Mutlu Aile Oyunu*
Aylardan Ocak’tı. Siirt garajında tanımıştım onu...
Önümde bir valizle gidecek olduğum merkez köye taksi bekliyordum. Lafta, Nadir gelip alacaktı beni, bir gün önce otobüsle gelirken Konya’dan, yoldan aradığımda öyle anlaşmıştık. “Sen o düldülle yola çıkma, ben atlar bir taksiye gelirim.”demiştim. Kızmıştı. Dinlemeyip, ısrar etmişti. Şunun şurasında on kilometre yolmuş, basar yarım saatte gelirmiş. Onun düldülü sıfır arabalara taş çıkarırmış… İyi de, düldülün altı yere çok yakın. Bir defa köy yollarının arabası değil, yapan adamlar asfalt için yapmış. Sonra neresine el atsan dökülüyor…
Gelmemişti.
Evini aradım cevap vermiyordu. Cep telefonu da çalıyor, ona da bakmıyordu… Yola çıktığı belliydi ama... Mutlaka yolda kalmıştır, diye düşünmüş, taksi çağırmıştım. Zaten iki defa birlikte başımıza gelmişti bu olay. Birinde bir traktöre çektirmiştik, birinde de sağ olsun, hemşire hanımın öğretmen kocası gelip almıştı bizi.
Taksi gelene kadar bir çay içeyim dedim. Garajdaki çay ocağına gidip oturdum. Her gidiş gelişte burada, Bekri’nin çayından bir iki bardak mutlaka içerim. Bekri hoş bir adamdır. Beni her gördüğünde bir tarafı ağrır ve benden bir ilaç yazmamı ister. Ben de hep yanımda taşıdığım doktor numunesi ağrı kesicilerden bir, iki tane veririm. Hemen birini içer. Karşılığında bana taze çay verir. O gün de, yol boyu adam gibi çay içmeyince… Yüzümü güneşe döndüm, ince belli çay bardağını avucumda sıkarak keyfe başladım. Hava da bir soğuk ki; çay iyi geldi. Bütün uyuşukluğumu aldı üzerimden.
O sırada yan taraftan bir ses duydum:
“Abe, ayakkabileri boyat misin?”
Dönüp baktım; altı yaşlarında var, ya da yoktu. Kendisinden büyük olan boya sandığını taşımakta güçlük çektiğinden, yere bırakıvermişti. Elleri soğuktan nasır bağlamış, üzeri susuz topraklar gibi çatlamıştı. Küçük burnundan akan sümüklerin bir kısmı kurumuş, bir kısmı ise parlaklığını sürdürüyordu. Yanakları kıpkırmızı yanıyor, bu amansız soğuğa karşı koymaya çalışıyor gibiydi. İşte böyle bir yüzde çakmak gibi bakan kara gözler tüm olumsuzlukları silip atıyor, ‘adam olacak çocuk…’ dedirtiyordu.
Sırtında ceket filan yoktu. Giydiği oduncu gömleğinin üzerindeki kazağın kolları sökülmüş, ipler lif lif sallanmaktaydı. Altında ise, dizi yamalı bir kot pantolon vardı. Bu yama, çocukların giydiği moda olsun diye imalatçı tarafından yapılmış aksesuar değil, bildiğiniz gerçek yamaydı. Belli ki düşüp, dizini yırtmıştı. Pantolonunun altında ise kalınca bir yün çorabı çepeçevre sarmalayan, ayağın içine zorla girdiği sanısı veren, bir lastik ayakkabı vardı.
Kendisini incelediğimi anlamış olacak:
“Ne düşinisin? Boyatisin, boyat misin?”
“Ula ben siye ne dedim? Çık dışarı! Toktur beyi rahat bırak!” diye çıkıştı Bekri.
Bekri’ye, izin ver dercesine elimle işaret ettim. Benim hareketimden sonra Bekri ocağına döndü. Boyacı çocuk hareketimden umutlanmış olmalı karşımda dikiliyor, ayakkabılarımı boyamak için bekliyordu. Çakmak gözlerini bana dikerek:
“Sen tohtursun?”diye sordu.
“Evet, doktorum. Kaça boyayacaksın?”
“Bekri’nin de adamisin, ele mi?
“Evet,” dedim. “Bekri’nin adamıyım. Niye?”
“Hem tohtursun, hem de Bekri’nin adami… Vıyy! O zaman başka; senin ayakkabini ucuza boyim.”dedi.
“E, kaç lira olduğunu söylemedin.”
“Elli …”
Ayağımı uzattım. Hemen oturuverdi. O küçük elleriyle ayakkabının tozlarını söyle bir fırçaladı. Bir taşla, özel olarak bu iş için ezilmiş olan çay kaşığını boyaya batırdı. Aldığı boyayı ayakkabının ucuna sürüp süngerle yedirerek ayakkabıya sürdü. Elinin ucuyla ayakkabıya vurdu. Bunun anlamı ‘ayağını değiştir’ demekti. Ayakkabılarımı boyamayı sürdürürken arada bir bana bakıyordu. Gülümseyerek sordum:
“Adın ne senin?”
“Cemo.”
“Cemil mi, Cemal mi?
Küçük, kara karakaşlarını çatarak yüzüme baktı. Kendisine yakıştırdığım iki ismi de beğenmemişti.
“Cemo.”dedi. “Anladın? Benim adım Cemo…”
“Anladım.”dedim. “Senin adın Cemo.”
Bu arada beklediğim taksi gelmişti. Bekri’ye seslenip, şoförü çağırmasını istedim. Dışarıya çıkan Bekri, isteğimi şoföre söylemiş. Şoför çıkışarak:
“Gelecekse gelsin; işimiz gücümüz var bizim…”demiş.
Bekri içeriye girdiğinde tam anlatamasa da anlamıştım.
“Söyle ona; boş konuşup duracağına taksimetreyi açsın…”dedim.
Taksicinin çıkışmasından keyfim biraz kaçmıştı. Cemo’nun yüzüne baktığımda taksiciyi unutuverdim. İki ayakkabımı da pırıl pırıl yapmıştı.
“Bekri! Cemo’ya bir çay ver!”diye bağırdım.
Cemo çay içmek istemediğini söyledi. Taksici gibi onun da işi gücü vardı. Sandığından çıkarmış olduğu tüm malzemeleri o küçük çekmecelere yerleştirdi. Benden yaptığı boyanın parasını beklediğini biliyordum. Onunla biraz sohbet edebilmek için işi ağırdan alıyordum. Bekri’ye bir daha seslendim:
“Cemo’nun işi aceledir, çayı nerede kaldı?”
Bekri bana kızmıştı. Şapkasının altından yan bakışından anlamıştım bunu. Ama bir şey söylemedi. E, parmak kadar çocuğa hizmet etmesini, üstelik de çabuk olmasını istiyordum.
Cemo’ya dönüp:
“Bak ben müşteriyim. Benim isteğimi geri çevirirsen, bir daha sana ayakkabı boyatmam.”dedim.
İçten içe bir ikilem yaşadı. Bu bakışlarından anlaşılıyordu. Koltuk altına kıstırdığı küçük oturağı altına koyup dudaklarını kıvırarak oturdu. Sağ yumruğunu çenesine dayayıp, Bekri’den gelecek olan çayı beklemeye başladı.
Sohbet için ilk soruyu ben sordum:
“Okula gidiyor musun sen?”
“Seneye inşallah!”
“Nasıl? Belki gitmezsin öyle mi?”
“Yoh tohtur bey. Mutlaka gidecegim. Ama bizim işler…”
Boynunu büktü. Biraz önceki o çakmak bakışlı gözlerini hüzün bürüdü. Birden duygusallığının ayrımına varınca toparlandı. Cebinden çıkardığı kirli bir mendille ellerindeki boyayı temizlemeye başladı.
Bu arada, isteksiz olarak çay getiren Bekri, Cemo’ya “Doktor gittiğinde ben sana sorarım.”dercesine bakıyordu. Bardağa elini uzatan çocuğa:
“Ula ellerin boyali midir?”diye sordu.
“Yoh, silmişem.”diyerek çayı aldı Cemo. Bir eliyle bardağı sıkıca tutarken, diğer eliyle şekerleri içine atıp karıştırmaya başladı. Uzun uzun karıştırdı.
“Kaç kardeşsiniz?”
Bu soruyu beklemiyordu. İrkildi. İrkilmesi sesimin şiddetinden değildi. Sorunun yanıtında gizli olan bir durumdandı. Duraladı. Düşündü. Sağ gözünü kısarak başını yukarıya kaldırdı. Kardeşlerini sayıyor gibiydi.
“Alti”
“Demek sen okula gitmeden saymayı da öğrendin? Aferin!”
Gülümsedi. Bardağını iki eliyle tutarak dudaklarına götürdü. Höpürdeterek bir yudum içti.
“Baban ne iş yapıyor?”diye sordum.
“Pazarcidir”dedi. Bu yanıtı önceden ezberlemiş gibi bir çırpıda verdi. Gözlerine baktığımda bakışlarını kaçırdı. Çay bardağına bulaşmış olan boyayı silmeye çalışır gibi görünüyordu.
“Annen?”
“Ev hanimidir. Ne edeceksin anami babami?”
Sustum. Konuyu değiştirmek istiyordum. Sesimi biraz daha yumuşatarak:
“Neden çalışıyorsun? Babanın kazandığı para geçiminize yetmiyor mu?”
Cemo’yu kızdırmış olmalıydım. Daha fazla özeline girmemi istemiyordu. Kaşlarını birden çattı.
“Kim demiş? Bal gibi de yetiir. Çalışmim de boş gezim?”
“Tabi ki çalışmalısın. Çalışmak kadar güzel bir şey var mıdır?”
Son söylediklerim hoşuna gitmişti. Gülümsedi. Gülümsemesini fırsat bilip birkaç soru daha sorma niyetindeydim.
“Günde kaç lira kazanıyorsun?”
“Hiç belli olmiir; bazen on, bazen onbeş…”
“Kazandığından babana veriyor musun?”
Yüzü yine asıldı. Babası ile ilgili herhangi bir yanıt vermek istemiyordu. Bardağın dibinde kalan çayı bir büyük yudumda bitirdi.
“Para benim değil? Kime istersem veririm…”
Bardağı masanın üzerine bırakıp:
“Sagolasin.”dedi.
Ayağa kalktı. Yerdeki sandığın uzun kayışını ince boynundan aşırarak omzuna aldı. Bu duruşun anlamı açıktı. Gitmek üzere olduğunu belirtiyor, boyanan ayakkabının parasını bekliyordu.
Cebindeki paraların arasından beş lira çıkardım. Uzattım. Parayı aldı. Cebindeki bozuklardan saymaya başlayınca:
“Tamam, üstünü verme. Senin olsun.”dedim.
Durup, ters bir ifadeyle yüzüme baktı. Bir yandan elleri ceplerini karıştırmayı sürdürüyordu. Beklediği bozuk para çıkmayınca para bozdurmak için Bekri’ye doğru yöneldiğinde:
“Üstünü istemiyorum.”dedim.
“Bu kadar parayı niye verisin?”
“Yaptığın işi çok beğendim. Ondan veriyorum.”
“Sadaka istemirim.”dedi. “Ben çalışıp kazanmasini bilirim.”
“Pekiyi,”dedim. “Benim ayakkabılarımı elli kuruşa boyadın. Normalde müşterilerinden kaç lira alıyorsun?”
“Bir lira”
“Sende kaç lira alacağım kaldı?”
Düşündü, ince ince hesaplar yaptı. Bir türlü içinden çıkamadı. Bir ara parmağıyla üç gösterdi. Doğru olmadığını söyledim. Dört gösterdi:
“Hayır… Haydi hesabı çıkar bakalım.”
Bana sırtını döndü. Parmaklarıyla pek çok hesaplar yaptı. Ama bir türlü doğruyu bulamıyordu. Ama bu boyama ederinin de beş lira tutmayacağını çok iyi biliyordu. “Söyle”dercesine yüzüme baktı.
“Şimdi burada oturacaksın. Çay ocağına giren her müşterinin ayakkabısını boyayacaksın. Paranın üstünü doldurduğunda gideceksin. Olur mu?”
“Olur.”dedi. “Kaç ayakkabi?”
Güldüm. Bu aynı zamanda ‘Kaç para?’ demekti. Ben gülünce Cemo da güldü. Bu içinden çıkılmaz hesap onu çok germişti. Kolundan tuttum. Yanıma çektim. Kulağına:
“En iyisi; biz ne yapalım biliyor musun?”
“Ne?”
“Sana verdiğim para, benim bir aylık boya ihtiyacım olsun. Bir ay içindeki bütün boyalarım senden. Ama gelip boyatmazsam, hakkım yansın. Tamam mı?
”
Her gün karşısına çıkabilme olasılığımı düşündü. Bu mümkün olabilir miydi? Yine kendince bazı hesaplar yaptı. Aklına bir şey gelmiş olmalı. Gülümseyerek:
“Tamam.”dedi.
Bekri’nin çay parasını masaya bırakarak birlikte çıktık. Ben taksiye binip giderken Cemo arkamdan bakıyordu.
Yola çıktığımda Nadir aradı. Acilen bir hastaya gitmek zorunda kaldığını, cep telefonunu evde bıraktığını söylüyor, beni zora soktuğu için özür diliyordu. Evine yeni dönmüştü. Hala bekliyorsam gelip beni alacaktı. Gerek kalmadığını söyledim.
Cemo… Sabah sabah bu çocuk kimin nesiydi? Bu yaşta yaşam kavgasının içine girmiş, akranları uyurken, oyun oynarken, o kazanacağı elli kuruşun izini sürüyordu. Yaşam adalet konusunda kantarın topuzunu bu kadar kaçırmış olabilir miydi? Çocuksu duygularını kirletmek için gözünü Cemo’ya mı dikmişti?
Çalıştığım köy büyüktü. Yoksul aile çoktu. Çocuklar ilköğretimi bitirdikten sonra okumaz, bir iş tutma uğruna Siirt’e, Diyarbakır’a ya da İstanbul’a giderlerdi. Çalışan çocuklara aslında bu kadar yabancı değildim. Cemo kadar küçük olmasalar da, köyde de çalışan çocuklar vardı. Köyün kahvesinde, babasının bakkalında, berberde, tarlada, bahçede… Her yerde çalışan bir çocuk görürdüm hep…
Ama Cemo… O bir başka etkilemişti beni…
Yüzünde hep ağlayacakmış gibi duran kırılgan görünüşle, öfkeliymiş gibi duran kindar görünüş arasında gidip gelen çocuksu bir ifade taşıyordu. Yorulduğunu, usandığını çevresine hissettirmekten çekinen, duygusallığa asla başvurmayan bir duruşu vardı. Bu pek çok çocukta görülmeyecek özelliklerdi.
Öte yandan dürüstlüğünü de çocuksu bir titizlikle korumaya çalışıyor, hakkı olmayan hiçbir şeye dönüp bakmak bile istemiyordu. Bir taraftan da ‘onur’ denilen o vazgeçilmez değerin ayrımına varmış gibiydi.
İzinden döneli beş gün olmuştu. Köyde ve çevremizde meydana gelen grip salgını bütün zamanımızı alıyordu. İşlerin yoğunluğuyla Cemo’yu akıldan çıkarıvermiştim. O benim usumda kahraman bir çocuk olarak kalacak mıydı? Okuduğum bir öykünün, izlediğim bir filmin kahramanı gibi…
Çoktandır yeni araba ederlerini inceleyen Nadir, kararını vermişti; düldülünü satacak, biraz krediyle yeni bir araba alacaktı. Araba sahibi olmamama rağmen, benim arabalardan iyi anladığımı bildiği için, birlikte Siirt’e gitmeyi teklif etti. Aslında, gün içinde çok yorulduğum için kılımı kıpırdatmak istemiyordum. Akşam olduğunda koltuğuma uzanıp, yeni taktırdığım paket uydu programının keyfini çıkarmak niyetindeydim. Bu niyetle hafta başında bir televizyon dergisinden bütün ödüllü filmleri not almıştım. Akşama da “Yeşil yol” vardı. Nadir’e ‘hayır’ demek de istemiyordum. Hem, nasıl olsa filmin tekrarı olurdu.
Yola çıktık. Hava erken karardığı için acele ediyorduk. Yolumuz on kilometre de olsa, yol boyu aklımdan, düldülün azizlik yapıp bizi yolda bırakma olasılığını hiç çıkarmadım. Korktuğum olmadı. Kapandı kapanacak derken birkaç galeriye son anda yetiştik. Bazılarından ayrıntılı bilgiler aldık, bazılarından da arabalar hakkında özel basılmış kitapçıklar… İstediğimiz olmamıştı. Bütün bayileri dolaşamadık. Cumartesi günü yeniden gelmeyi kararlaştırdıktan sonra bir kebapçıya gidip akşam yemeği yedik. Yemekten sonra masamıza söylenen çayları içtik. Nadir elini ısıtmak için, çay bardağını iki avucunun arasına alınca içim cız etti. Aklıma Cemo gelmişti. O da öyle yapmıştı.
Nadir’e Cemo’yu anlattım. Beni dikkatle dinliyor gibi yapsa da onun fazla ilgisini çekmediğini anlamıştım. Sonra konuyu değiştirerek başka şeyler konuştuk. Köye döneceğimiz sırada Nadire:
“Garaja uğramam gerekiyor.”dedim.
“Garajda ne işimiz var?”
“Geldiğim gün Bekri’nin orada içtiğim çayların parasını vermeyi unutmuşum.”dedim. Birden aklıma bu yalan geldi. Nasıl olsa Nadir arabasında bekler, ben girer çıkardım. Hem, Nadir benimle çay ocağına girse bile ne fark ederdi? Bu kez de ‘Para verdiğimi unutmuşum.’der geçerdim.
Gittik. Bekri ocağı kapatmıştı. Çay ocağı, daha çok köy minibüslerinin kalktığı kısma düşüyordu. Benimki de iş mi; akşamın bu saatinde, soğukta dışarıda kim kalırdı? Hangi köylü düşerdi yollara?
Tam da unutmaya başlamışken bu çocuğu; nereden aklıma gelmişti? İçimde garip duygular oluştu. Cemo’nun annesini, babasını düşünmeye başladım. Altı kardeş miydiler? Bunların kaçı kız, kaçı erkekti? Kaçı Cemo’dan büyük, kaçı küçüktü? Cemo saymayı tam bilmediğinden şaşırmış olabilir miydi? Evleri nasıldı? Kaç odaları vardı? Evde kaç çocuğa bir oda düşüyordu? Yemeği masada mı yiyorlardı, yer sofrasında mı? Eve günde kaç ekmek giriyordu? Alınan ekmeklerin toplam ederi günlük kaç lira tutuyordu. Cemo günde kaç ekmek parası kazanıyordu?
Cemo’nun kaç tane pantolonu vardı? Hepsinin de dizleri yamalı mıydı? Kaç tane lastik ayakkabısı? Kendimce gülümsedim. Lastik ayakkabıların hepsi aynıydı; niçin birden fazla alınsındı? Ya çorapları? En çok kıyafeti olan hangi kardeşti? Cemo gözlerini kapattığında neyin düşünü kuruyordu? Elma şekeri? Çikolata? Kâğıt helva? Ekmek? Oyuncak? Hiç oyuncağı var mıydı Cemo’nun? Bir bilgisayarın klavyesine hiç dokunmuş muydu boyalı parmakları?
“Uçtun yine doktor! Yanında konuşan başçavuşun kendisi…”
İrkildim. Kendime geldim. Bir an, yanımda Doktor Nadir’in bulunduğunu unutmuştum. Oysa Nadir almayı düşündüğü arabalar hakkında bir soru sormuş, duymamıştım.
“Çok yorulduk ya; içim geçmiş biraz. E, ağır kebabı da yiyince…”
“Kebabı yedin ama, beni de yemeye çalışma. Sorun nedir?”
‘Sorun Cemo…’desem inanmayacaktı bana. Ona söylemek istemediğim bir derdim olduğunu düşünecek, yakınlığımıza güvenerek kırılacaktı. Ne diyecektim ben şimdi Nadir’e? Yalan mı söyleyecektim? Yalan söyledim:
“Annem,”dedim. “Çok zayıflamış göründü gözüme… Yalnızlık zor tabi...”
“Getirseydin ya, hem ev işlerini yapardı. Değişiklik olurdu onun için. Ben de arada gelir sıcak bir yemek yerdim.”
“Kesinlikle istemez. O tek başına da olsa evinde mutlu hissediyor kendini.”
“İnsanın kendi evi gibi var mı?”
İnanamıyordum. Söylediğim küçük bir yalan üzerine nasıl da konuşmuştuk. Biraz daha konuşsak anemin kronik bir yalnız, ölümcül bir hasta olduğu sonucuna varacaktı Nadir? Üstelik konuştuklarıma ben de inanacak, akşamın bu saatinde annemi arayacaktım.
Konu değiştirdim:
“İkinci baktığımız araba fena değildi.”
Cumartesi günü erkenden Siirt’e indik. Güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra bütün galerileri dolaştık. Nadir, her baktığı arabada kendince bir kusur buluyordu. Hem en iyisini, hem de en ucuzunu arıyordu. Bunun mümkün olmadığını söyledim. Çok beğendiği iki araba arasında bir seçim yapması gerekiyordu. İkisinde de kredi olanakları aynıydı. Sonunda tercihini yaptı. İki gün önce ilk baktığımız yerde gördüğü arabayı aldı. Üstelik de kendi arabasını peşinata saydırarak. Pazartesi gelip evraklar ile düldülü bırakacak, Cuma günü de yeni arabasını alacaktı. Nadir hem sevinçliydi, hem de düşünceli… Bu kadar borcun altına niye girdim diye düşünüyordu.
Öğleden sonra küçük bir iki işim olduğunu söyleyerek Nadir’den izin aldım. O da kendine bir iki kıyafet alacaktı. İki saat sonra her zaman yemek yediğimiz kebapçıda buluşmaya karar verdik.
Benim aklımda Cemo vardı. Garaja, Bekri’nin çay ocağına gidip Cemo’yu bekleyecektim. Garajın yanından geçen dolmuşlardan birine bindim. Garajın karşısında indim. Beklediğim bir yolcuyu arar gibi garajda dolaştım. Çiğköfte, lahmacun satıcıları, her zaman gördüğüm piyangocu, simit satan iki çocuk, elindeki terazi tepsi ve termosuyla çay satan sakallı çaycı, birkaç tane boyacı (bunlar Cemo kadar küçük değildi), bir iki polis, gelip giden yolcular…
Cemo görünürde yoktu.
Lahmacun salonunun yanındaki tekel bayiinden bir gazete aldım. Bekri’nin ocağına gittim. Bekri beni görünce şaşırdı. Buraya pek uğramazdım. Genellikle şehir dışına bir yolculuk yaptığımda, ya da Siirt’e döndüğümde oturup çay içtiğim yerdi.
“Toktur Bey hıyırdır; gene nereye gidisen?”
“Çayını özledim.”
“Az bekleyeceksin, teze çay kurdum.”
Çay ocağında, üç masada oturan sekiz, on kişi vardı. Bekri, ocağın hemen yanında duran, o küçük masada tek başına oturmuş olan sakallı bir gençle konuşuyordu. Kapıdan dışarıyı iyi gören bir masa seçtim. Gazeteyi elime alarak başlıkları gözden geçirmeye başladım.
Elimdeki pek sık okumadığım bir gazeteydi. Yalnızca spor haberleri için arada bir alırdım. Akşama oynanacak erteleme maçıyla ilgili bir yazı vardı. Bu sevdiğim bir spor yazarının yazısıydı. Dalmışım. Ayağımın yanında bir takırtı duydum. Bu, fırçanın boya sandığına ritmik olarak vuruluşundan çıkan bir sesti. Gazeteyi kenara çekerek baktım.
“Cemo! Nereden çıktın?”
“Sen sözini niye yiyisen? Gelirim deyip gelmisen. Uzat ayakkabini borcumu ödiyem.”
Cemo, ben gazete okurken gelip sessizce önüme oturmuş, gülümsüyordu. Ayağındaki lastik papuç, yamalı kot aynıydı. Üste ise yeni, kalın bir kazak giymişti.
“Kazağın yeni galiba?”
“He, yenidir. Babam almış. Beğendin?”
“Çok beğendim.”
Hava geçen hafta kadar çok soğuk olmasa da ellerine yünden bir eldiven geçirmişti. İtinayla sıyırıp çıkardı.
“Eldivanlarim nasildir?”
“Hımm, onlar da güzel. Onları da baban mı aldı?
Çok önemli bir sırrı söylemek ister gibi elleriyle ağzının iki yanını kapatarak fısıldadı:
“Anam örmüştür. Hoş örmüş?”
“Çok güzel örmüş. Küçükken benim annem de örerdi.”
“E, oturup sohbet edeceğiz? Ayaklarini niçin uzatmisin?”
Ayaklarımı uzattım. Cemo aynı titizlikle boyamaya başladı. İşini yaparken çok keyifli görünüyordu. Çocuğun bu halini izleyenler olsa; içinden neşeli bir türküyü de mırıldandığı konusunda iddiaya bile girerdi.
O sırada Bekri çayımı getirdi. Bardağı önüme koyarken Cemo’ya ters bir bakışla selamladı. Cemo keyfini bozmamak için Bekri’nin bakışını görmezden geldi.
“Bu itoğlu it hergün gelip seni sordi. ‘Ne edecen toktur beyi?’ diye sordum; bana cevap vermedi.”
Cemo bir Bekri’ye, bir bana bakıp başını eğdi. Bekri’nin sözlerinde kendince bir övgü bulmuş, Bekri’yi, sözünü tuttuğunun kanıtı saymıştı.
“Cemo, siz kaç kardeştiniz?”
Cemo bir eliyle ayakkabımı fırçalarken, diğer elini kaldırıp beş parmağını gösterdi. Oysa geçen hafta altı kardeş olduklarını söylemişti.
“Beş mi?”diye sordum.
Başını salladı.
“Şimdi seninle bir oyun oynayalım. Bana önce senden büyük olan kardeşlerinin adını söyle.”
Gülümsedi. Öncelikle bir düşündü. Sonra sırayla söylemeye başladı.
“Muro, Hüso, Fato, İbo, Reco…”
“Senden küçük olanların adlarını biliyor musun?”
“Bi tenedir… Selo… Aha, bu kadden…”
Selo’nun ne kadar küçük olduğunu gösteriyordu. Sol elini sağ kolunun dirseğinden tutarak kalan kısmı gösterdi.
“Bir yerde hata yaptığını biliyor musun? Siz beş değil, yedi kardeşsiniz.”
Şaşırmadı. Sanki bu sayıyı daha önce duymuştu. Yalnızca gülümsedi. Kuvvetli bir burun hareketiyle sümüğünü çekti. Son ayakkabıyı da parlattığında işini bitirdi. Gözlerime bakıp:
“Kaç kaldı?”diye sordu.
“Artık borcun kalmadı. Bak, sen her gün gelmişsin. Ama ben sözümü tutmadım. Hem şurada bir ay da doldu.”dedim.
“Vıyy! Bir ay bu kadden azdır?”
“Bazen azdır, bazen çoktur. Bu duruma göre değişir.”
Kafası karışmıştı. Bu nasıl bir zaman kavramıydı. Şurada topu topu bir hafta geçmişti. Ancak karşısında duran bu koca adam bir ayın dolduğunu söylüyordu. Üstelik de bu bir doktordu. Cemo’ya da inanmak düşüyordu.
Kalktı. Boya sandığını toparladı. Gideceği sırada cebimden çıkardığım beş lirayı uzattım. Önce paraya, sonra gözlerime baktı.
“Nedir?”
“Bu gelecek ayın parası. Peşin veriyorum. Yine bir ay ayakkabılarımı bedava boyayacaksın.”
“Almam. Sen beni kandıriysin. Söz veriysin, gelmiysin.”
Almadı. Kendinden büyük sandığı boynuna asıp diğer masaları şöyle bir dolaştıktan sonra çıkıp gitti.
Ocakta, bulunduğu yerde Cemo’yu izleyen Bekri, çocuğun çay ocağından çıkmasından sonra eline aldığı yeni bir çayla yanıma geldi.
“Toktur Bey, bu itoğlu ite niye yüz veriysin?”
“Niye böyle söyledin?”diye sordum.
“Aha bunlardan hayır gelmez insana. Babası geçen yıl anasını dogradi.”
Birden elektriğe tutulmuş gibi çarpıldım. Acaba Bekri, başka bir çocuktan mı söz diyordu? Cemo’yu birine mi benzetmişti?
“Ne dedin? Ne dedin?”
“Namissizlik etmiş anasi. Babası kapmış baltayı eline, sen misin boynuz takan; temizlemiş namisini…”
“Ne yapmış anası?”
“Ne yapmışı varmı Toktur bey? Mahalledeki fırıncı ustasına göz kırpmış. Mahallenin karileri kendi gözleriyle görmüşler.”
“E, şimdi?”
“Babasi içerde… Aha bunlara da amcasi bakir. Büyükleri bela olmuş Siirt’in üstüne. Hırhızlık, soysuzluk… Ne desen var? Uzak dur; bunlardan hıyır gelmez adama…”
İçinde bulunduğum şok sürüyordu. Yüreğime inen ateş bütün bedenimi sarmış, kulaklarım dahi kızarmıştı. Oysa Cemo, babasının işinden, yeni aldığı kazaktan, annesinin ördüğü eldivenden söz ediyordu. Suç; fırıncı ustasına göz kırpmak... Ceza; ölüm… Geride kalan yedi kimsesiz çocuk. Bu nasıl bir dünyaydı, bu nasıl bir adaletti?
Bekri’nin çay parasını masaya bırakıp kalktım. Çay ocağından çıkarken Bekri’ye dönüp bakmamış, sessiz sedasız çıktım. Ne yaptığımı bilmeden, garajdan bir taksi çağırdım. Atlayıp köye gittim. Eve vardığımda sözleştiğim Nadir aklıma geldi. Telefon ettim. Rahatsız olduğumu, onu beklemeden taksiyle köye geldiğimi söyledim.
Zamanın iyi ilaç olduğunu söyleyenler yanılmıştı. Bu ilacın etkisi derdin türüne göre değişiyordu. Geçen zamanla bendeki ‘Cemo’ yarası iyileşmemiş, gittikçe içinden çıkılmaz bir hal almıştı. Bu yüzden sık sık Siirt’e gidiyor, Cemo’yla oyunlar oynayarak ayakkabılarımı boyatıyordum. Onun düş dünyasındaki, analı, babalı ‘mutlu aile oyunu’nu hiç bozmadım. Gerçekleri bildiğimi asla hissettirmedim. Artık biz bu ayarı bozuk dünyanın saf iki çocuğu gibiydik.
Cemo okula başlamıştı. Okuldan kendisine verilen birkaç kıyafeti (o babası aldığını söylüyordu) giymiş, mutlulukla taşıyordu. Bu yüzden pek sık görüşemiyorduk. Görüştüğümüzde de Bekri’nin çay ocağında buluşmuyorduk. Çünkü Bekri, aklınca bu zararlı çocuktan beni koruyor, bana zarar gelmesini istemiyordu. O yüzden kendimize garaja yakın bir buluşma kahvesi seçmiştik.
Bir gün yine Cemo ile buluştuk. Cemo ayakkabımı boyarken kıvranıyor, bana bir şey söylemek istiyor, bir türlü söyleyemiyordu. En sonunda ağzındaki baklayı çıkardı.
“Tohtur, siye bişey diyecem.”
“Söyle.”dedim.
“Sen biye bir yıllık baya parasi versen? Ben bir yıl senin ayakkabini boyasam, olur?”
“Olur. Ama, o kadar parayı ne yapacağını merak ediyorum.”
Düşündü. Bu konuda bir şey söylemesi gerektiğini biliyordu. Ancak, aklına bir gerekçe gelmiyordu. Gözlerini gözlerimden kaçırarak:
“Babam… Pazarcidir bilirsin. Kendine bir araba almak ister. Parası çıkışmaz… İstiyem ki ben de biraz para verem. Hı?”
“Peki, bu bir yıllık boya ederi ne kadar tutar? Hesapla vereyim.”
Düşündü. Yine hesabın içinden çıkamadı.
“Bilmem. Sen ne verirsen…”
Cemo’ya yüz lira verdim. Parayı aldıktan sonra yüzünü anlatılmaz bir huzursuzluk kaplamıştı. Yerinde duramıyor, bir an önce gitmek istiyordu. Bu parayı ne yapacağını çok merak ediyordum. Derslerine iyi çalışmasını istedim. Kahveden ayrıldık. Kahvenin önünde durup Cemo’yu izledim. Köşe başını döner dönmez karşısına iki kişi çıktı. Cemo onlarla bir şey konuştu. Uzaktan bakıldığında bile korkusu yüzünden okunuyordu. Cebindeki paraları çıkarıp verdi. Benim verdiğim yüzlüğü alan iki genç koşarak Cemo’nun yanından uzaklaştılar. Bunlar Cemo’nun ağabeylerinden ikisi olmalıydı.
İşte acımasız dünya, Cemo’nun o çocuksu dürüstlüğünü de kirletmeye başlamıştı. Bekri’nin haklı olup olamayacağını bile düşünmeme neden olan bu olayda Cemo’nun zerre kadar bir suçu yoktu.
Bir sonraki buluşmamızı sabırsızlıkla bekliyordum. Babasının o pazar arabasını alıp alamadığını soracaktım. Yine aynı kahveye gittim. Cemo yoktu. Daha sonra, daha sonra yine yoktu. Dayanamadım, iki ay sonra okuduğu okula gittim. Tek derdim Cemo’yu görmekti. Artık ona hiçbir şey sormayacaktım.
İdarenin izniyle onu müdür yardımcısının odasına çağırttım. Geldi. Gözlerime bakamıyor, derin bir utanç içinde yüzüyordu. Müdür yardımcısından izin isteyip, bizi yalnız bırakmasını rica ettim. Kapıda, suçlu bir insan gibi öylesine dikiliyordu.
“Cemo, gel otur yanıma…”
Kararsızca yanıma geldi. Oturdu. Yine ayakkabılarının ucuna bakıyordu. Söylemek istediği bir şey vardı. Ama nereden, nasıl başlayacağını bilmiyordu.
“Nasılsın? Seni göremeyince merak ettim. İyi misin diye görmeye geldim.”
“Ben siye yalancı çıktım. Borcumu ödeyemedim.”dedi.
“Bırak şimdi borcu filan… Sen iyi misin onu söyle.”
“Boya işini bıraktım.”
“İyi ettin. Artık senin için okul daha önemli olmalı…”
“Ben siye yalan dedim. Babam… İçerdedir… Anami öldürmiştir…”
Ağlamıyordu. Ya çok ağladığı için gözyaşları kurumuştu. Ya da ağlamayı kendince bir zayıflık olarak görüyordu. Başını okşayarak kendime çektim.
“Senden aldıgım o boya parasini… agabeyim Muro dedi, al…”
“Boşver, bana borcun olsun. Büyüdüğünde ödersin. Sahi, sen büyüdüğünde ne olacaksın?”
Yüzüme baktı. Gözlerinin içi o ilk gördüğüm günkü gibi parlıyordu. Kendinden emin bir sesle:
“Tohtur…”dedi.
İzmir/ Şubat 2008
*“SİİRT VE ÇEVRESİ HİKAYELERİ” KONULU
ÖYKÜ YARIŞMASI 2009 "ÜÇÜNCÜLÜK ÖDÜLÜ"
YORUMLAR
Okudum cok da begendim.
Türlü seyler insanin aklindan geciyor.
Cehalet bitmedi bitmez kac cemo var kimbilir.Öldürmeyi maarifet sanan gelismemis beyinler.
Hem bakacaklarindan fazla cocuk var ki o cocuklarda asktan dogmuyor.
Ilgisiz sevgisiz ortamlarda yetisiyorlar anne babalari yanlarinda olsada durum farkli degil.
Ekileyen bir yaziydi
Yüreginize saglik
Sonsuz saygimla
ekaradag
En güzel öykü, yaşam öykünüz olsun diyorum. Gerçek ekinlerde aynı duygularla görüşmek umuduyla... Saygılarımla.