Üstat
Üstat anlatıyor biz hayranlıkla dinliyorduk. Yıllarca kitaplarıyla mest olduğumuz bir efsane karşımızdaydı işte. Bize nasihatler verirken dahi naifliği göze batıyordu. Hiçbirimizi kırmak gibi bir niyeti olmadığı gibi, yazmaya özendirecek ne hikâyesi varsa anlatmak istiyordu. Nefesi daralmış gibi göğsünü tuttuğunda ben çok korktum, bizim yüzümüzden çok yorulmuştu. Hastalığını hafifletmek için geldiği bu uzak ülkede aylar sonra kendini tanıyan insanlar görmek onu heyecanlandırmıştı. Ağır hasta olduğunu gazetelerden duymuştuk ama Çek Cumhuriyetinde bir termal sağlık merkezinde olduğunu hiçbirimiz bilmiyordu. Bir zamanlar Atatürk’ün de tedavi için geldiği bu şirin yerin adı Karlovy Vary idi. Atatürk’ün o döneminde tuttuğu günlükte, iki gün için yazamadıklarından* Zsa Zsa Gabor ile söylentilere neden olmuş o ünlü şehirdeydik. Edebiyat meraklısı üç delikanlı, yaşından fazlaca romantik Selim, katı gerçekçi Koray ve ben. İleride fırsat geldikçe zaten bahsetmek zorunda kalacağımdan kendimi şimdilik anlatmıyorum.
Yurtdışına çıkıp oranın kültürünü tanımak istemek işin normali iken; nedendir bilinmez her ülke birbirine benzeme heveslisi oluyor gitgide. Kaynaşma ergime ile karıştırılıyor. Ortak kültür adı altında bir kültürsüzlük pompalanıyor. Son zamanlarda doğu blok ülkelerine gitmiş kişilerden duyduğum hamburgerle geçiştirilen akşam yemekleri için önlemimi almıştım. Aylar öncesinden burada neler yenir, geleneksel tatları nedir araştırıp gelmiştim. Bizimkilere de defalarca rica etmiş dikkatlerini bu konuya çekmiştim. Tüm bu çabalarıma rağmen beni bu akşam bir Rus restoranına gitmeye ikna etmişlerdi. Üstadı orada gördüğümüz düşünülünce kızmak bir kenara Selim’i öpmek bile geliyordu içimden.
Restoran tarihi bir binanın restoresi sonucu oluştuğundan, saray yavrusu büyüklüğü ve ihtişamlı varak işlemeleri ile oldukça alımlıydı. Yanları ve üzeri heykellerle süslenmiş kolonları, dokunmaya kıyamayacağınız ipeksi bordo kadife kumaşlarıyla koltukları sizi bir dönem filmi kahramanı havasına sokuyordu. Garsonların XIX. Yüzyıl tarzı giyinmiş oldukları düşünüldüğünde; bu dediğim daha anlam kazanacaktır. Göğüs dekoltesi abartılmış iri memeli genç kızlar, tellerle abartılmış büyük kalça figürlü yöresel giysileriyle ilginç bir hal almışlardı. Bu ambiyans bile bir kez daha gelmemiz için yeterli diye düşünürken servis edilen çorba, hepimizin yüzünde gülücükler açmasına sebep oldu. Üstadın bu çorbaya düzdüğü methiyelerle dolu bir öyküsü gelmişti hepimizin aklına. Hiç konuşmadan üstada üçümüz birden bakınca bir açıklama yapmak zorunda hissetmiş olmalı ki; çorbadan birkaç kaşık alıp anlatmaya başladı.
Bu şehirle olan sevdaluk-o öyle diyor- durumu tam kırk yıl önce başlamış. Mustafa Kemal’in özel anlarına, günlüklerine olan merakı yüzünden gelmiş ilk kez; onun kaldığı otelde, onun odasında kalma hayalini gerçekleştirmiş. Üstünden bir savaş daha geçmiş olması, acıların kavurduğu toplumların bile şeklini değiştirirken; nasıl olmuşta bu şirin şehre hiç dokunmamış anlamak oldukça zor. Bombalama emrini veren komutanlar, pilotlarda mı üstat kadar severmiş buraları diye düşünmeden edemiyor insan. Kırk yıldır her eylül ayını burada geçirdiğinden, şehrin ileri gelenleri kadar tanınmış ve saygı gören biri olmuş. Dillere olan merakı herkesçe biliniyordu. Zor diller arasında yer alan Çek dilini öğrenmesi fazla vaktini almamış. Böyle olunca bazı kitaplarını arkadaşları yardımıyla, Çek diline çevirip yayınlanmasını sağlamıştı. Okuma oranının çok yüksek olduğu bu ülkede de özellikle Prag ve çevresinde tanınmış bir yazar haline gelmişti. Karlovy Vari’de ise belediye başkanı kadar forsum var diyerek o komik gülüşünü patlatıyordu.
Selim ona buradan birine âşık olup olmadığını sorduğunda ilk kez mahcup gördük üstadı. Kederine gem vurup susmayı tercih etti, eli bir ara göğsüne gitti, derin nefes aldıktan sonra ‘’o konu çok karışık başka bir gün anlatırım’’ deyip izin istedi. Koray biraz çıkıştı Selim’e ne biçim soru diyerek ama o da bizim kadar üzgündü.
Hareketleri oldukça ağırlaşmıştı, elleri titriyordu, yüzünün zaten anlamlı hatlarına birkaç kırışıklık daha eklenmiş olması, onun olduğundan genç görünen ifadesini değiştirmemişti. Onu yaklaşık beş yıldır görmüyordum. Yine bir tesadüf eseri hastane koridorunda karşılaşıp, ne yapacağını bilemediğimden onu kucakladığım o günden beri görüşmemiştik. Fakat mektuplaşarak haberleşmenin o keyifli kulvarlarında özgürce koşmalarımız sayesinde, birbirimizi epeyce tanımıştık. Daha doğrusu ben onun bilmediğim yönlerini öğrenme fırsatı buldum dersem daha uygun olacak.
Mütevazılıği ile sizi etkisi altına alan bu dev meğerse tam bir futbol tutkunuymuş. Onunla ilgili ilk yaşadığım hayal kırıklığımdır; onun futbola düşkünlüğünün yanında bir de Fenerli olduğunu öğrenmek üzmüştü beni. Hayran olduğunuz kızla ilk görüşmenizde ilk kez duyduğunuz tuhaf sesi yüzünden tüm iştahınız kaçar ya, benim onu tanıdıktan sonraki durumum da aşağı yukarı buydu. Gençliğinizi onun şaheserleriyle geçirseydiniz siz de aynı duyguya kapılırdınız. Böylesi deha kişiliklerin özünde hepimiz gibi insan olduğunu unutmaktan kaynaklanıyor; içinde bulunduğum cahillik. Biz bu kişiliklere aklımızdaki, yüreğimizdeki tüm güzellikleri giydiriyoruz özenle hem de bayramlık gibi. Abartarak ve bunun tuhaf olduğunun farkında olarak, daha çok sevmek için yapıyoruz bunu. İyiliğe olan meylimiz yüzünden yapıyoruz, güzel bir geleceğe olabilecek katkısından dolayı heyecanlanıyoruz bunu düşlerken. Biliyoruz ki düşlemekle başlıyor her şey.
Şehrin ortasından iri bir nehir kıvrılarak geçiyordu. Yatağın etrafı taş duvarlarla örülerek yükseltilmiş moda tabiri ile ıslah- eski adla da moda olunabiliyor demek- edilmişti. Şifalı sıcak suların soğuk suya karıştığı yerlerden çıkan duman yemek yediğimiz yerden bile görünüyordu. Ağaçların devasa oluşu her şeyi ufaltıyordu. Dört katlı binaların bile çatısına yukarıdan bakan pelitler vardı. O denli yüksekte olmasına rağmen yere düşme mesafesi bir metre olan çınar yapraklarına üzüldü Selim. Ona göre bir çınar yaprağı kısa ömrü boyunca bu düşüş anını düşlermiş. Ara sıra hepimize denk gelen, yere düşmekte olan çınar yaprağının havada süzülmesi, salınışı ve en son yere değdikten hemen sonra yaptığı salvo hareketinin bir tesadüf olmadığına inanmak Selim’e iyi geliyordu. Çınarların hepsinde damarlarla iletişim kuran bir akademi olduğu ve bu okulda tüm yapraklara çok ciddi düşüş eğitimi verildiği konusunda saatlerce konuşacak kadar uçuk ama bir o kadar da romantik biriydi o. Öylesi cümlelerle bezerdi ki diyeceklerini, saçma da olsa hoş gelirdi duyanlara. Bu da azımsanacak bir meziyet değildi.
Bu şehrin kuruluş hikâyesi ile ilgili hepimize komik gelen şeyi anlatarak geri döndü üstat. Zamanında kral bu civarda avlanırken bir geyik vuruyor, yaralı geyik buraya gelip şifalı sudan içip iyileşiyor. Bunu gören kral buraya bir yazlık saray yaptırıyor. Alman Kralı Carl kendi adını veriyor buraya, sonraları duyan geliyor ve sonraları yapılan güzel evler ve otellerle, bu güzel kent oluşuyor. Yani içinde geyik geçen bir kuruluş geyiği olan, her an sizi şaşırtacak bir şehirdeydik.
Yemeklerden önce ikram ettikleri içkinin ne olduğunu sorduğumuzda da ilginç bir hikâyeyle karşılaştık. Becherovka; içimi zor, buruk tadlı, baharatlı bir içkiydi. Neden yapıldığını sorduğumuzda gülümsedi üstat, ne yokmuş ki içinde; ilk zamanlar bir sağlıkçı bilim adamının şifa niyetine yaptığı kırk çeşit baharattan oluşan karışımı pek kimse içememiş. Mide başta olmak üzere birçok şeye iyi gelen karışımı adamın oğlunun aklına gelen fikir çok meşhur etmiş. İçine kattığı alkol ile albenisi artan içki birdenbire çok tutulmuş, geleneksel içkileri haline gelmiş. Şimdilerde sekiz değişik baharatla üretildiği söyleniyormuş. Şahsen benim damak tadıma pek uymadı fakat güzel hikâyesi ve buranın simgesi olmuş şişesiyle; memlekete götürülecek güzel bir hediye olduğunu düşünüyordum.
Üstadı yakalamışken nehir boyunca ellerinde sürahilerle yürüyen insanları sorduk.
‘’Kaplıcalara girme durumu olmayanlar, nehir boyunda gezinirken, çevreye serpiştirilmiş çeşmelerde, bol kükürtlü ve mineralli sulardan içiyor. Dikkat edilmesi gereken konu; kasabadaki şifalı su kaynakları ve çeşmeler numaralandırılmış. Doktorlar, günde, kaç şişe, hangi gün, hangi suyun içilmesi konusunda, insanlara reçeteler yazıp veriyorlar. Bu gördüğünüz kasabada dolaşan insanlar, ellerinde özel sürahiler ile geziniyorlar. Yani: burası, Avrupa’nın tarihi ve meşhur içmeler kasabası. Ama dikkat, fazla içmeyin, yoksa ishal olursunuz.’’ diyerek bizi uyardı.
Karl Marx, Beethoven ve Mozart gibi ünlülerin de dinlenmek için tercih ettikleri bu şirin yer; korunmuş dokusuyla çok kişiyi kendine hayran etmeye devam ediyor.
Yeşilin her tonunu içeren karşılıklı iki sırt ve şifalı suların içine aktığı bir nehirle süslü bir vadiden oluşan kent; üç yüz yıllık ihtişamlı binalarıyla güzel bir tablo gibi büyüleyici halen.
Koray bir şeyler yazıp yazmadığını sordu, sorarken de elbette vardır da yayınlanacak mı demek istedim diye ekledi.
‘’Buna cevap vermesem daha iyi çünkü gitmem lazım hemen geçiştirilecek bir konu değil’’ diyerek bizden izin istedi. Yorgunluk mu, yaşlılık mı, sadece hastalık mı onu bu denli sarsan bilmiyorduk. Tedavisinin iki hafta daha süreceğini öğrendiğimizde mutlu olduk. Kaldığı yeri tarif etti, istediğimiz zaman gelebileceğimizi söyledi, vedalaştık.
Ertesi gün öldüğü haberini aldığımızda kendimizi kötü hissettik, bizim yüzümüzden ağırlaştığını düşünüyorduk. Öğrendiğimiz andan itibaren tabutunun yanından ayrılmadık. Birimiz mutlaka nöbet tuttu başında. Vasiyetinde yazdığı gibi doğduğu köye götürecektik onu; elbette ki yakınlarına haber verdik ama biz de kendimizi öyle hissediyorduk.
Şanslıydık…
Yüce çınar yere bıraktı son yaprağını ve biz o süzülüşün her anını gördük…
Ekim 2010
Nadir
*Karlsbad günlükleri-Mustafa Kemal Atatürk
10 Temmuz 1918 - 11 Temmuz 1918
Bu iki günün suret-i güzerânını yazmayacağım. Birçok hatıratım gibi bunların da nisyâna karışmasında (unutulmasında) ne beis va. Yalnız şu kadar diyelim ki, insanlar hakikati daima gizlerler.