedim.
Sanırım 33 yıl olmuş. Fakat o şiir hala ezberimde. Şu anda hatırlayarak kaleme alıyorum. Çünkü bende bir yazılı kopyası bile yok.
OLAMAZSIN
Bir uğraş veriyoruz biz ezilenler,
Baş kaldırıyoruz birlikte,size karşı.
Ben, sizdenim deme sakın; olamazsın !
Çünkü sen,bizi ezen sınıfın insanısın !
Sana karşılıksız tutkunum ; biliyor musun ?
Söylemedim ki, nereden bileceksin ?
Söyleyemezdim ; çünkü biliyorum,
Karşılık vermeyeceksin !
İsyan etme boş yere, beni sevemezsin !
Hiç aç kaldığın oldu mu ,
Sokaklarda sabahladın mı ; anımsıyor musun ?
Yok değil mi ; sus gülme, çirkin oluyorsun !
Sanki şimdi mutlu musun sen ?
Mutluyum deme, yalan !
Ezilmediğin için bizden değilsin ; olamazsın,
Sevmediğin için mutsuzsun; mutlu olamazsın !
Ne o ; ağlıyor musun ?
İşte şimdi mutlusun sen ; ağla, güzel sevgilim.
Uyu istersen çoraklanmış kollarımda,
Sana aşkımı anlatayım ; dinle :
Biliyor musun ; gerçekte bir çiçeksin sen,
Çiçeklerin en güzelisin !
Henüz yeni açmış, günden güne açılan,
Açıldıkça güzelleşen,
Bir karanfil, bir gül gibisin !
Ne yazık ki kaderin de, kaderin de çiçekler gibi!
Senin de kaderin,sana lâyık olmayan,
Kapitalist,duygusuz bir züppenin,
Bir gün gelip seni,saygısızca
Dalından koparmasını beklemek !
Bense, senin tam karşındaki buğday tarlasında
Sana sesini duyuramayan,
Sana yaklaşamayan,
Seni koklayamayan,
Hele,hele seni dalından koparmayı
Aklının ucundan bile geçiremeyen
Bir garip kuş...
Yalnız çiçek değil,
Benim için her güzel şey sensin;
Sen,mevsimlerin de en güzelisin.
Gittiğin yerlere neşe,sevinç,mutluluk götürürsün.
Senin olduğun yerlerde doğa yeşillik,
Ağaçlar çiçeklidir.
Mutludur insanlar.
Bense, bense ; her zaman mutsuz.
Tıpkı o eski şarkının anlatmak istediği gibi :
Ben gamlı ha !...
Hayır,hayır ; uyan artık !
Çek git !
Aramızda böyle bir şey yok !
Sen benim olamazsın !
Ona yazdığım ve anlamasını çok istediğim halde, korkumu yenemiyorum. İlk mısralarda özellikle Bahar yerine çiçeği tarif ediyorum. Şiirin yarısından sonra Bahar’ı ima etmeye çalışıyorum. Fakat yine korkuyorum. O yüzden de ,orjinaline devam edemeyip, bir mısrayı yarıda kesiyorum. Oysa doğrusu ;
Ben gamlı hazan, sense Bahar’sın
Bu çark böyle döndükçe,
Sen benim olamazsın ! şeklindeydi.
Bir assolist kadar alkış aldım bu şiirin sonunda. Kendim de şaşırdım. Hayatımın en güzel anlarından biri olarak hafızama kazındı.
Hocamın ilk sorusu kimin yazdığı şeklindeydi. Kendi yazdığımı söyleyince de eleştiriler geldi. İki değişik zmanda, iki değişik kişiye yazılmış gibi olduğunu söyledi. Bir kaç kelimeyi de biraz sert ve kaba buldu.
Fakat, hocamın,kendisini bir tiyatro sahnesinde gibi hissettiğini ve yorumun muazzam olduğunu söylemesi de koltuklarımı kabarttı.
Bu defa Bahar başta olmak üzere hemen herkes yazılı bir nüsha istemeye başladı benden. Bahar’ın ne kadar ısrarla istediğine inanamazsınız. Fakat inanamakta zorlanacağıınız asıl konu ise, o kadar istemesine rağmen, benim de gönlümden öyle geçmesine rağmen, ona bu şiirden, bu doğruca kendisine ithaf ettiğim şiirden,bir nüsha vermeye asla cesaret edemedim.
Ben öküz değil de başka bir şey miyim sizce ?
51- SEVEN KISKANIR GÜZELİM !
Pendik Lisesi’ndeki, O’nlu günler, hayatımın en güzel günleri olarak geçmeye devam ediyordu. Okulun en tanınmış ,örnek ikilisi olmuştuk. Hem çalışkanlığımız, hem de saygılı ve dürüst oluşumuz, herkes tarafından takdir ediliyordu.
Çok da samimiydik artık. Ders harici sohbetlerimiz ve hatta şakalarımız bile oluyordu. Her derste mutlaka ikimizin parmakları havada oluyor, işlediğimiz dersi ilk anlatan mutlaka ikimizden biri oluyordu.
Bir tek eksiğim vardı benim : Aslında o da benim için en önemli olan şeydi. Bir türlü ona aşkımdan söz edemiyordum. Oysa o, sürekli ağzımı arıyor, benden o konuda bir açıklama, bir itiraf bekliyordu. Bense ona sadece, adının geçtiği şarkılardan söz edebiliyordum. (Ben gamlı hazan, Bir bahar akşamı vb.)
Okul ve sınıf gezileri, mutluluğun doruk noktasını yaşadığım günler oluyordu. Özellikle Emirgan ve Beşiktaş Yıldız Parkı’na gittiğimiz gün, mutluluk sarhoşu olmuştum. Arkadaşlarıyla birlikte boy boy resimlerini çekmiştim. Ne de güzel gülümsüyordu poz verirken, canım sevdiğim benim ! Eğer teklif edebilseydim, belki tek başına da poz verebilirdi ama bir türlü teklif edecek cesareti kendimde bulamadım.
Çok beğendiğini söylediği resimleri verirken, aynı resimlerden birer tane de kendime sakladığımı, hatta bir tanesini fotoğrafçıya onun daha fazla görünecek şekilde yaptırdığımı elbette söyleyemezdim.
Geceleri ders çalıştığım masamı, onun bu resimleri süslemeye başlamıştı artık. Sürekli benimleydi, sabahlara kadar ders çalıştığım , masa arkadaşımdı.
Milliyet Gazetesi’nin düzenlediği, Liseler Arası Ses Yarışması’na da birlikte gittik. Sezen Aksu, Erol Evgin, Nükhet Duru,Neco ve Bülent Ersoy’un ( erkek hali ile ) konuk sanatçı ve jüri üyesi olarak katıldığı günde, herkes çok eğlendi. O da, müzik eşliğinde durduğu yerde, sağa sola dönerek eğleniyordu. Ben az arkasında onu seyrediyor, yanına yaklaşmaya cesaret edemiyordum. Yanındaki, yabancı bir öğrencinin, bu sağa sola dönüşlerde, ona değdiğini fark ettiğimde kıskançlık krizim tuttu. Çocuğa çatmamak için kendimi çok zor tuttum. ’ Sana ne , sen kim oluyorsun ?’ demesinden korktum. Fakat suratımın o korkunç halini çoktan fark etmiş olacak ki , giderken otobüste ;
- Herkes eğleniyorken sen ne diye somurtup durdun ? diye sordu.
Onu çok sevdiğimi, sevdiğim için de kıskandığımı yüzüne karşı itiraf etmeyi ne kadar istesem de, tabii ki yapamadım.
- Hiiiç, bir şey yok. Başım biraz ağrıyor da , demekle geçiştirdim.
Asıl bomba ertesi gün okulda patlayacaktı. Teneffüste kızlar sınıfta toplanmış, ellerindeki bir resme hayran hayran bakıyorlardı. Bir ara o resmi öptüklerini de fark ettim. Bülent Ersoy’a ait o resmi, O’nun da öptüğü izlenimi beni adeta delirtti.
Hayatımın en kaba sözünü o anda ve en çok sevdiğim insanın olduğu yerde yapma şanssızlığım oldu benim.
- O,karı be !
Bu söz, benim hayatımın o andan sonrasının kaatili olmuştu. O günden sonrası asla bir önceki gün gibi olmayacaktı artık. Kendimi öylesine kaybetmişim ki, sinemacılık mesleğimden dolayı, çantamda bulunan bir sinema afişindeki Cüneyt Arkın’ın resmini açıp,
- Erkek dediğin işte böyle olur ! gibi abes bir sözle kabalığıma devam ettim.
Öyle bir bakışı vardı ki ; gözleriye dövdü hatta öldürdü beni. Fakat, bal gibi haklıydı.
Ertesi gün, boş geçen Beden dersinde, spor salonunda ders çalışırken, o günü unutmuş gibi lâf atmaya kalktım. Çok kızıp, tersledi beni.
- Fikret ! Sen biraz fazla oldun galiba ! Görmüyor musun ; ders çalışıyorum burada !
O, hep böyleydi. her fırsatta ders çalışırdı. Yanımda, arkadaşım Kerim vardı. Onu hiç sevmez, bana da ona olan ilgimden dolayı kızardı.
- Yürü oğlum gidelim şuradan ! Ne buluyorsun şu kendini beğenmiş kızda ?
- Seviyorum be Kerim, seviyorum !
- Hay senin sevgine !
Aynı gün , bizim sınıfta yapılan kol toplantısında O’nun sırasına oturdum. Sıradaki adını karalayıp ,’ Yoksun artık !’ yazdım. Kazınıyordum bas bayağı.
Sonraki derste, o yazıyı görünce küplere bindi. Benim yaptığımı bal gibi anladığı halde, sıra arkadaşım Kemâl’in ağzını aramaya başladı. Ben, itiraf etmek zorunda kaldım. Sudan bahanelerle geçiştirmeye çalıştım ama nafile.
Artık, bas bayağı dargındık. Onunla değil, sadece resimleriye konuşmaya başladım. Çalıştığım derslerden hiç bir şey anlayamaz hale geldim. Sınıftaki yerimi değiştirip arka sıralardan birine taşındım. Sınıfın en tembel, en ilgisiz öğrencisi haline düştüm. Notlarım da düşmeye başladı.
Sonunda, sabahları votkalı bira içerek okula gelecek kadar sapıttım. Sınıfta uyuklamaya başladım. Geçmiş güzel günlerimin hatırına, öğretmenlerim o kötü halime bile göz yumdular.
Geceleri O’na şiirler yazmaya başladım. O şiirlerden bir kaç tanesini bendeki resimlerinin arkasına yazıp, getirip ona verdim. Bir tanesini İngilizce’ye çevirip öyle yazdım ’Elveda Çiçeğim ,Yoksun Artık, Öğret bana sevdiğim..) Bunlardan biri intiharı çağrıştırıyordu ve ben bir gün sınıfta intiharı denedim.
Evde bulduğum ilaçların bir şişesini sınıfta içtim. Ne biçim şanstır ki; etkisiz olanını seçmişim herhalde, kızardım, bozardım ama başka da bir şey olmadı.
Bir gün yine içkili halimle uyukluyordum teneffüste,sınıfta. O, öğretmenin masasının üzerine oturmuş, belli etmeden beni seyrediyordu. Bu sırada, sınıfın en gıcık kaptığım öğrencisi Sadi’nin, O’nun bacaklarına pis pis baktığını fark edince deliye döndüm. O anda saldırıp boğmak geldi içimden. Fakat yine aynı korku engel oldu bana : ’ Sen kim oluyorsun, sana ne ! ’ derse korkusu.
O da fark edip, aslında hiç de açık olmayan eteğini biraz daha çekiştirip masadan indi. Yerimden fırlayıp, çantamı da kaptığım gibi, tahtaya bir yumruk atıp ,
- Lânet olsun ! Alın sizin olsun okulunuz ! deyip çıkıp gittim. Bir süre de okula gelmedim.
Seviyordum O’nu. O, benim hayatımın en temiz, en güzel sayfasıydı. Kendimi, O’na lâyık göremedim. O yüzden açılamadım ve arkadaşlığımı bile sürdüremedim. Arkadaş olarak bile O’na lâyık olamadım. Her zman kıskandım. Sevdiğim için kıskandım. Seven kıskanır bence, kıskanmalı da...
Tam otuz iki yıl önce, o en kaba sözümle, aslında çok önemli bir gerçeği dile getirdiğimi kim bilebilirdi ki ? Bülent Ersoy , kendisi biliyor muydu acaba ?
52- BAHAR ’ LAR DA KISKANIR !
’Seven Kıskanır Güzelim ’ adlı bölümü okuyanlar, galiba, aşkımın tamamen karşılksız olduğu kanısına vardılar. Oysa, gerçekte, karşılıksız olmadığını çok iyi biliyorum. Hele, yıllar sonra, o günlerle ilgili tüm anılarımı gözlemlediğimde, bundan hiç şüphem kalmıyor. O da beni sevmişti kesinlikle. Sürekli şanslar verdi bana. Aşkımı itiraf edebilmem için, ortamlar bile hazırladı. Benim yine de açılamamamın en büyük nedeni, daha önce yaşadığım kötü tecrübelerden dolayı, içinde bulunduğum aşağılık kompleksimdir.
Bülent Ersoy’un hakkında söylediğim o kaba söz ve devamında,sırasındaki adını karalayıp ’ Yoksun artık ’ yazdığımda aramızın açılması ve beni adeta silmesi de tamamen haklı bir davranıştı. Kısacası birbirimizi sevdik ama ben ona lâyık olamadım, uyum sağlayamadım ve kavuşamadık.
Çok kıskanç olduğumu itiraf etmiştim size. Sevdiğim için kıskandığımı, seven insanın kıskanmasının da normal olduğunu anlatmıştım. Peki, o beni hiç mi kıskanmadı ? Nasıl kıskanmaz ? Sizin sevdiğinizi kıskandığınız hiç olmadı mı ? Ya da sevdiğiniz sizi hiç kıskanmadı mı ?
Milli duyguları oldukça kuvvetli olan, fakat ırkçılığı reddeden, demokrat, çağdaş ve ileri görüşlü biriyim ben. Adımıza solcu diyorlar. En güzel okuduğum, yıllarca hiç unutmadığım, şu anda bile tamamını ezbere okuyabileceğim şiir, İstiklâl Marşı şiiridir benim. İşte o günlerde, Pendik Lisesi’ni temsil eden tek öğrenci olarak, bir 23 Nisan bayramında, Pendik sahilinde, o şiiri okudum. Hayatımın en güzel alkış ve övgülerini o gün aldım. Ülkücüler de beni destekleyip, her kıta arasında slogan attılar.
Ertesi gün bir ülkücü kız sınıfa gelerek benimle tanıştı. Ziyaretlerini sıklaştırmaya, benden ders almaya da başladığı günlerde, O’nun o kıza bakışlarındaki kıskançlık hiç de gözümden kaçmadı. Çok şükür ki kız, solcu olduğumu anlayınca peşimi bırakıverdi.
En yoğun, en karmaşık günlerimdi onlar. Bir taraftan üniversite hazırlık kursları, bir taraftan lise son fen kolu öğrencisi olmak, bir taraftan geceleri sinema oynatıp, saat on birden sonra ders çalışmaya başlamak. Bu arada köyün en yeni en güzel evine taşınmanın verdiği sınıf atlamış olmak görüntüsü.
Tüm bu karmaşada sevdiğimle aramın açılmış olması, okula sarhoş gitmem, ders çalışsam bile hiç bir şey anlayamayacak duruma getirdi beni. Beynim iflas etti. Sürmenaj oldum. Ne okuduğumu ne de dinlediğimi anlayabiliyordum. Dümensiz geminin açık denizlerde savrulduğu gibi savrulmaya başladım.
Bir hafta kadar ara verdiğim okuluma tekrar başladım ama nafile. O, sürekli dargın bana. Yüzüme bile bakmıyor. Ben derslerden bir şey anlamıyorum ve sürekli zayıf notlar alıyorum.
O günlerde doğduğum köyden, çocukluk arkadaşlarımdan birinden düğün davetiyesi aldım. Pendik’teki bir salonda olan düğüne gittim. Önceki bölümlerden birinde anlattığım, eski köylü sevgilimin masasına davet edildim. Annesi beni çok sevdiği için, yanlarına oturmama itiraz etmedi. Aslında aramızda hiç bir şey kalmamıştı.
Düğün sonrası, aynı minibüste köye gittik ve yakın oturduk. İçimden bir ses bana hayatımın kazığını attırdı :
- Evlenelim mi biz ?
Kız şaşırdı. Yıllar önce bitmişti ilişkimiz. Hapse düştüğümde, on-on iki yıl yatacağım söylenmiş ben de ona beni beklememesini söylediğim bir mektup yazmıştım. Çıktığımda beni çoktan unuttuğunu görmüş ve sebebini sorduğumda ’ Sen, unut dememiş miydin ?’ olmuştu.
- Dalga mı geçiyorsun ?
- Yoo, ciddiyim. Evlenelim mi ?
Güldü biraz. Sevinmişti galiba. Cevap veremedi ama suratı hiç asılmadı.
Ertesi hafta, bu defa köy düğününe davet edildim. Yine gittim. Sürekli rakı içtim o gece. Annesiyle birlikte, sürekli beni seyrettiler. Daha önce bıçaklayıp hapse girdiğim çocukla bile oynadık o gece.
Sabaha karşı, daha önce sinema oynatmaya gittiğimde evlerinde yattığım akrabalarımın evine gittim. Akrabam olan kadına ;
- Şu kızı bir kerecik iste bana. Fakat fazla ısrar etme. Sadece bir kere söyle, dedim.
- Bu işler sarhoş kafayla olmaz, iyice düşündün mü oğlum ?
- Düşündüm, düşündüm. Sen bir kere söyle.
Sen misin öyle söyleyen ! Kadın gelmiş,gitmiş, adeta yalvarmış. Eğer vermezlerse, intihar edecek mişim.
Kısa sürede yüzüğü parmağıma takıp okula gittiğimde, öyle bir hal aldı ki sevdiğimin yüzü , işte onu asıl o gün kaybettiğimi anladım. O güne kadar, halâ umudumu koruyordum aslında. O ifade kıskançlık ifadesiydi işte. O da beni tamamen kaybettiğini, işte o gün anladı. Öyle ki, okula sık sık gelmemeye bile başladı. Hatta yaklaşan üniversite sınavlarını da bahane edip, tamamen gelmedi.
Seven kıskanıyor dostlar. Adı Bahar da olsa insanın, sevmişse kıskanıyor mutlaka !
53- EVLENİYORUM
Yıl 1978. Yirmi üç yaşındayım. Yirmi yaşımda başladığım lise hayatımın son günleri. İstanbul Pendik Lisesi’nde 6/Fen/C sınıfı. Kurtköy’de babamla birlikte yıllarca süren sefalet hayatımızdan sonra, köyün en yeni, en güzel,en pahalı apartmanında kiracı olarak oturuyoruz. Muhtar Remzi Başaran’ın kahvesini işletiyor, akşamları da aynı kahvede sinema oynatıyoruz. Yazın ise, kahvenin arkasında briketle ördüğümüz bahçede sürdürüyoruz sinemacılık faaliyetini.
Haftanın iki günü, öğleyin okuldan çıktıktan sonra film almak için İstanbul’a gidiyorum. Hafta sonları da, üniversite hazırlık kursları için,Beşiktaş Yıldız dershanesine devam ediyorum.
Siyaset, ülke gündeminin göbeğinde. Kimseyi etkilememesi mümkün değil. Çok güçlü milli duygularıma karşın, demokrat karakterim beni sol safta olmaya itiyor. Adım kısa sürede solcuya hatta komuniste çıkmış.
Bir de başımda kara sevda. Yıllarca başımdan geçen acı tecrübeler yüzünden, aşağılık kompleksi içinde, açılamadığım, kendimi lâyık göremediğim, yanıbaşımda olduğu halde, kendimden uzaklaştırdığım, hatta benden nefret etmesine sebep olduğum, o çok güzel, çok değerli kız.
Sınıfın hatta belki de okulun en iyi,en çalışkan,en popüler iki öğrencisiyken, ben kendime çamuru seçip, sarhoş okula gelmeye başlıyorum. Pençesine düştüğüm sürmenaj - beynin iflası - hastalığının da etkisiyle, derslerle ilgisi bile kalmayan, sosyal ilişkileri de dibe vurmuş, zavallı biri oluveriyorum.
İşte böyle bir dönemde, bir önceki bölümde anlattığım şekilde, nişan yüzüğü takıp sınıfa geliyorum. Kısa süre içinde, dönmek istiyorum bu nişandan fakat dönmeyi de beceremiyorum.
Bu halde girdiğim üniversite sınavında, onun kazandığı tıp fakültesini kıl payı kaçırıp, İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimarlık Mühendislik Fakültesi-Makina Bölümünü (Maçka) kazanıyorum.
15 Ekim 1978 ’de, okullar açılmadan dünya evine giriyorum. Anarşi ve terör yüzünden doğru dürüst açık kalamayıp, eğitim görülemeyen okullar gibi benim okulum da zamanında açılamıyor.
2 Ocak 1979’da sıkı yönetim sayesinde açılacak olan okulumda, bir yıl önceki öğrencilerle birinci sınıfa başlayacağız.
Kurtköy’den İstanbul’a dört vasıta değiştirerek okuluma gidebileceğim için, eşim saat beşte uyanıp, kahvaltımı hazırlayıp yolcu ediyor beni.
Minibüsten inip, Pendik tren istasyonuna vardığımda, sabah ezanı okunuyor ve karanlık. Peronda yürümeye başladığımda, bir gölge dikkatimi çekiyor. Sanki yolumu bekleyen, bir dost, bir arkadaş ya da bir sevgili..
İçime doğduğu gibi : O ! Önünden geçerken ;
- Merhaba, diyebiliyorum sadece.
- Merhaba ! diyor o da.
Yürüyüp devam ediyorum yoluma. Artık ben evli bir adamım. Yolumu kendi ellerimle ayırdım ondan. Bu kaderi başkaları değil bence, kendim yazdım. İsyan etmeye hakkı olmayan sadece benim.
Fakat mümkün değil. Ne kaderime isyan etmemek, ne de onu unutmak asla mümkün olmadı, olmayacak.
O, benim hayatımın aşkıydı, beyaz sayfamdı, kara sevdamdı, sevdiğimdi.
Yıllarca öyle kaldı. Şimdi dört çocuk büyüttüm, ikinci torunum da yolda, fakat hiç bir şey değişmedi ve değişmeyecek.
Çünkü Bahar’lar unutulmazmış.....
(Müebbetlik Hayatım başlığıyla yazıp yayınladığım anılarımın ilk bölümünün finaliydi bu yazı. Burdan sonrasını yazmam,anlatmam pek kolay olmayacak belki ama bir gün mutlaka yazmak isterim yine de.)
Fikret TEZAL.
YORUMLAR
O kadar güzel yazmışsınız ki, çok duygulandım... Ne yazık ki hayatımızın, kaderimizin yolunu kendimiz çizemiyoruz... Öğretmenlerimizin de hayatımızda o kadar büyük rolleri varki, belki ben de bir gün yazarım... Sizi ve kaleminizi gönülden kutluyorum...
Fikret TEZEL
Cok uzun da olsa okudum
Özellikle de kamyona bindirildiginiz bölüm akildan cikmaz.
Ve bir de babanizin vermem o benim arkadasim can yoldasim her seyim demesi de cok duygulu bence.
Etki birakti üzerimde epey kolay kolay unutulmaz okuduklarim.
Her hayat bir romandir evet ama zor herkes yazamaz ve ictenlikle paylasamaz sizin gibi.
Yüreginize saglik
Sonsuz saygimla
hicbitmez tarafından 10/9/2010 6:52:51 PM zamanında düzenlenmiştir.
Bir solukta tamamını okudum. Olduğu gibi anlatmışsınız herşeyi. Hiç edebiyat yapmaya gerek duymamışsınız. Güzel imgelerle, tasvirlerle ve iç dünyaların analiziyle çok güzel bir roman olur bu anlattıklarınız.
Yoruldum galiba...Bu kadar yaşanmışlığı bir kerede hafızaya almak ağır geldi.
Daha sonra tekrar okuyacağım inşallah...Galiba sitenin gördüğü göreceği en uzun yazı oldu hayatınız:) Yine bir ilke imza attınız...
Ayrıca ekledikten sonra yazınızı tekrar kontrol etseydiniz keşke. Siteyi de kopyalamışsınız..
aynur engindeniz tarafından 10/8/2010 8:43:03 PM zamanında düzenlenmiştir.