Ismarlama Gelin*
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İşte, uçak yine havalanıyordu. Tam da on yıl önce olduğu gibi… On yıldır defalarca binmişti uçağa, ama bir türlü bastıramıyordu bu korkuyu. “Tamam. Bu kez korkmayacağım. Geçti… Geçti.” diye sevinip, kendini inandırmaya çalışıyordu, her defasında. Ancak, uçak burnunu dikip de yükselmeye başladığında, nereden geldiğini anlamadığı bir iç titremesi gelip buluyordu Selime’yi. Önce yüreğinde bir ‘cız’ sesi duyuyor, sonra bütün bedenini ürperti sarıyordu. Artık gözlerini açamıyor, dudağını ısırmaktan morartıyordu.
“Artık katlanacağız. Çare yok…” dedi, yanında oturan adama. “Hem, bu korku ne ki? Ben neler atlattım on yılda, ne korkuları yendim bir bilsen…”
Doğruydu söyledikleri. On yılda yaşamına o kadar çok korku, o kadar çok karabasan sığdırmıştı ki… Herkesin, “Selime artık iflah olmaz… Kafayı kırdı gariban.” dediği zamanlarda bile kendi kendine toparlamış, yaşamının önünde set olan bütün korkuları bir bir yenmişti. Şimdi önünde bir korku vardı yalnızca. İşte o korkuyu yenmek için yaşamındaki bütün diğer korkuları yaşamaya, duymaya hazırdı.
“Bakma benim böyle genç göründüğüme… Kafa kâğıdımda yirmi sekiz yazsa ne çıkar? Şurası var ya; ben diyeyim seksen, sen de yüz yaşında…” dedi yanındaki adama.
Adam konuşmuyor, arada bir Selime’ye bakıp başını sallıyordu. En çok dikkat çeken, Selime’nin sol gözündeki tikti. Konuşurken adamın yüzüne tam bakmıyor, gözleriyle şüpheli şüpheli çevreyi gözlüyor, adamın yüzüne baktığında ise sol gözünü kırpıp tuhaf bir gülümsemeyle bakışları donuklaşıyordu.
“Feride olmasa, bilirdim ben yapacağımı ama… Bir dakika çekmezdim dünyanın kahrnıı. Kıyardım canıma, kurtulurdum. Ah Feride! Elimi ayağımı bağladı benim.”
Feride kızıydı. Üç yaşındayken bıraktığı, bir daha yüzünü görmediği kıvırcık kızı... Koynundan bir fotoğraf çıkardı. Kendinden kartlı makinelerin çektiği, alt ve üstünde siyah kalın çizgileri olan, renkleri zamanla solmuş, bir kenarından da kırılmış bir fotoğraf… Muhtemelen bir ev içiydi fotoğraftaki. Elinde balonla yürüyen, kıvırcık saçlı bir kız ile arkasından gülümseyerek bakan ellili yaşlarda bir kadın vardı.
“Ellerine dokunmayalı, saçlarını taramayalı, gül kokusunu içime çekmeyeli o kadar çok oldu ki… Hesaplıyorum, sayıyorum altı yıl olmuş… ‘Bu işte bir yanlışlık var.’ diyorum. Bu hasret, bu bekleyiş altı yıl işi değil. Vallahi değil… Bana altmış yıl olmuş gibi geliyor…”
Gülümseyerek, kızına bakan Selime’nin yüz ifadesi birden değişiverdi. Hayalet görmüş gibiydi. Her bakışında fotoğrafı parça parça yırtıp, un ufak etmek istiyordu. Yırtamazdı. Onu yaşama bağlayan, acıların üstesinden getirten o fotoğraftı. Kızının tek görüntüsü… O fotoğraf olmasaydı…
“Bu fotoğraf olmasa ben çoktan ölürdüm… Ne zaman içim daralsa, ne zaman hayat omuzlarıma yük olsa; hep kızıma baktım… Baktım, baktım da kendimi sağaltım…” dedi, yanındaki adama göz kırparak. Fotoğrafı tutan eli belirgin bir şekilde titriyordu. Elindeki fotoğraf bütün hayatının özetiydi onun için. Hem özlem, hem kindi. Hem yaşam, hem zulümdü. Çünkü aynı fotoğrafta, ona yaşamı zehir eden kayınvalidesi Mürşide de vardı. Selime’nin gözü kayınvalidesinin yüzündeki sahte gülücüğe takıldı.
“Bu karı…” dedi. “Her şeyin sorumlusu… Hayatımı zindan eden, beni biricik kızımdan ayıran… Bu karı. Mürşide karısı… Ne tuhaf değil mi? Yıllarca koynumda bir fotoğraf sakladım. Bu fotoğrafta çok sevdiğim kızım Feride, tiksindiğim kaynanam Mürşide yan yana…”
Adam yine başını salladı. Selime’yi dinliyor gibi bir hali olsa da, arada bir bakışlarını çevreye kaçırarak sıkıldığını anlatmaya çalışıyordu.
“Sen de benim kaynatama benziyorsun. Ağzını açıp bir laf etmedin şurada… Allah’ı var iyi adamdı kaynatam. Mürşide karısı benim için ne söylerse söylesin; bir gün ağzını açıp bana kötü bir laf etmedi. Başını sallayıp sallayıp oturdu bir kenara. Hatta bir gün kendi kulağımla duydum; ‘Bu garibin üstüne çok gidiyorsun, Allah razı olmaz Mürşide.’ diye bir laf etmişti. Sen misin Mürşide’ye bunu söyleyen! Pişman etti adamcağızı.”
Adam bu kez gülümseyerek salladı başını.
“İlginç bir tip… Bundan iyi bir haber çıkabilir…” diye düşündü. Koridordan geçen hostesten bir meyve suyu istedi. Selime’ye dönüp:
“Meyve suyu ister misin?” diye sorarken, kucağında bulunan ceketin iç cebinden, kimseye çaktırmadan bir cihaz çıkardı. Cihazın düğmesine basıp ceketiyle örttü.
“Ben şarap istiyorum.” dedi Selime, kararını bekleyen hostese. “Kırmızı… Evet, kırmızı olsun. Hem artık o ilaçlardan kullanmıyorum. Avuç avuç, zorla veriyorlardı. Allah seni inandırsın; beni bu hale getiren o ilaçlardır. Ne zaman ki…”
Derinden bir kahkaha attı. Selime’nin kahkahası etrafında oturan insanların dikkatini çekmiş, herkesin bakışı ona yönelmişti. Kahkahası sonradan kıkırdamaya dönüştü. Elini ağzına götürerek uzun süre güldü.
“Ne yaptım biliyor musun? Bana verilen ilaçları ağzımın içinde gizledim. Ama yutmadım, yutar gibi yaptım. Hemşire gittikten sonra çıkarıp tuvalete attım. Tam yedi ay… Evet, tam yedi ay kandırdım onları. Sonra bir gün, o piskolok…”
“Psikolog.” diye düzeltti adam.
Yanlışını düzelten adama şöyle bir baktı. Sol gözünü yine kırptı. Sonra bakışlarını önüne eğip devam etti:
“Her neyse canım; işte o. Beni odasına götürdü, durmadan bir şey söylüyor. O benim dilimi bilmez, ben onunkini... Öylece birbirimize bakıyoruz. Doktor konuşuyor, ben gülüyorum. O sakin görünen deli doktoru birden sinirleniverdi. Patır kütür bir şey homurdanıp, bir yere telefon etti. Sonra bir hemşire çıktı geldi. Allah’tan olacak ki; biraz Türkçe biliyormuş. Hemşire sordu ben söyledim, hemşire sordu ben söyledim… Her şeyi bir güzel anlattım. Beni delirtenin Mürşide karısı ile görümcem olduğunu bile söyledim. ‘Yaz oraya doktor.’ dedim. ‘Asıl deli benim kayınvalidemdir. Buraya yatacak biri varsa o da Mürşide’dir.’ Bana bakıp bakıp güldüler. Sonra hemşire; ‘Geçmiş senin hasta, çikior sen…” dedi.”
Koynundaki fotoğrafı yine çıkardı. Dudaklarına götürerek özlemle öptü. Gülümseyen yüzü birden hüzünleniverdi. Fotoğrafta gördüğü kayınvalidesine sağlam bir tükürük fırlattı.
“Tüh! Cadı karıya bak! Suratsız! Nasıl da bakıyor Feridemin arkasından. Feridem! Canım! Benim tek ilacım sensin! Geliyorum bi’tanem! Seni kucaklamaya, doyasıya öpmeye, kokunu içime çekmeye geliyorum. Seni, o cadı karının elinden almaya geliyorum.”
Kadının anlattıklarından sıkılan adam, dikkatini başka yöne çekmek için uçağın penceresinden aşağıyı gösterdi:
“Bak, tam da Alpler’in üzerinden geçiyoruz. Ne güzel bir manzara değil mi?”
“Dağ değil mi? Güzel olsa n’olcak, çirkin olsa n’olcak? Bizim Emirdağ’da var aynısından…” diye yanıtladı Selime. Adamın gösterdiği pencereden bir an olsun bakmadı.
“Emirdağlısın demek…”
“Artık değilim. Emirdağlı memirdağlı değilim! Beni bir Emirdağ’a çok gördüler! İllaki Belçika’ya gideceksin, gelin olacaksın dediler… Feridem Belçika’da kalmış… Canımdan can verdiğim kıvırcık kızım oralarda kalmış, Emirdağlı olsam n’olcak?”
Hostes meyve suyu ile bir kadehlik, mantarı açılmış küçük şarap şişesini getirdi. Adam şarabı alıp Selime’ye uzattı.
“Zorla mı verdiler seni?”diye sordu. Adam artık Selime’nin konuştuklarını dinliyordu. Amacı, Selime’yi konuşturup konunun tamamını öğrenmekti.
“Babam söz vermiş! Feyzullah Bey söz verir de gidilmez mi? Feyzullah Bey’in sözü yerine getirilmez mi? Yalvardım anacığıma; etmeyin, tutmayın, beni gâvur ellerine, tanımadığım insanlara vermeyin, diye. Gözlerim kütük gibi şişti günlerce. Selime’yi kim dinler… Bir yaz tatiliydi. Köye gitmiştik, Avdan’a. Avdan’ı bilir misin?
“Yok, bilmem.” dedi Adam. “Ben Ankaralıyım. Emirdağ’ı hiç bilmem.”
“Öyle güzeldir ki! Köyün arka tarafından bir dere akar. Sıra sıra söğüt ağaçları vardır yanı başında. İşte bizim köy evimiz tam da oradaydı. Yazları gittiğimizde salıncak kurardık söğütlere. Kardeşlerimle birlikte sırayla sallanır dururduk salıncaklarda. Hem de ne sallanmak, ne sallanmak. Büyük ağabeyim Murat, beni bir sallar dereye doğru; aynı bu uçağın havalanışı gibi… Cız eder yüreğim…”
Kucağında bulunan, yer yer derisi soyulmuş küçük, siyah çantasından kâğıt mendil çıkarıp, sessizce önce burnunu, sonrada gözlerinin altını sildi. Aynı kâğıt mendili çantaya koydu. Çantadan turuncuya çalan kehribar bir tespih çıkardı. Tespihi elinde sallayarak:
“Bak, bu Murat Ağabeyimin tespihi. Kendisi verdi. Şans getirsin diye. Murat ağabeyim beni çok sever. ‘Etme baba, parmak kadar çocuğu elin ellerine gönderme.’ deyi yalvardıydı o zamanlar. Feyzullah Bey dinleyecek mi? ‘Sen karışma! Söz verdim ben bi kere… Bak insanlar ta Belçikalardan çıkıp gelmişler…’ deyip tersledi ağabeyimi. Köyde, söğüt ağaçlarının dibine iki masa attılar. Köyün imamını çağırıp bir nikâh kıydılar bize, sonra parmağıma bir de yüzük; oldu, bitti her şey…”
“Düğün yapmadılar mı?”
“’Düğünü derneği Belçika’da yapacağız. İznimiz az kaldı, buraya hazırlıksız geldik.’ dediler. Ertesi günü bindik otobüse, doğru Ankara… İlkin gezmeye gidiyoruz sandım. Gezip, dolaşıp geri Emirdağ’a döneceğiz gibi geliyordu. Ankara’dan uçağa binince içim cız etti. ‘Herhal’ dedim. ‘Bu gidişin gayrı dönüşü yok…”
Selime kısa bir süre, gözlerinde birikmiş hüzünle uçağın penceresinden dışarıyı seyretti. Sonra yanı başında oturan adama gülümseyerek baktı. Yıllardır ilk kez, kendisini adam yerine koyup dinleyen biri vardı. Elindeki boşalmış olan şarap kadehini uzatırken:
“Sen iyi bir adama benziyorsun. Haydi bana bir şarap daha söyle…” dedi. Sonra da kıkırdamayla karışık bir gülücük savuruverdi. Kadehi alan adam hostese işaret edip bir şarap daha istedi.
“Peki kocan? Yani ailesi seni nereden tanıyormuş? Nasıl bulmuşlar sizi?”
“Onlar da Emirdağ’ın yerlisiymiş. Yıllar önce gitmişler Belçika’ya. Hem ben ilk değilim ki… Bilsen kaç damat, kaç gelin gitti Belçika’ya. Temiz damat arayan, ısmarlama gelin arayan memlekete haber salar. Çevreden baktırır, araştırıp soruşturur. Sonra… Sonrası benim gibi işte… Gidenlerin hepsini mutlu sanırdık. Bize öyle görünürlerdi. Nerde? İnsan başına gelmeyince duymuyor, bilmiyor benim gibileri…Hiç Belçika Emirdağ’a benzer mi? Emirdağ’da büyüyen insan Belçika’da yaşayabilir mi?”
“Niye ayrıldınız? Kocanla anlaşamadınız mı?”
“Ayrılmayı biz istemedik ki; bizi o Mürşide karısı ile kız kurusu görümcem ayırdı. Belçika’ya gittiğim ilk günden itibaren etrafımda dönmeye başladı. Yok, camı açma, yok sokağa bakma, markete gitme, yabancılarla konuşma, telefona sen bakma, Emirdağ’ı arama, gazete okuma, başını açma, eteği kısa giyme, dudağını boyalama, yapma, etme, tutma… Bunalttı beni. Hayatımı cehenneme çevirdi. Anneme bile telefon etmemi yasakladı. Bunlarla kalsa neyse; sonraları, gelen faturaların hesabını bile benden sormaya başladı. ‘Suları şar şar akıtırsan… Televizyonu bangır bangır bağırtırsan… Kocana hiç acımıyorsun sen… O çalışıyor sen yiyip yiyip yatıyorsun… Ne olacak şimdi bu faturalar? Kim ödeyecek bunları? Burası babanın ahırı değil…’ Dört yıl nasıl dayandım bilmiyorum. Sessiz sessiz ağladım tuvaletlerde. Kanımı içime akıtıp, kimselere bir şey diyemedim.”
“Kocana anlatmadın mı sana yaptıklarını?”
“Anlatsam ne yazacak? Bir iki söyledim Akif’e. Annen şöyle yapıyor, böyle yapıyor diye. ‘Bir annemi idare edemiyor musun? O ihtiyardır, onun kusuruna bakma.’ deyip kestirip attı. Sonraları beni hiç dinlemez oldu. Ne desem, ne anlatsam ‘hı hı’ deyip kulak ardı ediyordu. Bir gün, hamile olduğumu öğrendim. Daha doğrusu o Mürşide karısı benim davranışlarımdan şüphelenmiş. Hani mide bulantıları olur ya; olur olmaz şeyden öğürür durur insan… İşte öyle. Sabah akşam ben tuvalete koşuyorum. Burnuma neyin kokusu gelse içim hop ediyor. Mutfağa giremez oldum, yemek yapamaz oldum. Mürşide karısı: ‘Numara yapma gelin! Kendine gebe süsü verme!’ diye bağırır çağırır oldu. Yalvardım, ayaklarına kapandım. İki gözüm iki çeşme ağladım. Yüzüme yüzüme baktı. ‘Aha ben şincik eczaneye gidiyorum. Gebelik testi alıp geliyorum. Testte gebe olduğun bir çıkmasın; bak sana neler yapacağım.’ dedi. Ödüm koptu. O gelene kadar Allah’a yalvardım. Beni utandırmasın, yalancı çıkarmasın diye.”
“Hamile miymişsin?”
Elindeki boşalmış kadehi adama uzatırken kıkır kıkır gülmeye başladı. Bu gülüşüyle küçük bir çocuğu andırıyordu.
“Bi şarap daha istesem? Hostes kıza ayıp olur mu?” diye sordu.
“Niye ayıp olsun canım. Onun görevi o. Biz ne istersek getirmek zorunda. Yalnız, içtiğin şarap seni kötü etmesin sonra?”
“Yok, etmez… Daha önce de içtim bu mereti. Ben Belçika’da, deliler hastanesinde yatarken bir kız vardı, oda arkadaşım; Liz. Liz kocaman bir şarap getirmişti bir gün. Doktorun odasından yürütmüş. Bir oturduk başına doldurduk doldurduk içtik. Ben ilk içiyorum. Başım bir döndü, bir döndü; dönmedolap gibi… Vurdum kafayı yattım. Liz fena olmuş. Midesini yıkamışlar. Zehirlenmiş dediler. Tabi o içtiği ilaçlarla karışınca fena olmuş. Ben ilaç içmiyorum ki. Doktorlar şaştı kaldıydı. Aklıma geldikçe gülesim geliyor.”
“Kayın validen gebelik testi getirecekti?”
Bakışlarını birden adama yöneltti. Yüzünde utanmayı andıran bir bir ifade vardı. Sanki söze nasıl devam edeceğini düşünüyordu.
“Getirdi. Sabah yapılacakmış test. Görümcem yazısını okudu, öyle söyledi. Ertesi sabah testi yaptım. Üstünde çizgileri filan oluyormuş. Ben anlamadım. Görümceme verdim. O dikkatlice baktı. ‘Hala oluyorum! Hala oluyorum!’ diye bağırdı. O zaman anladım hamile olduğumu. Hemen beni bir köşeye oturttular. Hepsi birden değişiverdi. Ondan sonra az rahat ediverdim. Mürşide karısının dırdırları bitiverdi. Oturdum kalktım, bebeme bir şey olmasın diye Allah’a dua ettim.”
“Doğumdan sonra… Sana olan tavırları değişti mi?”
“Doğurmaz olaydım, diye dövündüm durdum. Daha kırkım çıkmadan beni mutfağa yine koydular. Yemek yap gelin, çay yap gelin, evi temizle gelin, camları sil gelin, gel gelin git gelin… Kızıma, Ferideme bir gün olsun doya doya sarılıp, yatamadım. Anacığımla bir gün telefonlarda konuşamadım. Ne yapsam, ne etsem suç oldu. Ben yine eski hizmetçi olup çıktım.”
Yine kıkırdayarak gülmeye başladı. İçtiği şaraplar etkisini gösteriyordu. Öylesine güldü ki; gözlerinden yaşlar bile geldi. Yanında oturan adam da gülüyordu.
“Bir gün Mürşide karısı grip oldu, yorgan döşek yatıyor. Görümcem işte, kaynatam da dışarıya çıkmıştı. Biz evde baş başa kaldık mı? Yattığı yerden bana bağırmaya başladı: ‘Akşama mercimek çorbası yap, Akifim çok seviyor!’ diye. Fırsat bu fırsat dedim. Nasıl olsa mutfağı benden iyi bilen yok. Evde ne kadar yağ varsa lavaboya döktüm. Elimi belime koyup: ‘Evde yağ kalmamış, ben yağ istiyorum.’ dedim. Ne yapacağını şaşırdı. Kendi kalkıp gidecek, hasta gidemiyor. Beni gönderecek, güvenmiyor. Ee, yemek de yapılacak. Durdu, durdu: ‘Çabuk git gel, bak camdan bakıyorum.’ dedi. Markete gittim. Marketten bir telefon kartı alıp anacığımı aradım. Hem söyledim, hem ağladım. ‘Ben artık dayanamıyorum, canıma kıyacağım.’ dedim. ‘Bir gün kaçar gelirsem; beni hor görmeyin.’ dedim. Anacığım da başladı karşıdan ağlamaya. Olsun, ben içimdeki zehri boşalttım ya, rahatlayıverdim. Sonra da sıkı sıkı tembihledim anacığıma: ‘Bak gizli arıyorum, kaynanamın haberi olmasın. Sonra beni öldürürler, burada yaşatmazlar…’ dedim.”
Kıkırdayarak güldü. Elindeki boş kadehi uzattı. Adam:
“Evet, bu kadar şarap yeter. Zaten uçaklarda daha fazla içilmesine izin verilmez.” dedi.
Selime’nin kıkırdamaları devam ediyordu. Bu kez başını tam olarak adama çevirdi. Arada bir kırpan sol gözüyle artık adamın yüzüne bakıyordu.
“Marketten eve geldiğimde bizim hasta yatan cadı; elini beline koymuş kapıda dikiliyor. ‘Nerde kaldın?!’ diye bağırdı. ‘Markette kuyruk vardı!’ diye ben de ona bağırdım. Ah anacığım! Bir çuval inciri mahvetti. Bir telefon etti ki, her şey ortaya çıktı. Akşama Akif geldiğinde verdi veriştirdi. Akifim beni dövmezdi. Biliyorum; hepsi o cadı karı yüzünden. Ben Akifime yine kırgın değilim. Kendisi yok, Allah’ı var şimdi. O gece nasıl üzüldü bir bilsen.”
“Peki, Türkiye’ye kaçıp gitmeyi düşünmedin mi?”
“Vallahi ben boş konuşuyorum. Sen benim anlattıklarımı dinlemiyor musun? Sen hiç kötüye çattın mı? Sen hiç eli kolu bağlı kaldın mı? Elimde ne para var, ne de pasaport... Her şeyi gizlediler. Evde küçük bir çelik kasa var; her şey onun içinde kilitli. Öte yandan, sen Emirdağ’ı bilmezsin. Kocaya gitmiş bir kız çıkıp babasının evine dönecek ha? Hey yavrum hey! Adamın kuyruğuna teneke bağlarlar da öyle dolaştırırlar. Kim bilir ne diyecekler hakkında. Nasıl gideyim? Bir tarafta ar namus abidesi Feyzullah Bey, diğerinde Mürşide karısı… İki ucu pis değnek dedikleri işte bu…”
“İşin zormuş.”
Yüzüne öfkeyle karışık bir hüzün indi. Sanki o günleri yeniden yaşıyormuş gibi bir iç titremesi geçirdi. Ellerini sürekli ovuşturarak içindeki duyguyu bastırmaya çalışıyordu.
“İşim sonra daha da zorlaştı. Gittikçe dayaklar artmaya başladı. Artık kapıdan dışarıya çıkmam yasaktı. Ağzımı açsam suçtu, sussam suç. Her biri ayrı saldırır oldu üstüme. Allah’ı var; kaynatam iyi adamdır… Akifim de öyle... Ama o cadı karılar var ya… Görümcem olacak evde kalası, koca yüzlerine hasret olası, bir gün boş bir kâğıt alıp geldi. Önüme uzatıp: ‘Burayı imzala!’ dedi. ‘Neymiş o? Niye imzalayacakmışım?’ diye sordum. ‘Feride’nin aşıları yapılacak, annesi olarak imzalaman gerekli.’ dedi. Huylandım. ‘İmzalamam!’ dedim. Sen misin imzalamayan, gündüz onlar dövdü, akşam da Akif’e dövdürdüler.’ Ne olacaksa olsun.’ deyip bastım imzayı. Dayaktan ölseydim de, imzalamasaydım o kâğıdı.”
“Niye imzalatmışlar.”
Acı bir gülümsemeyle adamın yüzüne baktı. Anlatmayı sürdürdü:
“İmzaladığım boş kâğıda, ‘Ben bu evlilikten sıkıldım. Evi terk ediyorum. Kızım Feride’yi babası Akif’e bırakıyorum.’ diye yazmışlar. Zaten ben o imzayı attıktan sonra her şey bitti. Bir akşam, kaynatam evde yokken, hepsi birden üstüme çullandı. Ya bu evi terk edeceksin, ya da seni öldüreceğiz diye. ‘Hiçbir yere gitmiyorum. İsterseniz beni öldürün.’ dedim. Yedim dayağı oturdum. Bunlar bana iki, üç gün karışmadılar. Senin anlayacağın iyi davrandılar. Ben de şaştım bu duruma… ‘Herhal bana acıdılar, artık karışmayacaklar.’ diye düşündüm. Ne gezer? Meğer sinsice, yeni bir plan yapıyorlarmış ana kız. ‘Feride’nin maması yok, git marketten mama al gel.’ dediler bir gün. Öyle güzel, öyle candan söylediler ki; inandım. Marketten döndükten sonra zili çaldım, kapıyı çaldım bir türlü açan olmadı. ‘Açın kapıyı, içerde olduğunuzu biliyorum.’diye bağırdım. Açmadılar. ‘Polise gideceğim, sizi şikâyet edeceğim.’ deyince; içerden ‘Senin artık bu evde yerin yok, defol git. İstediğin yere şikâyet et. Kaç saat oldu evden gideli! Kimlerle görüşüyorsan, Akif’i kimlerle aldatıyorsan onun yanına git.’ diye bağırdılar.
“Vay be!”
“Hiçbir yere gitmedim. Ağlaya ağlaya kapının önünde saatlerce oturdum. Akifim geldiğinde her şeyi anlatacaktım. Artık sabrım taşmıştı. Onların karşısında taş olsa çatlardı. Derken Akif çıktı geldi. Ben daha ağzımı açmadan tekme tokat girişti. Ne olduğunu, niye dövdüğünü anlamadım. Ağzım burnum kan içinde kaldı. Kapattılar beni bir odaya. Yemek bile vermediler o gece.
“Akif niye dövmüş seni?”
“Telefon etmişler Akif’in iş yerine. ‘Bu kadın evden sabah çıktı, saatlerdir dışarıda, seni kiminle aldatıyor, ne yapıyor bilmiyoruz. Evde mama varken, ‘Mama alacağım deyip çıktı gitti.’ demişler. Evdeki mamayı saklayıp, sonra çıkarıvermişler ortaya. Şeytanın aklına gelir mi böyle şeyler?”
“Çok çekmişsin. Ne kadar sürdü bu işkence?”
“İki kere kendimi öldürmeye kalktım. Avuç avuç ilaç içtim. Biliyor musun; onu da beceremedim. Yanlış ilaçlar içmişim. Beni bir doktora götürdüler. Doktorla gâvurca bir şeyler konuştular. Ben dillerini anlamıyorum ki. Benim için ne dediler, ne yalanlar söylediler bilmiyorum. Doktor beni bir hastaneye yatırdı. Sonradan öğrendim; delilerin yattığı hastaneymiş. Günde iki defa gelip, iğne yapıp gidiyorlar. İğneleri yedim mi ben bir hoş oluyorum, kafamda sanki kocaman bir kütük… Derdimi anlatıyorum, anlamıyorlar. Karşı dursam; beni yatağa bağlıyorlar. İşte orda çok korktum. ‘Artık çıkamayacağım, burada ölüp gideceğim.’ diye düşünürken iğne yapmayı kesiverdiler. Sonra hap getirmeye başladı hemşireler. Sabah, öğle, akşam… Günde üç öğün hap… Sanki yemek yer gibi… İki sene kaldım orada. İşte, dediğim gibi; onları kandırarak hapları içmeyi kestikten sonra kendime geliverdim.”
“Sonra Türkiye’ye mi döndün?
O şüpheli bakışıyla adamı süzdü. Adamın niye bu kadar meraklı olduğunu anlamaya çalışır gibi bir hali vardı. Selime’yle göz göze gelen adam bu durumlarda bakışını kaçırıyordu. Çok sinirli gibi görünen Selime, yumuşak bir ses tonuyla devam etti.
“Ben nasıl döneyim kendi başıma? Yol bilmem, dil bilmem. Üstümde ne bir pasaport, ne oturma izni.... Para desen o da yok. Annem şüphelenmiş. Türkiye’den her telefon edişinde Mürşide karısı çeşit çeşit yalanlar söylüyormuş. Yok, banyoda, yok çocuk uyutuyor, kasaba gitti, komşuda çay içiyor, şurada, burada… ‘Benim kızımın başında bir hâl var. Durma Murat; çık git Belçika’ya.’ demiş. Babam, Feyzullah Bey karşı çıksa da Murat Ağabeyim dinlememiş. Çıkmış gelmiş. Dayanmış bunların kapısına; beni sormuş. Ne yalanlar söylemişler benim için, neler anlatmışlar Murat Ağabeyime.
Bir gün bizi bahçeye çıkardılar. Yağmur yağmadığı günlerde haftada bir defa, yarım saat bahçeye çıkarırlardı. Liz’le bankta otururken önüme birisi geldi. Bana bakıp gülüyor. ‘Ben bunu tanıyorum ama…’ derken, boynuma bir sarıldı ki… Murat Ağabeyim. Kokusundan tanıdım onu. Sarıldık, sarıldık… Hem ağlaştık, hem sarıldık. Dünyalar benim oluverdi. İnsanın arkası oldu mu, yüreği sıcak oluveriyor. İçi rahat oluveriyor.”
“Sen hastanede yatarken kocan ziyaretine gelmedi mi?”
“Birkaç defa geldi. Bana çamaşır, üst baş getirmiş. Benimle konuşmak istemedi. Getirdiklerini bırakıp gitti. ‘Feridem nasıl? Beni arıyor mu?’ diye sordum. Yüzüme ters ters bakıp: ‘Feride sensiz daha mutlu… Onu rahat bırak! Sen artık, kızını, kocasını terk etmiş bir kadınsın. Senin kızını sormaya hakkın yok.’ dedi.”
Yutkundu. Derin bir nefes aldı. Son söylediği sözcükler boğazında düğümlenmişti. Koynundaki o resmi bir daha çıkardı. Aynı özlemle öptü.
“Belçika’dan dönerken Murat Ağabeyime yalvardım. Emirdağ’a dönmeden Feridemi bir daha göreyim.’ dedim. ‘Şimdi olmaz. Bu halde oraya gidemezsin. Her şeyin bir zamanı var.’ dedi. Türkiye’ye varana kadar ağladım durdum. Canımdan bir parçayı yaban ellerde bırakıp gidiyormuşum gibi oldum. Uçak Belçika’dan uzaklaştıkça içimdeki yara daha da acımaya başladı. Zamanla geçer, unuturum, diyordum. İnsan hiç yavrusunu unutabilir mi? Hep rüyalarıma girdi. Rüyalarımda koştu, koştu boynuma sarıldı.”
“Emirdağ’a dönünce babanın tepkisi nasıl oldu?”
“Benim için baba yok artık. Feyzullah Bey, beni yaban ellere verdiği gün öldü. Sildim onu. Ben nasıl evladım diye yanıyorum. Onda hiç yürek yokmuş. Kedi olsaydı, köpek olsaydı bu kadar taş yürekli olmazdı. Emirdağ’a varınca durmadım onun evinde. Köye, ninemin yanına gittim. Tam dört yıl ninemle yaşadım. Avdan bana çok iyi geldi. Yüreğimde yanan ateşten başka derdim kalmadı. Bak ellerime; artık eskisi gibi titremiyor. Gözlerimi eskisi gibi kırpıştırmıyorum. Kızımı, Feridemi bağrıma bastığım gün, bunlar da iyileşecek.”
“Belçika’ya gittiğinde sana kızını gösterecekler mi?”
“Mecbur gösterecekler! Murat Ağabeyimin avukat bir arkadaşı var. Onunla konuştum. Ne yapabilirim diye sordum. Avukat: ‘Onlar senin için akli dengesi yerinde değildir, diye rapor almışlardır. Bir de aldıkları imzayla evi terk ettiğini beyan etmişsin. Şimdi yapacağın tek şey var. Belçika’ya gidip, bir hastaneden akli dengenin yerinde olduğuna dair rapor almak... Sonra onlara karşı bir dava açacaksın. Senin alacağın bu rapor, hem verdiğin imzayla evden kaçışını affettirecek, hem de onların almış olduğu ‘hasta’ raporunu çürütecek. Kızını alamasan bile belli zamanlarda görme hakkını elde edeceksin.’ dedi.
“Türkiye’den niye almadın bu raporu?”
“Almaz mıyım? Türkiye’den aldığım rapor orada geçerli değilmiş. Sanki Türkiye’nin doktoru doktor değil…”
“Belçika’da nerede kalacaksın? Kendine bir yer ayarladın mı?”
“Her bir şeyi ayarladım. Orada bizim bir köylümüz var. Hava alanından gelip beni alacak. Şimdilik misafir görüneceğim. Sonra gereken işlemler yapılacak.”
“Kalacak yerin yoksa… Hani, bende de kalabilirsin, diyecektim.”
Selime’nin yüzü birden ciddileşti. Yanındaki adama şüpheli bir şekilde bakmaya başladı. Adam, Selime’nin bakışlarını görünce söylediklerinden pişman oldu.
“Ben öyle tanımadığım insanların evine gitmem. Sahi, sen kimsin? Uçağı bindiğimizden bu yana durmadan sorup duruyorsun? Kötü bir niyetin varsa, baştan söyleyeyim; oltanı yanlış göle attın. Benden sana ekmek çıkmaz! Ona göre!”
“Sen beni yanlış anladın. Benim söylemek istediğim; eğer zorda kalırsan…”
Selime adamın sözünü kesti.
“Merak etme, zorda kalmam. Artık Selime uyandı. O saf kız gitti, yerine yüreği yanık bir ana geldi.”
Adam, Selime’ye bir şey daha sormak istiyordu. Ancak, çıkışlarından çekindiği için bir türlü soramıyor, kıvranıp duruyordu. Sonunda kucağında bulunan ceketinin altından bir ses kayıt cihazı çıkarıp:
“İznini almadan bütün konuştuklarımızı kaydettim. Ben bir gazeteciyim. Belçika’da tirajı yüksek bir gazetede çalışıyorum. Senin yaşam öykünü gazetede yayımlamak istiyorum. Tabi ki izin verirsen…”
“Olmaz! Katiyen olmaz!” dedi Selime. “Kendimi reklâm ettiremem gazetelerde.”
“Olmaz, demeden önce beni bir dinle. Sen, sizinkilere dava açmayacak mısın? Bunun için gitmiyor musun Belçika’ya?”
“Dava ile gazetenin ne alakası var?”
“Ben gazetemde böyle bir haber yapıp, senin hikâyeni yazarsam; bütün Belçika seni tanıyacak. Dolayısıyla insanların sana karşı bir sempatisi olacak. Haberini okuyan üzülecek, senin bir an önce kızına kavuşmanı isteyecekler. Mahkemede de yargıçlar senin tarafını tutacak. Biz buna basın dilinde’ kamuoyu yaratmak’ deriz. Başlığı gözünün önüne getir: “İthal Gelinin Dramı” Nasıl?”
“Bana bir zararı olmayacak değil mi?”
“Tam tersine, yararı olacak. Feridene bir an evvel kavuşacaksın.”
Selime’nin yüzü gülmeye başladı. Feridesine kavuşacağı anı hayal ediyordu. Yanında oturan adamın gözlerine minnetle baktıktan sonra koynundaki fotoğrafı bir daha çıkardı. Karışık duygularla fotoğraftakilere baktı.
“Fotoğraf da çekecek misin?”
“Fotoğrafsız olmaz. Sen üzgün bakacaksın, ben çekeceğim. Mükemmel bir haber olacak.”
“İyi madem. Ferideme kavuşacaksam her şeyi yaparım.”
“Sana bir şarap daha isteyeyim mi?”
“Yok. Hostes kıza ayıp olur. Ayaküstünde kaldı garip. Gidip biraz dinlensin.”
Adam, Selime’nin söylediği bu söze kahkahayla güldü. Adamın niye güldüğünü anlamayan Selime de katıldı bu gülüşe. Koltuklarına yaslanıp pencereden manzarayı seyretmeye başladılar. Uçak, ineceği şehrin üzerinde yavaş yavaş alçalıyordu.
V. Gila Kohen Öykü Yarışması "Mansiyon" Ödülü
YORUMLAR
ekaradag
sayın karadağ bu öykü öyle çok yaşanıyor ki ben hollanda da yaşadım resmi bir görevle bulunduk o bölgeleri ve bunun benzeri olayları çok dinledik bizzat buna benzer olaylara şahit oldum çok acı okurken ağlıyarak okudum
dile getirmişsiniz ithal gelin ithal damatların yazgısını
hangi insan bunu yapar nasıl bir cehalettir üzücü
tebrik ederim yazınızın bu değeri görmesi vesilesiyle sizi
saygılar....
ekaradag
Yaşam çizginiz güler yüzlü öykülerden geçsin...
ekaradag
ekaradag
ekaradag
Öncelikle hoşgeldiniz efendim...
Yaşamın gerçeğine gerçek dizeler güzeldi...
kutlaıdm...
ekaradag
Hoş bulduk efendim. Güler yüzlü karşılamanızla çok mutlandım. Öyküme düşmüş olduğunuz yorum da sevincimi katmerledi. Güler yüzlü öykülerde buluşmak umuduyla.
En güzel öykü, yaşam öykünüz olsun, dileğimle...
ekaradag
ya şimdi merak ederim kızını alabilecekmi türkiyeye dönecekmi? çok güzeldi roman olmalı uzun bir roman..selimenin hayatı bir dram çok hikaye çıkar bu dramdan..kutlarım sayın yazar harika olmuş...
ekaradag
Sevgili insan, yorumunuza teşekkür ediyorum. Evet, bu bir kısa öykü... İnanın sonunu ben de merak ettim. Ama, neylersiniz ki sonu okura bırakıldı. Siz nasıl uygun görürseniz öyle bitecek.
İlginize teşekkürler. En güzel öykü, yaşam öykünüz olsun. Sevgi, barış ve onurla...
Böyle ithal gelinlerin dramlarından o kadar sıkça dinliyoruz ki...Kaynanaların kendi kaprisleri uğruna yitip giden hayatlar...
Çok güzel kurgulanmış bir öykü, hak ettiği yerde, tebrikler, saygılarımla.
ekaradag
Bu arada, sitede yeniyim. Site kullanımını çözmeye çalışıyorum. Teknik bir yanlışım olursa bağışlayın. Güler yüzlü öykülerde buluşmak umuduyla...
Ne yazık ki, çokca yaşanan hayatlardan. İthal bir gelin alıp, elini kolunu bağlamak o denli kolay ki ve onların kurtuluşu o denli zor ki...
Yaşanır gibi okunan bir öyküydü, tebrik ederim.
ekaradag
Güler yüzlü öyküler, yaşam öykünüz olsun...
İlk kez okuyorum öykünüzü.
Etkilenmemek mümkün değil.
Tebriklerimle soy adaşım...
ekaradag
En güzel öykü, yaşamöykünüz olsun.
Eşref baba,
senin yazın yeteneğin her zaman bende hayranlık uyandırıyor,
kalemine ilham, tebrik ederim.
ekaradag
mükemmel kaleme alınmış
ve günde, hakettiği yeri bulmuş bir öykü
başarınızın devamını dilerim
saygılarımla
ekaradag
Çok güzel bir öykü kalemin var olsun ama bence de devamı olmalı bu hikayenin.
saygımla...
ekaradag
En güzel öykü, yaşamöykünüz olsun. Sevgiyle.
ekaradag
Bu, kısa öykü tarzından bir örnekti. Eminim ki sonunu siz bağladınız. Öte yandan "Ismarlama Gelin" Shalom Gazetesi tarafından basılan kitaba girdi. Yani sevgili dostlar, artık bu öykü böylece kalacak.
En güzel öykü, yaşam öykünüz olsun.
Sevgiyle.