- 8032 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
FERDİ TAYFUR
Bende Ferdi Tayfur hayranlığı 1984 yılında başladı. O zamanlar 15 yaşındaydım. Rahmetli babam iki kefil, sekiz ay taksitle evimize küçük bir teyp getirdiğinde aldığım ilk kaset de Ferdi Tayfur’un aynı yıl çıkan Yaktı Beni isimli kasetiydi. Evimizin her yanını posterlerle donatmıştım. Gazete bayiinde önce tüm magazin gazetelerini tarar, içinde Ferdi Tayfur resimleri olanlarını satın alırdım. Ne zaman yeni bir kaseti çıksa kasetçilerde tanıtım afişleri asılır, gazetelere yeni kasetin tanıtım ilanları basılırdı. Kasetin dağıtımının yapılacağı gece gözüme hiç uyku girmez, kasetteki şarkıları merak eder dururdum. Sabah erkenden doğruca kasetçiye gider yeni kaset gelmişse satın alırdım. Gününden önce gittiğim zamanlar da olurdu. İşte böylesi zamanlarda boynum bükük kalır, çok üzülürdüm. Bir keresinde ise yaz tatilinde kahvehanede işçi olarak çalışırken o günkü yevmiyemin tamamını yeni çıkan kasete vermiştim. Çoğu zaman ise param yetişmez kasetçiye borçlanırdım.Yeni kasetteki tüm parçaları en kısa zamanda ezberler ve sesimi Ferdi’ye benzeterek şarkılar söylerdim. Teybin sesini sonuna kadar açar, arka bahçeye komşu kızının gelmesini bekler ve ona dinletirdim zoraki olarak. Evlerimiz bitişikti, çıt olsa duyulurdu ses. Hasta varmış, uyuyan varmış dikkat etmezdim. Doğru bir davranış değil, çocukluk, gençlik işte, ben de yaptım hatalar. Mevzubahis Ferdi’nin yeni aldığım kaseti olunca akan sular dururdu.
O zamanlar renkli televizyonlar yeni çıkmıştı ama bizim o yıllarda renkli televizyonumuz yoktu. Çünkü biz fakirdik.Televizyonumuz gibi hayatımız da siyah beyaz geçiyordu. İlk video kaseti furyası o yıllarda çıkmıştı ve bizler renkli film seyretmek için mahallemizde bulunan mobilya dükkanının vitrininden video seyrederdik. Mağaza görevlisi video bittiğinde kaseti değiştirir, ara vermeden izlememizi sağlardı. Bazen de kasetin devamını koymaz, film yarım kalırdı. Homurtular ve küfürler eşliğinde bulunduğumuz mekânı terk ederdik. Cadde boyunca Ulus-Yenimahalle- Şentepe hattında çalışan minibüslerdeki yolcular zamanla kanıksadılar bu durumu. Çünkü öyle bir kalabalık olurdu ki sanırsınız burası bir şehir stadyumu. Komşumuz Halim amcalarda video kasetçalar vardı. Kasetçiden video filmi kiralar,akşamları seyretmeye giderdik. Mahallemizde ayrıca bir tane sinema salonu vardı. Ferdi Tayfur’un vizyona giren filmlerini bir kaç kez seyrederdim. Zaman zaman bu sinema salonunun dış kısmında bulunan çöplüğüne gider, atık ve kopuk film karelerinde Ferdi’nin resimlerini arardım. Bulduğumda ise bir servete konmuş gibi mutlu olur, kopuk film karelerini özenle makasla keser ve saklardım.
Ailemle birlikte üç katlı eski Yenimahalle evlerinde kiracı olarak otururken küçük bir odayı kendime mahsus odam yapmış, tüm duvarlara da Ferdi’nin resimlerini yapıştırmıştım. Yoldan geçenlere hem resim ziyafeti hem de müzik ziyafeti sunuyordum. Filmlerde Ferdi’yi kendimle özdeşleştiriyor, birlikte gülüyor, birlikte ağlıyorduk. Böyleydi bizim Ferdi aşkımız. TRT’nin katı kuralları gereğince televizyona çıkıp şarkı söylemesi yasaktı. Ayrıca şarkı türünün arabesk olması nedeniyle TRT yönetimince veto yemiş ve şarkıları yasaklanmıştı. Şarkılarını radyoda dinlemek de yasaktı. Yeni Yıl olduğunda yılbaşı gecesi bir kereye mahsus bu katı kurallar yıkılırdı. Bu yasakçı ve katı kurallar diğer arabeskçiler için de geçerliydi. Sonra nasıl olduysa TRT ‘de Mobil reklam filminde “Mobil’e Güven, Gerisini Merak Etme Sen” sloganıyla izlemeye başladık Ferdi TAYFUR’u. Tüm Ferdi hayranları bu reklam filmini seyretmek amacıyla kendilerini evlerine atarlarlardı. Mahallemizdeki MOBİL akaryakıt tesisinde reklam filmindeki dev Ferdi resmini gördükçe sevincim kat kat artardı.
1986 yılının 15 Ekim’inde babam rahmetli olduğunda aklım başıma gelmiş, çocuksu ve saf duygulardan istemeyerek de olsa vazgeçmek zorunda kalmıştım. Çünkü evin en büyük çocuğu bendim. Annenim tabiriyle evin aynı zamanda babasıydım. 17 yaşında küçük bir baba! Acımasız hayatın çileli yollarında yıllarımız geçti. Ailemiz parçalanmıştı. Ben o tarihlerde lise öğrencisiydim. Şimdi ilçe olan, ancak o tarihlerde Yenimahalle ilçesine bağlı Kazan’da yatılı olarak öğrenim görüyordum. Biricik kız kardeşim Dilek tüm engellememe ve karşı gelmeme rağmen henüz daha çocuk yaşında, 15 yaşındayken evlendi. En küçüğümüz Hakan ise o tarihlerde 7 yaşındaydı. Annem ise 1990 yılında ikinci evliliğini yaptı ve bizler bir sığıntı misali üvey bir babanın bizler için yabancı olan evinde yaşamak zorunda kaldık. Sinemada seyrettiğim filmleri sanki yaşantımda canlı canlı oynuyordum.
Bugün elim kalem tutup şiirlerimde, yazılarımda kalbimden dökülenleri en temiz, en saf duygularımla yazabiliyorsam bunu çocukluğumdaki ve gençliğimdeki şartlara bağlıyorum. O yıllarda TRT dışında başka televizyon kanalları yoktu. Teknoloji sınırlıydı. Cep telefonu ve bilgisayar yoktu. Halk matineleri belirli günlerde ucuz olduğu için para biriktirip sinemaya giderdim. En çok da Ferdi Tayfur’un filmlerini izlerdim.
Ankara Ulus’ta bulunan Gençlik Parkı’ndaki aile çay bahçelerini gezer, hangi çay bahçesinde video oynatıyorlarsa garsona rica eder, Ferdi’nin video kasetini koydurur, televizyon ekranında seyrederdim. Film bitene kadar bir ya da iki bardak çay içerdim. Çünkü param azdı. Garsonlar da halimden anlar ses çıkarmazlardı. Parası olanlar semaverde çay içerler, çayın yanında bir şeyler yerlerdi. Burnuma nefis gözleme, etli, kıymalı pide kokuları gelir, yutkunarak ve imrenerek bakardım. Bir bardak çayı film bitene kadar gıdım gıdım içtiğiniz oldu mu? Benim oldu. Bir gerçek vardı, biz fakirdik.
Şimdi cebimde param var ama o yıllar artık yok. Ben Ferdi’nin duygu dolu şarkılarıyla, hüzün dolu filmleriyle büyüdüm. Filmlerinin konusu iyilerin kötülerle bitmek bilmeyen mücadelesiydi. Ferdi’nin filmlerdeki karakteri iyilikti, güzellikti, mertlikti, kötülüklerle savaşmaktı. Filmlerinde ne zaman canını acıttılar, haksızlığa uğrattılar, tuzak kurdular, sevdiğini elinden zorla aldılar, işte o zaman intikamını da alırdı.İyi ki o yılları yaşamışım. Yoksa ben de çoktan bozulmuştum.
Sonra herkes gibi çoluk çocuğa karıştık. Hayat şartları yıllar öncesinin o çocukça ama bir o kadar da safça duygularımızı köreltti. Hayatımızın gerçek filmini canlı canlı oynuyoruz şimdi. Ferdi Tayfur eskisi gibi yine saygı ve sevgi duyduğum bir duayen olmaya devam ediyor. Çünkü gerçek yıldızlar ve sanatçılar kolay kolay yetişmiyor. Gerek karakteri ve insanlığı ve gerekse sanatsal yönü her zaman bir numara olmaya devam ediyor.
İsteseniz de herkesi aynı ölçülerde sevemezsiniz. Sevmek bir gönül işidir ve o gönüle çok özel kişiler girer. Sevgileri gönüllerde yaşatmak, karşılık beklemeksizin sevmek, değer vermek yeryüzündeki tüm servetlerden ve her şeyden daha önemlidir. Çünkü böylesine yüce ve kutsal sevgilere hiç bir kuvvet paha biçemez.
Sözlerimi E.E. Cummings’in çok beğendiğim bir sözüyle bitiriyorum: "Seni diğerlerinden farksız kılmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş başladı mı, artık hiç bitmez!"
Vecdi Murat SOYDAN
04 Ekim 2010-Isparta
FERDİ TAYFUR’UN HAYATI:
Doğum Tarihi: 15 Kasım 1945.Gerçek adı Turan Bayburt’tur. Babasının öldürülmesi, Ferdi’nin okul hayatının başlamamasına neden oldu. 10 yaşına basan Ferdi, çiftlikte çalışarak ailesinin geçimine katkıda bulundu. Daha 17 yaşındayken şarkıcı olmak hayaliyle Adana’dan İstanbul’a geldi. O yıllarda çocuk şarkıcılara pek rağbet bulunmadığından, kendini ispatlayamayan Ferdi Tayfur, tekrar Adana’ya döndü ve çiftlikte traktör şoförlüğüne devam etti. Bütün günü Çukurova’da Pamuk taşımakla geçen Ferdi Tayfur’un gönlünde alevlenen sarkıcılık ateşi bir türlü sönmedi. Günümüze kadar albümleri 50 milyondan fazla satmıştır.
Şarkıcı ve şöhret olmak ümidiyle için için yanmaktaydı.Sonradan İstanbul’a geldi ve Saya Plak ile anlaştıktan sonra o firma için altı plak doldurdu. Ancak yaptığı 45’likler fazla satmadı ve patronu Ferdi’de gelecek görmeyerek anlaşmayı bozdu. Her defasında karşısına şanssızlık çıkmaktaydı. Abisinin bir iftira üzere hapse düştüğünü duyan Ferdi yeniden Adana’ya döndü ve çiftlikteki işlerin başına geçti. Aradan iki buçuk yıl geçmişti ki Zeren plak firmasından çağrı aldı. Yedinci 45’liği Kaderimsin büyük bir ilgi gördü. Fakat şanssızlık yine yüzünü gösterdi ve plak firması kapanmak zorunda kalınca Ferdi 4 yıl boyunca boş kaldı. Sonra Kader plak firmasıyla yaptığı Huzurum Kalmadı adlı plak istenen satışı yaptı. 1973 ve 1974 yıllarında Görsev Plak adına beş tane plak yaptı, Kir Çiçekleri, Bana Gerçekleri Söyle, Postacı, Mahkumların Duası ve Yüreğimde Yara Var.
Sonra arkadaşı İsmail Mersinli’yle El ele adında bir plak şirketi kurdu, orda çıkardığı Akşam Güneşi çok büyük oranda satış yaptı. Yalnız çeşitli olaylar yüzünden o firmayı kapatmak zorunda kaldı ve Elenor plakla anlaştı.
Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük sanatçılarından birisi oldu. Dillere düşen şarkılarını sinemada aynı isimle filme çeken Ferdi Tayfur, çok sayıda film çekti. Sarkıcılık, sinema oyunculuğunun yanısıra, yönetmenlik arzusuyla yanıp tutuşan Ferdi Tayfur, şu filmleri yönetti: Haram Oldu, İçimde Bir His Var, Ya Benimsin Ya Toprağın, Canına Okuyacağım, Sevgiler Çiçek Gibi ve Affet Allah’ım.
1982 yılında kendi adına Ferdifon Plakçılık şirketini kuran Ferdi Tayfur’un Konya’da tanıştığı bir kadından bir oğlu, evliliğinden 2 kızı ve yaklaşık 25 yıldır birlikte olduğu sinema oyuncusu Necla Nazır’dan da bir kızı bulunuyor. 2000 yılında seker hastalığı sonucu ayak parmaklarını kaybetmekten son anda kurtulan sanatçının yurtiçi ve dışında milyonlarca hayranı bulunuyor.
Yaklasik 40 kaset ve 30un üzerinde film yapan ünlü sanatçi 9 kez Altin Plak ödülü aldi. 1982 yilinda kendi adına Ferdifon Plakçılık şirketini kurdu.
FERDİ TAYFUR KENDİSİNİ ANLATIYOR :
1945 Yılında Adana’nın Hürriyet Mahallesi 381. sokakta Nezihe ablanın tek gözlü kerpiç evinde dünyaya geldim.Benden önce Tayfur isimli kardeşim varmış ve altı yaşından zehirli sıtma hastalığından kurtulamayarak ölmüş. Şimdi 4 kardeşiz. İkisi kız ikisi erkek. Benden büyük bir ağabeyim var adı Sermet. Küçüklerim ise Nafia ve Nerime, Annemin adı Şerife, babamın adı ise, Beyköylü Cumali.
<< BEYKÖYLÜ CUMALİ’NİN OĞLUYUM...>>
Sonradan annem anlatmıştı. Eğer ağabeyim Tayfur ölmeseymiş, belki de ben şimdi dünyada olmayacakmışım. Öylesine yoksul bir durumdaymışız ki, annem beni doğurmak istememiş. Aldırmayı kafasına koymuş. Ama babam kendini içkiye vermiş oğlunun ölümü nedeniyle. Ve anam da o ızdırapla beni karnında unutmuş. Zorunlu olarak doğduğum zamanda , ölen oğullarının adının önüne bir Ferdi eklenmiş, şimdiki kimliğime kavuşmuşum.
Altı yaşındayken babamı kaybettim. 29 yaşındaki ’Beyköylü Cumali ’ beni , 3 kardeşimi ve annemi terkedip göçtü bu dünyadan. Şimdi hayal meyal anımsıyorum babamı. Ve hiç aklımdan çıkmıyor o dev yapılı efsane kahramanı babam. Özlüyorum ve sık sık rahmetli annemden, henüz tanıyamadığım babamın öyküsünü dinlemek istiyorum. Ama ilk sözcüklerle birlikte ağlamaya başlıyor. Sonra pişman oluyorum annemi üzdüğüm için. ’ Dur anlatma anam ağlama söz bir daha babamı sormayacağım sana ’ diyorum.
Bir yandan hıçkırıklara boğulan anam, yine de susmak bilmiyor ve kesik kesik cümlelerle başlıyor ’ Beyköylü Cumali’nin’ öyküsünü dile getirmeye:
’ Baban toprağı olmayan, beş parasız bir köylüydü. Birbirimizi delicesine severek evlendik.Hapisten henüz çıkmıştı.Bir düğün gecesinde göz göze geldik ve beni istetti. O denli mert bir insandı ki, tüm çevre halkı ona sığınırdı. Bilekli ve yürekliydi. Zaten hapishaneye de o yüzden düşmedi mi ? Halasının kocası askerdeyken halasına bir adam musallat olmuş. Cumali’ ye haber salmış kadın. ’ Gel beni bu adamın elinden kurtar ’ diye. O da bıçağı kaptığı gibi adamın peşine düşmüş. Ve bıçaklamış. Karınca bile incitmezdi ama, namusuna da düşkündü. Namusu için dünyayı yıkardı. Tabii Jandarmalar hemen tutuklayıp hapise atıyorlar. Bir kaç yıl yatıp çıkıyor. Çıkar çıkmaz da evleniyoruz.İşte o gün bugündür de namı ’ Beyköylü Cumali’ye’ çıkıyor.
Sonra evliyken askere çağırıyorlar. Sen o zaman 4 yaşındaydın. Hatırlamazsın, baban en çok da senden ayrı kaldığına üzülerek gitti askere. Hiç unutmam sabah erkenden kalkıp seni uyandırdı ve dakikalarca sarılıp sarılıp öptü.
YOKSULLUKLA İLK TANIŞMA...
’Bu çocuğa iyi bak ileride büyük adam olacak hanım’ diyerek tahta bavulunu alıp yola koyuldu .Arkasından su döktük. Sen uykulu gözlerle babana el salladın. Neden sonra bir ağlamaya başladın ki susturabilene aşkolsun. İlle de ’ baba baba ’ diye tutturmuştun. Komşular, akrabalar güçlükle susturdular seni.
Her akşam seni ve ağabeyini alıp gezmeye götürürdü baban. Sen mi yoksa Sermet mi , bilemiyorum, geçmiş gün unutmuşum. Bir gün bir oyuncakçı dükkanında bir kamyon görmüşsünüz. Ayrılmak bilmemişsiniz dükkanın vitrininden. Çekiştirip duruyormuşsunuz babanızı ’ kamyonu al ’ diye. O gün Cumali eve geldiğinde yüzü sapsarı, gözleri öfkeden fırlayacak gibi... O dev yapılı adam adeta çocuk gibi ağlıyordu karşımda. Lanet ediyordu böyle hayata böyle yaşamaya. Sizlere o kamyonu alacak parası olmadığı için sabaha kadar uyuyamadı. Sigara üzerine sigara yaktı. Gezinip durdu odanın içinde. Bir ara yanınıza gelip ikinizi de okşadı saçlarınızdan. Ay ışığı tam Cumali’nin üzerine vurmuştu. Hani musluktan su damlar ya, işte öylece gözlerinden yaşlar damlıyordu, yanaklarınız üzerine. Sizler ise mışıl mışıl uyuyordunuz.
Bana dönüp ’ şu küçümenlere bak. Kim bilir belkide rüyalarında o kamyonu görüyorlardır şimdi. Allah belasını versin bu kahpe dünyanın. Ahh! sefil para. Rezil ettin beni be ! ’
’ Hadi yatsana artık Cumali Efendi. Yarın ola hayrola. Çocuktur onlar isterler. Ne üzüntü ediyorsun kendine’
O hala ’ Niçin, niçin ? ’ diye inliyor, haykırıyordu. Onu izlerken yüreğim parçalanıyordu.
Benim de içimi bir hüzün kaplamıştı. İnsan bazen öyle oluyor ki, yoksulluğu unutuveriyor. Sanki Allah buyruğuymuş gibi herşeye razı gösteriyor. Ama çaresizliğe düştüğün zaman da isyan ediyorsun, yumruklarını havaya kaldırıp onulmaz acını göğe doğru yükseltiyorsun.
İşte böylesi bir garipliğimiz vardı Adana’da.
Anamın nasırlı ellerini iki elimin arasına almış öpüyordum. Tanrısal bir anlam kazanmıştı yüzü. Saçlarının ak telleri gözlerinin üzerine düşmüş, tere ve yanaklarındaki ıslaklığa yapışıp kalmıştı. O anda odaya ilk kızım Tuğba girmişti. Kucağında yığınla oyuncak vardı. Getirip hepsini odanın ortasına döktü.
’ Allah bunlara yoksulluk göstermedi. Ey büyük Allah, sen ne kadar Kadirsin. Beni şu yavrularımdan ayırma’ diyerek dualar etmeye başlamıştı rahmetli anam.
O kadar büyük sarsıntı geçiriyordu ki, karşımdaki yaşlı kadın bu duruma son vermek istiyordum. Ama o bir defa başlamıştı anlatmaya. Öyküyü yarıda kesmek adeta babama ihanet gibi geliyordu. Bir süre sustu. Tuğba’nın yanına giderek onu sevip okşamaya başladı...
Dışarıda hafif bir rüzgar vardı. Perdeler bayrak gibi dalgalanıyordu. Bir sigara yakıp pencerden dışarıya bakmaya koyuldum. Deniz gülüyordu adeta. Güneş aydınlattığı için, deniz de onun coşkun bir sevinç içindeki ışıklarını yansıttığı için mutluydular. Uzaktan anamla kızıma bakıyordum. Biraz önceki o acılı yüzün nasıl sevince ve şefkate dönüştüğüne hayret ediyordum. Sürekli kucaklayıp öpüyordu babaanne torununu.
Benim için ne kadar dokunaklı ve mutlu bir tabloydu. Seyrine doyum olmaz ilahi bir gösteriydi bu candan sarılış ve öpüşler.
’Şimdi baban yaşasaydı da görebilseydi şu kızı. Ne kadar çok severdi. Ahh ! körolasıca talih. Ona o bıçağı saplayan eller, iki dünyada da rahat yüzü görmez inşallah ’ Tüm bunları söylerken dişlerinin çatırtısını duyuyordum. Geçip yerine oturdu. Eliyle işaret ederek beni yanına çağırdı rahmetli annem.
’ Ferdi gel de devam edeyim. Baban çok yiğit adamdı.’
Daha önce de dinlemiştim bunları. Artık dinlemek istemiyordum . Çünkü annemden kuşku duyuyordum. Kaygılandım. Birkaç kez önemsiz de olsa kalp rahatsızlığı geçirmişti. Ayrıca ben de çok bunalıyordum.
Çünkü biliyordum ki , öykünün en acıklı bölümü başlayacaktı. Benim de yaşadığım ve gözlerimin önünden gitmeyen babamın hazin ölüm hikayesini anlatacaktı. Kanlar içinde ve vücudu dört bir yandan bıçaklanmış babamı görür gibi oldum birden. Yüreğim sıkıldı, burkuldu. O ne olağanüstü bir manzaraydı. Ve ben o acıyı yeniden yaşayacaktım. Mecburdum buna. Annemi kırmak istemiyordum. Bağrıma taş basıp dinleyecektim. Çünkü ne de olsa anlatılan babamdı ve anlatan da canım kadar sevdiğim annemdi.
’Askere gitti baban. İzmir’deydi. Kız kardeşlerinden Nafia, o askere gider gitmez, Nerime ise daha sonra dünyaya geldi. O ne sıkıntılı günlerdi. 2 bebek ve 2 de küçük çocukla yaşam mücadelesi veriyordum. Sizleri yanıma alıp, kardeşlerinizi de sırtıma bağlayıp, pamuk tarlalarında açlışıyordum. Elime geçen birkaç kuruşu sizlere harcıyordum. Çünkü ben açlığa alışmıştım. Sizlerin yiyeceği, maması önemliydi. Baban, yıllık izine geldiğinde o da tarlalarda çalışıyor, rençperlik yapıyordu. Bütün amacı, beş on kuruş para kazanıp bana giderken bırakmaktı. Sürekli sizleri doyasıya sevememekten yakınıyordu.
Çünkü sabahları erken kalkıp kendisini tarlalara götürücek traktörlere yetişiyordu. Siz uykudayken gider, gecenin geç saatlerinde yine siz uyurken dönerdi. Hayatın bütün yükü omuzlarımıza çökmüştü sanki. Baş döndürücü bir hızla yuvarlanıp gidiyorduk bilinmedik yerlere. Hiç bir kimse de elimizden tutmuyor, dertlerimize bir çare getirmiyordu. Ama, sanki onlar bizden farklı mıydılar ? Mahallede hep birdik ve aynı yazgının tutsağıydık. Baban’la dertleşirdik gecenin geç saatlerinde. Ben yatağa uzanır, o da ayak ucuma oturup asker sigarasını yakar, elimi tutar, askerlik anılarını anlatırdı. Gün ışıyana kadar hiç uyumazdı. Beni de uyutmazdı. ’ Bizden geçti Şerife, şu çocukları bari kurtarsak’ derdi devamlı... Ama kimi nasıl kurtaracağından da hiç söz etmezdi. Çünkü onları okutacak parası yoktu. Bu da onu kahrediyordu. Zaman zaman cebinden bir cüzdan çıkartıp fotoğraflarımızı gösterirdi. Bu da olmasa şu askerlik çekilmez ’ derdi.
’ Hadi, hadi ’ derdim. ’ Askerliğe kabahat bulma. Sana yaramış. Şişmanlamışsın baksana ’ Yok be hanım. Bakma kilolu olduğuma. Kayın ağacı gibiyim. İçten içe çöküyorum .’
BU söz o kadar anlamız gelmişti ki bana. Yüzüne bakıp durdum öylece. Ne demek istemişti. Niye içten içe çöküyordu. Daha 30’unda bile değildi. Ama hiç üstelemedim.
’ Hadi yatalım artık ’ Eliyle ’ boşver’ gibilerinden bir daire çizdi havada.
’ 4 gün sonra iznim bitiyor. Canım hiç uyumak istemiyor. Sen de uyuma ne olur. Seninle konuşmayı o kadar çok özledim ki ’
’ olur ’ deyip, kendisini dinlemeye koyuldum. Hiç durmaksızın anlatıyordu. Ama hep kederli öykülerdi anlattıkları. Dertlenir, hüzünlenir, birden susar, sonra yine başlardı konuşmaya. Çoğunlukla da işi gücü çocuklardı. İstemiyordu onların da kendisi gibi acı çekmesini, Yoksul düşmesini. Ama onların da eninde sonunda aynı hayatın içinde olacaklarından emindi. Ve o zamanda Tanrı’ya yalvarıp mucize dilenirdi. Dört gecemiz de böyle gelip geçti. Yine bir sabahın ezanında çocuklar uyurken, varıp yollara düştü. Köşeyi dönene kadar da gözünü benden ayırmadı.
Babam askerde duvarcı ustasıymış. İzmir’de askeri inşaatlarda çalışıp dururmuş. Kötü yazgısı’Beyköylü Cumali’yi askerde de rahat koymamış. Birgün başına bir kaza gelmiş .Bir hastanenin inşaatında görevli iken askeri aracın arka kapısının aniden açılması ile yere düşmüş.Hemen, daha bir kaç saat öncesine kadar duvarlarında mala salladığı, koridorlarında çimento taşıdığı hastaneye kaldırmışlar. Bir koğuş bulup yatırmışlar. Yarası pek ağır değilmiş. Ama, acısı varmış omuzdan yana...
Bir hemşireyle tanışmış birgün hastanede. Genç güzel bir kızmış. Hastaneye bir Adanalı’nın geldiğini duyunca hemen ziyaretine koşmuş. O da Adanalı’ymış. Babamı görür görmez bir çığlık koparmış;
’ Aaaaa ben sizi tanıyorum ’ Beyköylü Cumali ’değil misiniz? ’ Meğerse kız babamın ününü yıllar önce duymuş.
Başlamışlar babamla sohbet etmeye.Kız ayrılmaz olmuş koğuştan. Kızın görevi aslında başka bir servisteymiş ama, gece-gündüz babama hizmet etmeğe başlamış.
Ve böylece aradan bir kaç gün geçmiş ya da geçmemiş. Kız, yine sabahın ilk ışıklarıyla birlikte koğuşa girmiş usulca. Koca koğuşta bir babam, birde öte köşede 2-3 hasta uyanıkmış. Diğerleri mışıl mışıl uyuyormuş.Ayaklarının ucuna basa basa gelip yatağın ucuna bir kuş gibi konuvermiş. Oldukça heyecanlı, telaşlı imiş. Babam hemen birşey söylemek istediğini anlamış.Ama hiç sesini çıkarmamış. Söyleyeceklerini beklemeye koyulmuş.’ Senin ününü ben çok duydum. Adana’da erkek adam olduğunu haksızın yanında yer aldığını söylerlerdi. Herhalde bana da yardım edersin değil mi ?
Ve, sonradan babamın hayatına mal olacak isteğini başlamış anlatmaya...
’ Yakında terhis oluyorsun... Hastaneden çıkmana da az bir zaman var.Bizim oralara döndüğünda falanca bir köyde bir toprak ağası vardır. O benim akrabam olur. Çocuklarının başı için ne olur ona söylede bana biraz yardım etsin. Sefaletimiz hep böyle ömür boyu sürecek mi ? Hiç bir çaresi yok mu ? bunun ’ Beyköylü Cumali ? ’
Aradan iki gün geçmiş. Babam taburcu olmuş. Hava değişimiydi, birikmiş izinlerdi derken teskere alıp Adana’ya dönmüş...
’ Ama o ne dönüş ’ diyor rahmetli anam.
Bütün mahelleli evimize toplanmıştı. Gözün aydın Şerife bacı. Hoşgeldin Cumali Gardaş diyen, sarılıp öpüyordu babanı. Bir efsane kahramanı gibi karşılanmıştı baban. ’
’ Hele sen yok muydun. Babanı bir an olsun yalnız bırakmıyordun. O kalabalığın arasında Cumali’nin pantolonuna yapışıp nereye gitse sen de ardından sürükleniyordun.’
Ahh.. Anam ne çok da acı çekmiş hayatta. Bütün bunları anlattırken hala o günlerin anılarıyla yüklüydü. Öylesine yoğun yaşıyordu o yıllar öncesini ve gençlik dönemlerini. Gözlerim bir ara anamın komidinin üstündeki resimlere takılıyor. Ne kadar da değişmiş.Tazeliğinden ve coşkulu bakışlarından hiç bir iz kalmamış.Vücudu çökmüş, kamburu çıkmış, saçları ağarmış bir kadın artık o...
Şimdi, hayatın bir sırrı gibi karşımda duruyor. Ben bunları düşünürken, annem babamın askerden geliş günlerini özetlemeye devam ediyor.
’ Geldiğinin ilk haftasında benden çiğ köfte istedi. Biraz da para bırakıp: Sen hazırlığı yapadur, ben eti getiririm dedi. Sonra da çıkıp gitti. Eski arkadaşlarını görecekmiş. Ben sofrayı hazırladım. Yeşillikleri masaya yerleştirdim. Cumali’yi beklemeye başladım. Hayli geç olmasına rağmen ortalıkta yoktu. Sözde erken gelecekti de bana çiğ köftelik et getirecekti. Söylenmeye başladım. Ne gelen var ne giden. Beni aldı bir merak. Çünkü hiç böyle yapmaz,söz verdi mi saatinde evinde olurdu...
Sizlere bir kaç lokma yedirip yatırdım. Gece tüm sessizliğiyle Adana’ya çökmüş, sokaklar boşalmıştı. Kulağım kapıdaydı. Bir tıkırtı duysam hemen kalkıp bakıyordum. Meğerse ben endişe içinde babanı beklerken o da ölümü kucaklamaya gidiyormuş. Ahh, bilseydim bırakır mıydım onu. Önüne geçer, ayaklarına kapanır, kapı eşiğinden dışarı komazdım. Sonradan öğrendim ki eski bir arkadaşına rastlamış. Arap Ahmet diye biri. Ben de tanırım. Çok severdi babanı. Babanı yemeğe davet etmiş. O da kıramamış. Gitmişler bir yere, yiyip içmişler. Sonra da yanlarına 2 arkadaşını alıp bir pavyona gitmişler.
İşte o pavyon babanın sonu oldu oğlum. Pavyonda o hemşire kızın bahsettiği ağaya rastgelmiş.Sekiz on kişilik bir mahiyeti varmış adamın masasında. Baban kalabalık masaya gitmenin ayıp olacağını düşünerek garsonla ağaya haber salmış.
’ Gelsin de hele kendisi ile bir konuyu görüşeceğim. Rica ettiğimi söylemeyi unutma ’
Garsonun haberi üzerine ağa memnuniyetle kalkıp gelmiş babamın yanına... Tanış çıkmışlar. Sarılıp öpüşmüşler. Biraz muhabbetten sonra Cumali, konuyu kendisine açmış. Kulağına eğilip akrabasının ricasını fısıldamış. Ağa teşekkür etmiş ilgileneceğini söylemiş. Sonra da izin isteyip masadan ayrılmış. Yerine döndüğünde arkadaşlarına hiç birşey söylememiş.
’Ağam niye kalkıp gittin o masaya. Ne oldu? Senden ne istediler ? ’ diye soranlara da hiç yanıt vermemiş.
’ Yok bir şey, benim özel meselem. Siz karışmayın.’ Suskunluk içinde içmeğe devam etmiş ağa ve adamları. Ama, ağanın çakallarının içine bir kurt düşmüş. Snmışlar ki Cumali, ağadan haraç istiyor. Kinlenmeye öfkelenmeye başlamışlar için için. Neden sonra baban tuvalete gitmiş. Bunu gören çakallar, birer ikişer Cumali’nin arkasından gitmeye başlamışlar.
Ve etrafını sarmışlar. İlk anda şaşırmış baban. İtişip kakışma olmuş aralarında. Uzun boylu, atlet yapılıydı Cumali. Çekirge gibi de çevik. Vurduğunu yere sermiş. Biri silahını çekip yanlışlıkla arkadaşını yaralamış.Silah sesi pavyonu birbirine katmış. Babanın arkadaşlarından sadece Arap Ahmet kalmış. Karşı taraftan da çoğu kaçmış. Arap Ahmet, gidip babanın ellerine sıkı sıkıya sarılmış.
’ Yapma Cumali. Askerden yeni geldin. Daha çoluk çocuk doyamadı sana. Elinden bir kaza çıkacak. Gel gidelim burdan.’
Arap Ahmet, Tam babanı dışarıya çıkaracağı zaman bunu fırsat bilen çakallardan biri başlamış babana bıçak sallamağa. Sol böğründen yaralanıp yere kanlar içinde düşmüş...
Sonra alıp hastaneye kaldırmışlar babanı. Taşıdıkları otomobilin içi kan gölü halindeymiş. Nöbetçi doktor hemen koşup ilk müdaheleyi yapmış. şafak sökmek üzereymiş.Güneş doğuyormuş Adana’nın üstüne. Gökyüzü masmavi pırıltılar içinde yeni bir gün başlıyormuş. Ve babam hastanede durmaksızın kan keybediyormuş.
Adana’nın bir köşesinde bir insan ölümle pençeleşirken diğer bir köşesinde de başka bir dram oynanıyormuş. Annem ağlamaklı gözlerle yollara düşmüş: Yanında da ben. Konuya komşuya, önüne her çıkana, babamı sormağa başlamış. O sırada karşıdan koşmakta olan Deveci Mehmet’e rastlamış.
’ Ben de size geliyordum bacı. Cumali biraz rahatsızlandı da kendisini hastaneye yatırdık.
Merak etme bacım. Sizi götürmeğe geldim demiş.’ kesik kesik sözcüklerle, kısık bir sesle.
Anam daha da meraklanmış. Olduğu yerde sarsılmış.
Hemen bir faytona atlayıp gitmişiz hastanenin kapısına.
Kadınsı önsezilerle olayın çok önemli olduğunu anlamış anam.
Ama, dev gibi kocasına da fena şeyler kondurmak istemiyormuş. Beni aşağıda bırakıp onlar odaya çıkmışlar. Hayli kalabalıkmış babamın yanı. Duyan gelmiş. Babamı vuran adam da bir intikama kurban gitmemek için gidip polise sığınmış. Arkadaşlarıyla da haber salmış:
’ Ben ettim, o etmesin. Sarhoştum beni bağışlasın’ diye.
Ama, babamın konuşacak hali bile yokmuş. Altı gün boyunca inleyip durmuş. Karısını , beni ve 3 çocuğunu sayıklayıp durmuş geceler boyu. Son gecesinde hep dualar etmiş Tanrı’ya. Bir yudum su istemiş anamdan. Kendine gelir gibi olmuş. Anamın eline sarılıp: ’ Aman çocuklara birşey hissettirme. Onlar daha çok küçük. O minik dünyalarına kan ve göz yaşı sokmayalım.’ demiş.
Anam biden sevinmiş babamın iyiye giden bu durumuna.Başını iki elinin arasına alıp, bir kaç lokma birşeler yedirmek için. Kısa bir süre gözlerini tavana dikip, ellerini anama dolamış. ’ Beni terketme Şerife ’ gibilerinden. 1 saatlik bir sessizlikten sonra ruhunu teslim etmiş. O gözler bir daha açılmamacasına kapanmış.
Babamın ölümüyle birlikte çileli günlerimiz de başlıyordu. Genç yaşta ve 4 çocukla dul kalmıştı anam.
Önceleri bizi evlatlık verecek birilerini aradı.Ama kimse sahip çıkmadı bize. Akrabalarımız, hısımlarımız vardı. Fakat onların durumuda iyi değildi. Aradan kısa bir süre sonra bir çiftliğe gittiğimizi anımsıyorum. Orada annem pamuk tarlalarında çalışıyor ırgatlık yaparak bize ekmek parası kazanıyordu. Ama sadece ekmek parası. Çünkü ağalar çok az para veriyorlardı.
Çukurovanın bir poyrazı vardır. Estimi yakar insanı. 3 gün kaldınız mı o pamuk tarlalarında simsiyah birşey olur çıkarsınız. Hele bir de güneşliyse hava, çalışmak insan için ızdırap olur . İşte, bu koşullar altında sabahın erken saatlerinden başlayıp, gün batımına kadar çalışıyordu annem çiftlikte. Biz de orada burada oynayıp duruyorduk. Ortalıkta görünmemiz yasaklanmıştı bize. Çünkü, çiftlik sahibi adam ayak altında dolaşan çocuklardan hoşlanmazdı. Zavallı anam bir yandan toprakla boğuşurken öte yandan da bizimle ilgilenmeye çalışırdı. Çok onurlu bir kadındı. Kesinlikle bizlere bir laf gelmesini ve incinmemizi istemez, yan gözle bakılmasını dahi hoş görmezdi. Hemen dikiliverirdi her kimse, onun karşısına.Bunu bildiğimiz için, babamın arkadaşları tarafından yönetilen çiftlikte , Sermet ile birlikte yaramazlık yapmamaya çaba gösterirdik. Ama, diğer 2 kız kardeşim henüz çocuk sayılacak yaştaydılar. Söz dinlemiyorlardı ve işin vehametinden habersizdiler. Çiftlik sahibi adamın gözüne batacak hareket yapacak olsak biliyorduk ki, aç kaldığımızın resmidir. Bir daha da nerde iş bulup çalışacak anam... Ve günler böyle geçip gidiyordu. Akşamları çiftliğin avlusundaki çadırda kalıyorduk. Kuru ekmek yiyor, çorba içiyor, kırk yılın başında da bulgur pilavına kaşık sallıyorduk.
Üstümüz başımız perişandı. Yılkı atları gibi, başıboş büyüyorduk. Yaşıtlarımız okula gidip alfebe öğrenirken kendilerine bir gelecek hazırlarken, biz, Türkiye’nin yığınlarca yoksul ve çaresiz insanlarından sadece birkaçı olarak soluk alıp vermekle yetiniyorduk.
O zamanlar kaç yaşındaydım bilemiyorum. Ama artık herşeyi kavrayacak , çözecek dönemlerim başlamıştı. Çiftlik bekçisi Siverekli Şehmuz, anneme talip oldu. Araya babamın arkadaşlarını katarak ’ Şerife ile evlenmek istiyorum. Acaba bana varır mı ? ’ diye sordurttu. Tek başına bu yükü taşıyamayacağını anlayan anam kabul etti...
Ve günün birinde sessiz bir törenle evlendiler.
Artık bir babalığımız vardı evde. Namuslu, efendi, bizi seven biri. En önemlisi de babama saygılı bir genç adamdı Siverekli Şehmuz. Pamuk toplama zamanı bitince o da işini bıraktı. Tekrar Adana’ya evimize döndük. Sonradan kulağımıza geldi ki, amcalarım bu gerçeği kabullenememişler bir türlü.Anneme öfke saçıp durmuşlar için için. Annemin evliliğini bahane eden amcalarım bizden ellerini eteklerini çektiler. Sanki annem evlenmeseymiş, bizi kanatları altına alıp okutacaklar, bize yardım edeceklermiş gibi. Bu evliliği bize kalkan gibi kullanıp durdular amcalarım. Tabii bir lokma yiyeceğe bile ihtiyacımız vardı ama, hiçbir kimseye el açmış değildik ve açmıyorduk da. Gündüzleri bize karşı neşeli görünen anam, geceleri yatağına kapanıp ağlardı. Ben de uyumaz, anamın göz yaşlarının dinmesini beklerdim. Yüreğim ızdırapla dolardı o anlar. Anam ağlarken nasıl uyuyabilirdim? İçim rahat etmezdi ki. Bitip tükenmez bir gariplik içindeydik. Ve daha sonraki yıllarda da o garipliğimizi köyden köye, çiftlikten , tarlaya taşıyıp durduk.
Babalığım aslında kasaptı. Adana’ya geldiğimizde kente bir türlü uyum sağlayamadı. Yabancılık çekti kent insanına. Çiftlikte, kendi başına hayat süren ve özgür olan babalığım, Adana’nın yoğun yaşamına ayak uyduramadı.Başında birde bakmakla yükümlü olduğu dört çocuk ve bir de kadın olmasına karşın ’ Biz kimseye muhtaç olmadan da yaşarız’ deyip duruyordu.
Henüz işsizdi babalığım. Kimsenin kapısını çalıp da iş istemeyi gururuna yediremiyordu. Bu yalnız onun özelliği değildi. Anadolu insanının, yüzyıllar ötesinden sürüklediği bir onur anlayışıydı. Zaman zaman annemle tartıştıklarına tanık oluyordum iş konusunda.
’ Şehmuz, hep böyle mi yaşayacağız. Çalışmak ayıp değil ki ’ dedikçe, babalığıma bir sıkıntı basar, yüzü terden sırılsıklam olur ve anamın yüzüne öfkeli öfkeli bakardı.
’ Yeter hanım yeter. Kimin kapısına gidip el açayım. Hepsi kovar beni. Param mı var ki, dükkan açayım. Bu yaştan sonra ele güne rezil etme beni ne olur. ’
Bu tartışmalardan sonra anam beni yanına alır, sanki bir kötülükten koruyacakmışcasına sıkı sıkıya sarardı. Başını, başıma yaslar, öylece sallardı beni.
’ Baban sana o kadar çok güveniyordu ki seni okutmak için ceketimi satar yine onu okula yollarım diyordu. Senin okuyup paşa olmanı isterdi Ferdi’ciğim, içimde öyle bir his var ki sanki, sen bir başka insan olup çıkacaksın içimizden. Allahım ne olur beni yalancı çıkarma yanıltma. Şu oğlana bari mutluluk ver. O rahat yüzü görsün’
Söylediklerinden hiç birşey anlamazdım anamın. Susar, onu dinler, bazen de sıkılırdım. Mutluluğun ne olduğundan bile uzaktım. Nasıl bir rahat yüzü görecektim. O rahat yüzü dediğimiz bir insan mıydı, canlı mıydı, yiyecek, içecek bir şey miydi? Sözler ve düşler artık karnımı doyurmuyordu ki. Bildiğim tek şey, yağmurun yağdığı, güneşin sabah doğup akşam üzeri kaybolduğu, kimi insanların zengin, kimilerinin de yoksul olduğuydu. Ve ben de yoksuldum, işsizdim, cahildim, neyin ne olduğunu algılamaktan dahi uzaktım.
Neden sonra babalığım bir iş buldu. Kentin dışında kaçak olarak dana keser, mahalle mahalle, sokak sokak dolaşarak et satardı. Bu işe annem ve Sermet de yardım ederdi. Ben uyandığımda evde kimsecikler olmazdı. Tabii iki kız kardeşimin dışında. Daha sonraları Sermet, işi simit satmaya dönüştürdü. Babalığımdan günde 5 lira sermaye alır, doğruca simit fırınına giderek, sepetini simitlerle doldururdu. Akşamları da döndüğünde bana günlük olayları anlatırdı.
Simitleri okulların önünde sattığını söyler, talebelerin bazen kendisi ile eğlendiğinden bahseder ve o günün kazancını avuçlarının içinde, sanki büyük bir servetmiş gibi herkesten gizleyip dururdu. Eğer o günü kazançlı gitmişse ve canını sıkacak bir olay olmamışsa, çıkarıp bana beş on kuruş para verirdi. O beş on kuruş bugüne kadar kazandığım milyonlardan çok daha değerliydi. Ağabeyimin canını dişine takarak kazandığı ekmeğini alın teriyle ıslattığı günlere aitti çünkü. Parayı aldığım gibi doğruca bakkala koşar, şeker alırdım. Şeker ağzımda erirken de sevincimden, evde kim varsa onlara koşar sarılırdım. O küçük şekerlerin lezzetini sabaha kadar damağımda taşırdım. Ağız tadıyla güzel bir uyku çekerdim.
Yıllar geçiyordu. On yaşına basmıştım. Benim de çalışmam gerekiyordu. Eve katkıda bulunma zamanım gelmişti. Kahvelerde, çarşılarda, otobüs terminallerinde çakmak taşları satmaya başladım. Bunun bir meslek olmadığını biliyordum ama , hiç olmazsa kendi harçlığımı çıkmarmak için de zorunluydum.
Sonra babalığımın bulduğu bir işe girdim. Bir şekerci dükkanında çıraklık yapıyordum. Haftada beş lira veriyordu patronum. On yaşındaydım ama, ne okumam vardı, ne yazmam. Birgün, bizim dükkana şeker çuvallarını taşımakta olan bir hamal, bana dönerek ’ şu taksiyi görüyor musun ? Plakasında Adana yazıyor’ dedi. İşte ilk alfabem de sadece bu Adana sözcüğünden oluştu. Ve o hamal daha sonraları her ikimizin de boş kaldığı zamanlarda bana okuma yazma öğretmeye başladı. Eline kağıdı kalemi alıyor, hangi harfin ne şekilde yazıldığını, defalarca tekrar ederek ezberletmeye çalışıyordu. Kısa bir süre sonra da okuma- yazmayı söker olmuştum. Ailemin ilk ve tek okur- yazar çocuğu bendim o anda. Annem sevinç içindeydi. Ağabeyim onur duyuyordu benimle. Eskiden olduğu gibi bana şeker, karamela yerine kalem, kağıt armağan ediyorlardı.
Benim bu okuma- yazma olayım ailede düzeni de getirmişti. Evimize gazete giriyor, sabahları başta annem olmak üzere hemen çevremi sarıyorlardı. Günün haberlerini benden öğreniyolardı. Annem gazetede ilginç resimler görünce, kolumdan dürterek ’ Hele şunu da okusana oğlum. Ne diyor. Bir öğrenelim. ’ diyordu. Ben de zor zor okumaya çalışıyordum. Tabii bazı bilmediğim sözcükler geçiyordu. Onları da bir zeka kıvraklığıyla, çocuksu bir uyanıklıkla geçiştirmeye çalışıyordum. Sonra da içimden gülüyordum. ’ Aldattım ’ diye. Evimizde o eski yoksul günler pek kalmamıştı. Babalığım çalışıyor, ağabeyimin eli ekmek tutmuş ve ben de kendi masraflarımı çıkarır olmuştum. Hayat gülümsemeye başlamıştı. Artık yağmur pencerenin kırık camından içeriye süzülmüyordu. Gece yarısı karnımız acıktığında birbirimizin yüzüne bakıp, yazgımıza boyun eğmiyorduk. Ve artık gözlerimiz ışıltılı vitrinlere takılıp kalmıyordu.
İLK AŞKIM...
15 yaşındaydım. Artık tek bir pencereden bakmıyordum dünyaya. Birden fazla pencerelerim olmuştu. Ve her pencerden ayrı bir tablo izliyordum. Her geçen gün biraz daha bağışıklık kazanıyordum yaşamın güçlüklerine ve acılarına. Büyük bir olgunlukla karşılıyordum yazgımı ve yagımızı. Hiç bir hayat yeniden yaşanmıyor ve hiç bir yarın bugünden belli olmuyordu.
İnsanoğlu, sürekli olarak kendini olağanüstü bir takım duygulara ve olaylara karşı hazır tutmalıydı. Çünkü alışagelmiş ve monotonlaşmış bir hayat, birden öylesine değişime uğruyordu ki, kendi bile şaşırıyordu.
İşte beni de şaşırtan ve halen izini üzerimde taşıdığım bir olay geldi başıma, 15 yaşındayken...
Nerden bilebilirdim, o gecenin bende bu denli ruh sarsıntısına yol açacağını? Oysa o gecenin diğer gecelerden bir farkı yoktu. Gökyüzü yine yıldızlarla doluydu ve Adana yine her zamanki sessiz karanlığına bürünmüştü
Bir düğün gecesiydi. Adana’ya yakın bir mesafede bir köyde yapılıyordu düğün. Ben de çağırıldım. Önceleri gitmek istemedim. Bir tek takım elbisem vardı ve o da hem ütüsüz hem de kirliydi. O kıyafetle gitmek delikanlılık onuruma dokunmuştu. Ama canım da öylesine çekiyordu ki. Fakat yapabileceğim birşey yoktu. Gün batmak üzereydi. Ya o elbiseyi giyip gidecektim, ya da kalacaktım. Hemen o anda aklıma bir sokak aşağımızda oturan ahbaplar geldi. Onların kömürlü bir ütüleri vardı. Koşarak gidip kapılarını çaldım. Şanssızlık bu ya, onlar da evde yoktu. Uzun bir süre kapılarının önünden ayrılmadım. Her zili çalışımda biraz daha ümitleniyor, kapı açıldı, açılacak diye heycandan içim içime sığmıyordu.
Fakat gerçekten yoklardı evde.Çaresiz bir şekilde evime döndüm. Sanki 15 yılımın en büyük darbesini yemiş gibi bir yıkıntı içindeydim. Yüreğimde alevlenen küçük pırıltı da sönüvermişti, bir anda. Küfürler dolusu, öfke yüklü bir halde eve girdim ve elbisemi giyip yola çıktım. Güneş batmıştı. Akşam çökmüştü her tarafa . Bir türkü tutturmuş, ana caddeye doğru yol alıyordum. Hava o kadar güzeldi ki, hiçbir araca binmek istemedim. Yürümeye başladım köye doğru. Uzaktan varmakta olduğum köyün, tek tük ışıkları görünüyordu.Bir saate yakın bir zamandan sonra biraz da yorgun olarak köy düğününün yapıldığı meydana geldim.Davullar çalıyor, silahlar gökyüzünü kurşun yağmuruna tutuyordu. Meğerse sevdalanmaya gelmişim bu bir saatlik yoldan buralara kadar. Ve işte ilk aşkımın öyküsü...
Köyün öğretmenine aşık oldum o gece. 20 yaşında, esmer, uzun boylu bir kızdı. Ne adını biliyordum, ne de herhangi bir özelliğini . Ansızın ola gelmişti her şey. Gözlerimiz düğümlenmişti adeta. Sürekli birbirimizi izliyorduk. İçimde bir korku belirmeye başlamıştı. ’ Evliyse yada bir belalı arkadaşı varsa?’ diye kuşkulanıyordum. Aynı heyecanı onun da gözlerinde görmeye başladım. Kim bilir o da benden çekiniyordu. Neden sonra gülümsemeye başladı. Titriyordum. Gözlerime inanamıyordum. Bütün cesaretimi toplayıp, yanına gittim. Konuşmaya başladık. Köy halkı, içkiden artık iyice kendinden geçmiş durumdaydı. Kimsenin kimseyle uğraşacak hali yoktu. Adını söyledi. Öğretmenlik yaptığını anlattı. Sandalyede oturuyordu. Yanına çömelerek ’ sizi hergün görmek istiyorum. Buna izin verir misiniz ? diye sordum.
’ Siz onca yolu göze alıyorsanız buyrun ’ dedi.
O gece gözüme dirhem uyku girmedi. Hep, şimdi adını anımsayamadığım o güzel gözlü, masum yüzlü kızı düşünüp durdum. Sonraki günlerde gizli gizli buluşmaya başladık. 15 yıllık hayatım ona o kadar ilginç gelmişti ki bir arada olduğumuz saatlerde hep beni konuştururdu, ben de zevkle, herşeyimi en ince ayrıntısına kadar ona anlatıyordum. Hüzünleniyordu. Zaman zaman beni avutuyor, yüreklendiriyordu. O kadar sevecen bir kişiydi ki... Sanki insanlığın tüm alınyazısını kendisine dert edinmişti. O zaman, gözlerimden yuvarlanmaya başlayan iri iri gözyaşları, yüreğimde çoktandır biriken kinleri, aptallıkları ve çamuru silip götürüyordu...
Karanlıkta, uçsuz bucaksız pamuk tarlalarının ortasında, dudağımı dudağına yapıştırıp bir süre öylece kalırdık. Ay ışığının yansıdığı pamuk tomurcukları , bu öpüşlere anlatılmaz bir sihir kazandırırdı. Bir düş içindeydim sanki. Fakat herşey o kadar gerçek ki... Aradan haftalar geçmişti. Hemen hemen her gece beraber oluyorduk.
Yine gecelerden bir geceydi. Beyaz kerpiçli okulun tek ışıklı odasının penceresine yanaştım. Camı tıkırdattım. Pencereyi açıp beni görünce öfkeden çıldıracak gibi oldu. Şaşırmıştım. Şaka yapıyor sanmıştım, bu saatte ne işimin olduğunu sordu. Sustum. Eliyle işaretler yapıp gitmemi söyledi.
’ Sana gelmeyeyim mi istiyorsun yoksa ’
Bu soru üzerine pencereyi açıp avazı çıktığı kadar bağırdı bana. Kovulmuştum. Hemen dönüp gitmeyi gururuma yediremiyordum. Öylece kalakaldım bir süre. Ve çöküntü dolu bir yürekle, ağır adımlarla uzaklaşmaya başladım. Anladım ki, ben onun için sadece geçici bir hevestim. Belki de bir eğlence. Çünkü tahsil derecem sıfırdı ve ekonomik durumum da kötünün de kötüsüydü. O geceyi bir felaket gecesi olarak bugün bile anımsarım. Yolda yürürken düşüncelerim ve değer yargılarım allak bullak olmuştu. Kalbimi ayaklarımın altına alarak önünde diz çöktüğüm ilk kız beni yaralamıştı. İlk çöküşüm, ilk ızdırabımdı o aşk.Çok sonra aynı kızı Adana’da gördüm. İlk anda irkildim.
Adımlarım çakılmışcasına olduğum yere mıhlanıp kaldım. O da beni görmüştü. Yalnızdı. Kendisini tanıdığım o düğün gecesindeki ilk tebessümüyle bana baktığını farkettim. Adana’ya yağmur yağıyordu.
Saçları sırılsıklam olmuştu. İnsanlar saçak altlarına sığınmış yağmurun dinmesini bekliyorlardı. O anda hayli süredir içimde hissettiğim kin ve öfkem silinip gitti ve sevgiye dönüştü. Yanına yaklaşıp kolundan tutarak hemen oradaki mağazanın içine soktum.
’ Ne olur hiç bir kötü söz söyleme ’ deyiverdi. birden
’ Hayır. Ne münasebet, seni öylesine çok özledim ki...
demek insan sevdiğini unutamıyormuş.’
’ Nasılsın ? ’
’ Bildiğin gibi. Eski öykü sürüp gidiyor. Değişen bir şey yok. ’
Yüreğim onulmaz acılarla çarpıyordu. İnsanlar geçiyordu yanımızdan: Omuzlarını vurarak, sağımızdan solumuzdan ve ikimizi bölerek ortamızdan geçen insanlar. Kederli yüzlü, gülen ve umursamaz insanlar. Hayat her yürekte, bir ayrı hüküm sürüyordu.
’ Gitmem gerek, köye giden bir otobüs var, onu kaçırmayayım.’
’ Yağmur yağıyor. İstersen dinmesini bekle. Gecikirsen ben seni bırakırım ’
Sadece elini uzattı. Hiç bir yanıt vermedi ’ Allahaısmarladık’ bile demeden uzaklaşıp gitti. Ellerinin ellerime değdiği son andı o. Yağmur gittikçe hızını arttırıyordu. Gidiş o gidiş oldu. Ve bir daha hiçbir zaman göremedim onu. Dilerim içinde taşıdığı sırrın, acıklı bir öykü ile ilgisi yoktur.
’ İLK SINAV, İLK BAŞARIM ’
Şekerci dükkanını bırakıp, eniştemin traktör atölyesinde çalışmaya başladım. Çok dürüst bir insandı eniştem... Tamir ettiği traktörler saat gibi çalışır ve yıllar boyu sahibinden bir yakınma gelmezdi. Ama bu dürüst davranışı,ona pahalıya mal oldu. Dükkanını kapatmak zorunda kaldı. Çünkü, diğer tamircilerin yöntemiyle çalışmıyordu. Onlar herhangi bir arızayı tam olarak onarmıyorlar, böylece müşterilerinin yeniden kendilerine gelmesini sağlıyorlardı. Tabii dükkanın kapanmasıyla birlikte ben de yeniden işsiz kaldım. Eniştem kendi sorunlarından çok benim işsiz kalmama üzülüyordu. Ama bu üzüntü çok fazla sürmedi. Bir çiftlik ağası kendisini ustabaşı olarak yanına aldı. Beni de götürdü eniştem. Ordaki görevim Çiftlikte çalışanlara traktörle yemek taşımaktı. Böylece ilk kez direksiyon başına geçmiş oluyordum.
Benim için yeni bir dünya başlamıştı. Günde 3 defa traktörüme biniyor ve çiftliğin dört bir köşesine giderek, çalışanlara yemek dağıtıyordum. Yanık türküler tutturuyordum direksiyon başında. Sesim, motorun sesine karışıp, uçsuz bucaksız Adana ovalarında derin yankılar yapıyordu. Sevdalarımı, acılarımı, özlemlerimi hep bu türkülerde dile getiriyordum. Zaman zaman uğulduyan rüzgar, türküleri hiç tanımadığım, bilmediğim insanların kulaklarına kadar iletiyordu. Çiftliğe komşu olan köylüler bazen gelip beni dinlemekten büyük zevk alıyorlardı. Traktörle yanından geçtiğim ırgatlar, başlarını yukarıya kaldırıp, ellerindeki işleri bırakıp, beni dinlemeye koyulurlardı. Onların bu ilgisi ben daha da yüreklendiriyor, sesime daha çok anlam kazandırıyordu. Akşam olup da, herkes yorgun ve bitkin halde yatağına uzandığında, konuları hep ben olurdum. Çalışanların çoğu yoksuldu ve bir lokma ekmek parası için yollara düşmüşlerdi. Aralarında genci de vardı, yaşlısı da. Ve hepsinin de öyküsü aşağı yukarı aynı olduğu gibi, düşleri özlemleri de ortaktı.
Ne acıdır ki, o koşullar altında doğan insanlar, maalesef yine o koşullar altında yaşamını sürdürmeğe mahkumdu bizim toplulumumuzda. Tabii benim gibi istisnalar hariç...
’ Bu çocuğun sesi ne kadar güzel... ’
’ Bu Ferdi, galiba ses sanatçısı olacak... ’
’ Hadi, şu sesin sayesinde sen bari hayatını kurtar’ gibi sözlerle benim onurumu okşar, bana moral verirlerdi. Ben de o gece tüm bu övgülerin etkisiyle sabaha kadar uyuyamaz, nice pembe dünyalar, düşler kurardım. Ve bu düşlerden silkinmem ancak güneşin bir altın nehir gibi odama uzanmasıyla olurdu. İşte o zaman, gerçek beni bir ahtapotun kolları gibi sarar ve hayata küskünlüğüm yeniden başlardı. Henüz hiçbir şey olmadığımı ve şu anda sadece basit bir toprak işçisi olduğumu tüm acımasızlığıyla kavrardım...
Birgün çiftlikte çalışırken bir gazete parçası elime geçti. Adana’da yayınlanan bir yerel gazetenin sayfasıydı bu. Adana’da yeni kurulan Adana radyosu için bir yarışma yapılacağını yazıyordu. Yarışma müzik dalındaydı. Büyük bir heyecan dalgsı sardı içimi. Sıcak duygular birden tüm benliğimi içine aldı. Çiftlik kahyasından izin isteyerek hemen Adana’nın yollarına düştüm. Doğru, radyoevine giderek yarışmanın koşullarını öğrendim. O zamanlar 17 yaşındaydım. Kayıt parası olarak 15 Lira istediler. Parayı yatırdım ve hemen çiftliğe döndüm.
Yarışma günü geldiğinde, heyecanım artık doruk noktasındaydı. Çünkü, işin içinde bir de alay konusu olmak vardı. ’ Ya kazanamazsam ben ele güne ne derim ’ diye kara kara düşünüp duruyordum.
Çünkü o kadar övgüler ve güzellemeler yağdırıyorlardı ki, adeta zorunlu hissediyordum kendimi başarılı kılmaya.
Ve nihayet, sabahtan beri beklediğim salonda, benim adım anons edilerek, yarışmanın yapıldığı stüdyoya çağırdılar. Masa başında kravatlı, heybetli ve kolalı gömlekli adamlar oturmuş beni süzüyorlardı. İnsanlara karşı verceğim ilk sınav olduğu için ne yapılacağını, nasıl davranılacağını bilememenin çaresizliği içerisindeydim. Bu konuda okul deneyimim bile yoktu... İlk anda ürkütücü geldi o adamlar, o oda bana.
Masadaki adamlardan biri sert bir dille, kapıyı kapatmamı söyledi. Arkamı dönüp kapıyı ittim. ’ İyi kapat, iyi kapat oğlum . Mandalını çevir.’ Adeta, yeniden kükredi aynı adam.
İyice sersemlemiş elim ayağıma dolanmıştı. Kapının mandalını çevirdim ve köşeye büzülürek, suçlu bir çocuk edası ile beklemeye başladım. Sanki kendi isteğimle yarışmaya gelmiş gibi değil de, büyük bir suç işleyip yargıcın önüne yakalanıp getirilmiş bir hükümlü gibiydim...
Yarışma başlamıştı...
Mikrofon başına geçip arkamda sazlar olduğu halde yarışma türkümü söylemeye başladım. Ahmet Sezgin’in ’ Küp içinde ayran’ adlı türküsünü seslendiriyordum. Söylerken gözlerimi kapamıştım. Çünkü adım okunmadan biraz önce yine benim gibi bir yarışmacıdan böyle bir öğüt almıştım.
’ Gözlerini kapa ve kendini yalnızmış gibi hisset’ demişti. İsmini dahi bilmediğim bu arkadaşımın öğüdü oldukça yararlı olmuştu. Türkümü bitirdim ve jüriyi başımla selamladım ve salonu terkettim...
Sonuçları bir hafta sonra açıklayacaklarını söylediler. Tabii o bir haftanın nasıl geçtiğini tahmin edersiniz sanırım.
Danışmadaki görevli, sonuçların evlere bildirileceğini söylemişti. Ama, nerede bende o sabır. Bir hafta geçtikten sonra, doğru radyoevine giderek sonucu almak istedim. Önceleri söylemek istemediler. Ama, ben öylesine direttim ki, beni bir kat yukarıya çıkartıp aldığım puanı söylemek zorunda kaldılar.
100 üzerinden 93 puanla ikinci olmuştum. Sevincimden havaya zıpladığımı ve avazım çıktığı kadar bağırdığımı anımsıyorum. İlk sınavım ve ilk başarımdı bu benim. Sokağa çıktığımda, insanlara sevgi doluydum. herkesi, tüm dünyayı ortak etmek istiyordum bu yoğun mutluluğuma. Anam geldi gözlerimin önüne birden. Ona müjdeyi nasıl vereceğimi düşünerek ve koşarak evime geldim. Benim için en büyük ve tek varlıktı anam. Babamın mirası, bana hayat veren kadındı o. Ellerine sarılıp, bir yandan ağlıyor, bir yandan da başarımı kesik kesik cümlelerle müjdeliyordum. Anam da ağlıyordu. ’ Yavrum benim... Aslan oğlum benim...’ diyerek yanaklarımdan, saçlarımdan öpüp duruyordu.
’ Ahh... Keşke baban da sağ olsaydı da bugünleri görseydi. Ruhunu şadettin onun da Ferdi’ciğim ’ diyordu.
Babamın sözü geçince, sevincim birden buruk bir duyguya dönüştü. ’ Beyköylü Cumali’yi anımsadım. Hiçbir zaman gözlerimin önünden gitmeyen silüetini, tüm görkemiyle yeniden görür gibi oldum. Sanki birazdan kapı çalınıp içeri girecek, beni kucaklayacakmış gibi bir duyguya kapıldım. Ve o kadar inandım ki, bu duyguya, kapının eşiğinde onu beklemeğe başladım. Ama çok uzaklardaydı artık babam. Ölümsüz bir adından gayrı, geriye hiçbir şeyi kalmamıştı. Babam... Babacığım benim... Ölüm, ne kadar da erken ve zamansız gelmişti ona. Aradan o kadar zaman geçmesine rağmen , hala onun özlemi içindeydim ve onun kişiliği ile doluydum.
Adana radyosuna gidip gelmeğe başladım. Nedense bir türlü bağlamacı ağabeylerim bana fırsat tanımıyorlardı. Bu arada babalığım da beni bu işten alıkoymak için elinden geleni yapıyordu. ’ Bu gidişle sen hiçbir kazmaya sap olamazsın. Gel bu işten bir an önce vazgeç ’ deyip duruyordu.’
Anam da onun tam aksi görüşteydi. Şiddetle babalığıma karşı koyuyordu.
’ Sen karışma bey. Göreceksin benim oğlum bu işte dikiş tutturacak, başarılı olacak ’ Bense tüm bu tartışmaları sakin bir biçimde dinliyordum. Çünkü ne babalığımın söylediği kadar ümitsizdim ne de anamın dedikleriyle avunuyordum. Yüreğimde tek bir aşk vardı, o da müzik. Ama bu aşka varabilmek için neler yapmam gerekiyordu, hangi yollardan ona sahip olabilirdim, bilemiyordum.
Yine annemle baş başa kaldığım bir gün kendisine bir sözüm olmuştu. O sözlerde, gizli kalmış müzik tutkusu ve geleceğe inancım vardı. ’ Anam, birgün gelecek sana sesimi radyolardan duyuracağım. Türkiye’nin en yaygın üne sahip sanatçısı olacağım. ’
Süpriz başarı, hayatımı altüst etmişti. Yakın bir gelecekte ünlü biri olacağıma kendimi öylesine inandırmıştım ki, köy yaşamı beni sıkmaya başlamıştı artık. Büyük kentlerin özlemiyle doluydum. Alıp başımı kaçmak istiyordum bu diyarlardan. Ne pahasına olursa olsun, kendimi kabul ettirmek, bir isim sahibi olmak amacımdı. Çünkü, hayatta hiçbir seçeneğim kalmamıştı. Kaybedeceğim hiç birşey olmadığı gibi. Kardeşlerimin ve ailemin sefaleti için de bir umut ışığı haline gelmiştim. Onlara iyi bir hayat temin etmek en yüce ideallerimin başında geliyordu.
Ne olursa olsun, anneme verdiğim sözü yerine getirmek istiyordum. Ama nasıl? Bavulu alıp Adana’yı terketmek ve istanbul’a adım atmak. Hemen kararımı verdim ve birkaç arkadaşla birlikte yola çıktık. Arkadaşlarım evden kaçmışlardı, ben ise annemin elini öperek ve onun rızasını alarak ayrılmıştım. Cebimizde yok denecek kadar az para vardı. Bir serüvenin hazin bir başlangıcı olarak, otobüse binip, yollara düştük. İstanbul’a yaklaştıkça içimizde belli belirsiz hüzünler oluşmağa başlamıştı. Hepimiz, ailelerimizden ilk kez ayrı kalıyorduk. Bir yalnızlık, bir karanlık çökmüştü duygularımıza. Garip bir keder kaplamıştı, yüzlerimizi. Sadece filimlerde gördüğümüz, kartpostallarını vitrinlerde izlediğimiz bir kente doğru yol alıyorduk süratle. Acaba orada bizi bekleyen kim bilir ne dertler, acıklar, olaylar vardı? Hepsinden habersizdik tüm bunların. Ama, başımıza gelecek olanları da az çok tahmin edebiliyorduk. Bir akşam üstüydü. İstanbul’un ilk ışıkları görünüyordu taa uzaklardan. Cennete mi gelmiştik, yoksa cehenneme mi ? En azından bu soruya bir yanıt alacaktık. Bakalım kader ne gösterecek.Bir bahar gecesi İstanbul’a girdik. ışıklar içindeydi bu düşler kenti. Geniş caddeler uzanıyordu önümüzde. Binaları vardı İstanbul’un göğe doğru uzanan... Gürültüsü vardı İstanbul’un kulakları sağır eden... ilk kez gördüğümüz ve şaşkınlıktan küçük dilimizi yuttuğumuz otomobiller geçiyordu otobüsümüzün penceresinden... Bir kadın, erkekle elele yürüyordu... Bir çocuk, caddenin öteki yakasına geçmek için araçlara el kol ediyordu. Ve bir köpek havlayıp duruyordu gelip geçenlere...Otobüsümüz yol alıyordu. Bir rüya alemindeydik sanki. Hangi tarafa baksak bir başka görkemli tablo ile karşılaşıyorduk. ’ Bizim ülkede meğerse ne kadar güzel yerler varmış ’ diyordu yanımdaki arkadaşım. Bir diğeri de ’ Bu gördüklerimiz maket değil, değil mi ? ’ diye soruyordu.
Deniz kenarına yanaşmıştık. Muavin, şoförün yanından bağırdı hepimize:’ Evet burası İstanbul. Buraya kadar beyler. ’
Derin ve renkli bir uykudan uyanmış gibi silkindik. Birbirimize baktık. Otobüsteki yolcular inmişti. Sadece biz kalmıştık. Şoför geldi yanımıza: ’ Hadi ne duruyorsunuz. Gidecek yeriniz mi yok ? Evden kaçtınız değil mi ?
’Bu sözler gözümüzü korkutmuştu. Polise teslim edilmekte vardı işin içinde. Hemen küçük valizlerimizi alıp aşağa atladık. Ve sonra da korkusuzca, pervasızca İstanbul sokaklarına daldık.
Arkadaşlarım, Yeşilçam’ın yazıhanelerine dadanmağa başladı. Günde 15 lira yevmiye ile figüranlık yapıyorlardı filimlerde. Ben ise sesimi duyurmak istiyordum. Ama kimse dinlemek istemiyordu bile. Açlık canımıza tak etmişti. Bana da teklif ettiler, filimlerde oynamamı. Kabul etmedim.
Hayalimde sadece ses sanatçısı olmak vardı çünkü. Evden aldığım iki-üç kuruşu da tüketmiştim. Ne yattığım yer belliydi , ne yediğim içtiğim. Kırıntılarla karnımı doyuruyor, boş bulduğum bir parkta kıvrılıp sabahlıyordum. Tabii bir de bekçi sorunum vardı parkta. Çok iyi anımsarım ki, nice geceler bir bekçi düdüğüyle uyanmış ve ardıma bakmadan kaçmışımdır karanlıklar içinde. Annemin bir sözü vardı. ’Oğlum, hayatın boyunca kötü yollara sapmadan çalış. Çalışmak ayıp değil. ’
Birgün kendimi, Ahırkapı’da buldum. Erol Taş’ın kahvesinin karşısındaki arsada otobüsler parkediyordu. Orada otobüsleri yıkamaya başladım. Otobüs başına 10 lira alıyordum. Geceleri de artık yatacak bir yerim çıkmıştı. Otobüsün içinde sabahlıyordum. İşim bayağı tıkırındaydı. Aldığım para sadece ekmek paramı karşılıyordu ama, yine de memnundum hayatımdan. Ne de olsa küçük insanlardık ve küçük mutluluklarla tatmin olabiliyorduk. Ama, oranın kahyası tüm düşlerimi ve rahatımı altüst etti. Önceleri yıkadığım otobüslerden para kırpmaya başladı. Sonra da beni işten çıkarmak için elinden geleni yaptı. Bilseydim ki günün birinde Erol Taş Ağabeyimle aynı filimlerde oynayacak ve ünlü biri olacak, o katı yürekli kahyayı Eol Ağabey’e şikayet eder ve ben onun işine son verdirtirdim.
Güneş bir batıp bir çıkıyordu. Bir anlık sevinçlerim, hemen kursağımda kalıyordu. Ama, ne olursa olsun, kötü bir yola sapmamaya kararlıydım. Bir çok tok insanın elde edemediği özelliğin sahibiydim. Çünkü onurlu ve namusluydum. Annemden gelen bir barışçılık duygusuyla kaderime razı oldum. Ve işten ayrıldım. Bir gün bir bahçede bahçıvanın birine rastladım. Yüzündeki çizgilere bakılırsa yüzlerce yaşındaydı. Bana istanbul’u anlattı. Görmediğim bilmediğim İstanbul’u.
’ Ne kadar çok yıpranmışsınız. Bunların hiç birinden haberim yok’ dedim. Aldığım yanıt hayli ilginç gelmişti bana...
’ Delikanlı biz de senin yaşayacağın yılları göremeyeceğiz. Kim bilir, hayat belki bu yanıtın taa kendisiydi. Çok iyi ve sevecen bir insandı bahçıvan. Rastladığım her iyi insan gibi o da ızdırap çekiyordu..
Kendime yeni bir iş bulmuştum. Dikiş makinaları boyayan bir atölyede çıraklık yapıyordum. Sıkılmaya başlamıştım İstanbul’dan. Annemi özlemiştim. Sıla hasreti çekiyordum.Küçücük evim, kırık dökük eşyalarım ve sıcacık bakışlı anam gözümde tütmeğe başlamıştı. Gariplerin yeri yuvasıdır. Baktım olacak gibi değil, Adana’ya dönmeye karar verdim.
Yeniden tarlalarda traktör sürmeğe başladım. Koskoca Caterpillar makinalarının çıkardığı motor sesleri, sesime ve türkülerime karışıyor, yine büyük düşler kuruyordum. Teyzemin oğlu Mehmet’le çalışıyorduk, 18 yaşlarındaydım. Traktörcünün biri beynimizi yıkadı.
’ Siz bu işi çok iyi biliyorsunuz. Burada 150-200 lira aylık alırken, İzmir, Aydın taraflarında 300 lira maaş alırsınız.’
Yeni ufuklar açmıştı bu sözler bize. Teyzemin oğlu ile birlikte işi bırakıp Söke’ye doğru yola çıktık. Yeni bir serüven başlıyordu bizim için. Fakat Söke’de de umduğumuzu bulamamıştık. Kimse iş vermiyordu. Yine başıboş, Söke sokaklarında dönüp dururken bir tornacı çocuk sokuldu yanımıza. Bizimle ilgilendi. Otele yatırdı, yemek yedirdi.Alıp geneleve götürdü. İlk kez gidiyordum böyle bir yere.Adana’lı bir kadınla tanıştım orada.
’ Ben’ dedi, ’ Yarın Konya’ya gidiyorum. Orada çalışacağım’ ’ İyi yolculuklar ’ dedim...
’ Seni mutlaka orada beklerim’ demesin mi? Sesimi çıkaramamıştım.
’ Geldiğinde nedenini öğrenirsin ’
O anda üzerinde bile durmadım bu çağrının. Ama, sonradan aklımı kurcalamaya başladı. Büyük bir merak içinde kalmıştım.
’ Seni orada bekliyorum ’ sözleri kulağımda çınlamaya başladı. İki üç gün silinip gitmedi o yalvaran ses.
Bir iş bulmuştuk Mehmet’le. Çiftlikte çalışıyorduk. Fakat, bu işte de dikiş tutturamadık. Ayrıldık. Mehmet’le bir akşam üzeri oturduk konuştuk. Ne yapacağımıza karar vermemiz gerekti. Mehmet: ’ Ben Adana’ya gidiyorum. Ha orada sürünmüşüz, ha burada. Hiç bir şey farketmiyor. Bu yaban eller beni çökertiyor’ dedi.
Ben ise, çoktan kararımı vermiştim. Konya’ya gidip o kadını bulacaktım. Cebimde çok az bir para vardı. Mehmet otobüs parasının dışındaki paralarını da bana vererek Adana’ya gitti, ben de Konya’ya doğru yola çıktım. Mehmet çok ısrar etti gitmemem için önceleri. Ama baktı ki olacak gibi değil, bana şans dilemekten başka hiçbir şey söylemeden otobüse atlayıp el salladı.
Konya’ya geldim. Otobüsten iner inmez, doğruca Konya genelevinin yolunu tuıttum. Bütün evleri aradım. Yoktu. Kızını kötü yola sürükleyen bir ananın ızdırabı içinde dört dönüp dolaştım genelev sokaklarında. Başımı uzatıp her baktığım pencerede, sanki karşıma çıkacakmış gibi bir heyecan duyuyordum. Saatler boyu boşuna aranıp durdum. Yorulmuştum.Gidip ordaki bir kahvede çay içtim. Garson çocuk içtenlikle hizmet ediyordu bana. Ona sordum. Adanalı bir kadın tanıyıp tanımadığını öğrenmek istedim. ’ Bilmiyorum ’ dedi
’ Ama bekle birkaç gün. Belki gelir.’
’Param yok. Bekleyemem. Çalışmam lazım’ dedim.
’ Ben sana iş bulurum. Üzülme.’ ’Nerde’ diye sordum. ’ Benim çalıştığım yerde ’
Genelevin yanındaki kahvede garsonluk yapmağa başladım.Ama, önceden bir şart koşmuştum. Hayat kadınlarına servis yapmayacaktım.
’ Olur. Nasıl istersen. Ben dışarda çalışır sen de içerdeki müşterilere bakarsın.
Yeme içme kahveciye ait olmak üzere günde yedi buçuk lira para kazanıyordum. Otele ikibuçuk lira ödeyip, geri kalanla da idare etmeğe çalışıyordum. İki haftaya yakın bir zaman çalıştım kahve ocağında. Elimde birikmiş bir kaç kuruş da param vardı. Bu işin bana göre olmadığını anlayıp oradan ayrıldım.
Bir süreliğine dahi olsa, şarkıcılık hayallerimi bırakıp, meçhul bir kadının peşine düşmüştüm. Beklediğim kadın gelmedikten sonra, artık o civarda çalışmam gereksizdi.
Bir pavyonda iş buldum. Yanılmıyorsam, ’ Teksas ’ adlı bir pavyondu. Patron önce sesimi dinlemek istedi. İki türkü söyledim. Beğenilmiştim. 15 lira yevmiyeyle işe başladım. Her gece ahlak zabıtasından izinsiz olarak ve idareten gün ışıyana kadar şarkılar, türküler söylemeye başladım sarhoş yüreklere. Bu arada, pavyonda bir kadınla tanıştım. 30 yaşlarındaydı. Çocukları olduğu için beni gizli gizli evine alıyordu. Ve bir çocuğum olduğunu anladım o kadından yıllar sonra. Şimdi pırıl pırıl bir insan o. Yanımda ve bütün yükümlülüğünü üstlenmiş durumdayım. Kimden olursa olsun, eğer o insan benim oğlumsa, benim canım demektir.
Konya, benim yaşamımda önemli rol oynayan bir kent durumuna gelmişti bir anda.
Aylar vardı ki, evden uzaktım. Evim ve ailem burnumda tütüyordu. Bir anda Konyalı olup çıkıvermiştim. Batakhanelerinden, en lüks semtlerine kadar her yerini bellemiştim. Çeşitli çevrelerden dostlar da edinmiştim. Gece yaşantım bana boyutları alabildiğine uzanan bir başka dünyayı tanıtmıştı. İnsanları, çalışanları ve her türlü kötülüğe müsayit kişileriyle bir ayrı özelliğe ve anlamı vardı Konya gecelerinin. Zaman zaman pavyonda kadın yüzünden çıkan kavgalar ve hatta zevk olsun diye sıkılan kurşunlar beni sarsıntı dolu bir hayatın içine itiyordu. Korkuyordum. Çünkü, yaşım henüz küçüktü ve herşeye karşın anasının kuzusu olarak yetişmiştim.
Bir otelde kalıyordum. Aynı otelde ikamet eden astsubayla dost olmuştum. Bazen kendi kendime düşündüğüm olurdu. Daha doğrusu teselli bulurdum.Derdim ki içimden, ’ Başıma bir felaket gelirse yeni arkadaşımın ünüformasına sığınır o da beni kurtarır’ Sanki o her an yanıbaşımdaymış gibi bir avuntuyla kendime moral verir, güç katardım. Şimdi adını anımsayamadığım o astsubay, çok iyi bağlama çalardı. Gecenin geç saatlerinde işten döndükten sonra otelin girişinde beni bekler bir vaziyette bulurdum. Dertliydi bir şeyden yana. Ama, duygularını saklamayı çok iyi bilirdi. Benden hayli büyük olduğu için de ihtiyatla yaklaşırdım ona. Beklerdim ki o konuşsun , o dertleşsin. Oysa o hiç sesini çıkarmaz, otel kapısının önüne çıkar bana bağlama çalar, bazen de türküler söylerdik. Gurbetlik zor şeydi vesselam. Ne kadar şanslıydım ki , evimden kilometrelerce uzakta ve yapayalnız bir haldeyken, karşıma saygı duyduğum bir ağabey çıkarmıştı Tanrı .İlk bağlamayı onun bağlamasından öğrendim. Tam bir disiplin içinde bana bağlama çalmasını öğretti, dost ağabeyim.
Sonra daha başka arkadaşlarım da oldu. Bunlardan biri bana bir kart vererek İstanbul’a gitmemi söyledi. Biriktirmiş olduğum bir kaç kuruşla kendime bir saz alıp ikinci kez İstanbul yollarına düştüm. Gelirken otobüste başımdan ilginç bir öykü geçti.
Otobüste yanıma genç bir kız düştü. Almanya’ya giden işçilerden biriymiş. İstanbul’dan Münih’e uçacakmış. Kumral, yeşil gözlü 20 yaşlarında şirin bir kızdı. Sohbet etmeye başladık. Elimde sazı görünce, turneye çıkmış sanatçılardan biri sandı önce. Kısaca özgeçmişimi anlattım. İçinin burkulduğunu hissettim. Acımaklı bir ifade oluştu yüzünün gülen durumu. Ama çok geçmeden o da bana anlattı neden Almanya yollarına düştüğünü. İkimizin de birbirimiziden pek farkı kalmamıştı. Üç aşağı, beş yukarı aynı mayanın insanlarıydık. Ama, kim bilir belki de o benden daha cesurdu. Çünkü, ben ekmeğimi yurt içinde kazanmanın savaşını verirken, o bu mücadeleyi sınırlarımız dışına taşırmayı başarmıştı. Hem de kız haliyle.
’ Gidiyoruz ama, gerçekten umduğumuzu bulabilecek miyim acaba ? ’ deyip duruyordu boyuna.
Belliydi ki, küskündü bazı insanlara. Vatanında iş bulamamış ve yoksulluk canına tak demişti. Öfkeliydi topluma ve kurallara. Sözcüklerinden değil, tavırlarından seziyordum bu duygularını.
’ Denize düşen yılana sarılır. Biz de Almanlardan medet ummağa başladık. Kaderde elin gavuruna hizmet de etmek varmış. ’ diyordu.
Kendisini teselli edecek hiç bir söz bulamadım. Çünkü öfkesinde, özleminde ve tutkularında yerden göğe kadar haklıydı. Onu avutmak, yüreğindeki acıya biraz olsun ortak olabilmek benim harcım değildi. Çünkü, kafa yapısı ve kültürüyle benden kat kat üstündü.
Gece yolculuğu yapıyorduk. İstanbul’a yaklaşıyorduk. Güneş doğuyordu tepelerin ardından. Yol boyunca her ikimizde gözümüzü kırpmamıştık bile. Çoğunlukla o konuşuyor, ben de dinliyordum. Toplumsal yaralarımızdan , Türkiye’nin çeşitli sosyal ve ekonomik sorunlarından söz ediyordu. Heyecanının üstünden gelemiyor ve yumruklarını sıkarak ozanlardan dizeler okuyordu. Bense saf saf dinliyordum. Kıza hayran olmuş, pencereden dolan rüzgarın uçuşturduğu saçlarını seyre koyulmuştum. Yol tükenmek üzereydi. Otobüsümüz artık İstanbul’daydı. Çok öncelerden kalan aşina yollar ve deniz üzerindeki vapurlar yine karşıma çıkmıştı. Kız bana kalacağı otelin adresini vererek elini uzattı.
’ Bir kaç gün daha buradayım. Beni ara. Sirkeci’de el sallayabileceğim en son insanın sen olmasını istiyorum. ’ dedi...
’İlk bağlamayı elime Konya’da aldım. Bir astsubay ağabey, bana bağlamanın inceliklerini öğretti. Yine Konya’da tanıştığım biri bana tavsiye kartı vererek İstanbul’da iş bulmamı sağladı... ’
’ Keşke hiç gitmeseydin. Seni mutlaka görmeğe geleceğim. İkimize de bol şanslar. ’
Bavulumu alıp Çemberlitaş’ta bir otele yerleştim. Bu arada ben, elimde kartla iş aramaya başladım. Aslında aklımda tek birşey vardı, o da kız. İkinci günü Lunapark Gazinosu’nda iş buldum kendime. Kart etkisini göstermiş ve bağlama çalmam için beni Nurten İnnap’ın saz heyetine vermişlerdi. Yevmiyem 15 liraydı. Bunun 5 lirasını otele veriyordum. Kızın verdiği adrese gittim. Ama, anlamsız ve belirsiz bir kuşku vardı içimde. Kızın bana takınacağı tavır düşündürüp duruyordu beni. Eğer ki, ters bir hareketle karşılaşırsam, bu kızlardan yiyeceğim ikinci darbe olacaktı. Otelin kapısına geldiğimde iri yarı bir adam yolumu kesti. ’ ne istiyorsun ?’
Kızın adını verdim. Bu oteli sen ne zannettin deyip, hayatımda acısını unutamayacağım bir tokat attı bana. Hiç karşı koyamadım adama. Zaten koyamazdım da. En azından benim iki mislimdi. Geriye dönerek, gözyaşlarımın görülmemesi için tenha yollara daldım. Bir duvarın dibine kapanıp ağladım. Yediğim tokadın acısı belki geçmişti ama, kızı bir daha görememe korkusu içimi dağlamıştı. Hemen o anda aklıma başka bir fikir geldi. Otelin telefon numarasını buldum. Telefon açarak kızla irtibat kurdum. Kıza herşeyi bir çırpıda anlattım. Valizini toplayıp bana geleceğini söyledi. Birlikte aynı odada kalıyorduk artık. Gündüzleri geziyor geceleri de gazinodaki programıma gidiyordum. Kız beş gün kadar İstanbul’da kaldı. Birbirimize aşktan tek bir söz dahi etmiyorduk ama biliyorduk ki aşıktık ikimiz de.
Kızın gitmesine birgün vardı. Onunla son gecemdi. Elele yürüyorduk İstanbul’un ışıklı yollarında. Keskin bir sessizlik ve soluksuz bir yürek çarpıntısı içindeydik. Bugüne dek sevdiğim insanlarla sürekli beraber olmak hiç kısmet olmamıştı bana. İşte bu da sonuncusuydu. Çiçeklerin solması, çimlerin sararması gibi bir başka doğa kuralı daha vardı demek ki. İnsanları acımasızca ayıran bu kuralı çözmeğe çalışıyordum kafamda. Kızın elini sıkıyordum avuçlarımda. Sıkı sıkıya sarılıyordum, kopmamacasına. Başını omuzuma dayıyor, gözlerini kaçırıyordu benden. Ve binlerce insanın arasında sadece yalnızlığımızı yaşıyorduk, suskun dudaklarla.
’ Sana bir şey söylemek istiyorum’ dedi, bir ara kollarıma sarılarak.
’ Gitmek istemiyorum Almanya’ya. Yanında kalmak istiyorum. ’ diyerek çantasından biletini çıkarıp bana uzattı; ’ Al yırt ’
Sadece sustum. Çünkü, bir çılgınlık olurdu bu. Hem onun, hem de benim için.
’ Sen yola çıkmışsın bir kez. Bu yoldan geri çevirmeğe her ikimizin de gücü yetmez sevgilim! ’ diye yanıtladım kızı.
Biletini alıp yeniden çantasına koydum. Yanakları ıslanmıştı. Bir ağacın yamacına oturup doyasıya öptüm onu. Yıllardır hayalinde süslediği Almanya düşünü kendi sevdam uğruna nasıl bir anda yok edebilirdim. Benim ne yarınım belliydi, ne de İstanbul’da kalıp kalmayacağım.
Ertesi gün Sirkeci tren istasyonunda onun dilediği gibi, ona en son el sallayan ben oldum. Tren gözden kaybolana kadar bana veda eden ellerini sallayıp durdu. İnsan hayatında takvim yapraklarının çok büyük önemi var. Daha dün beraber olduğumuz bir insan bir de bakıyorsunuz ki, kuş misali uçup gitmiş.
İstanbul... koca bir şehir... İnsanın gönlünün ta orta yerinde birşeyler kopup gidiverince, dört milyonluk şehir, nasıl da sessizleşiyor...
Martılar çığlık çığlığa... Vapurlar desen öyle... İnsanlar koşuşturuyor sağa sola... Ama nereye?... İki yorgun adım Sirgeci garından şehrin göbeğine doğru süzülürken, şehrin gürültüsü belirginleşiyor birden. Hızlı adımlarla yanımdan gelip geçiyorlar... Ama nereye?... O nereye gidiyor ya da gidecek?...
Galata Köprüsü’ne geldim bile...
’ Bu kadar uzun muydu bu köprü’... Kendi kendime bu soruyu sordum... Vücudum ağırlaşmıştı sanki... Yorgun bacaklarım çekmiyordu beni... Oysa daha biraz önce yanıbaşımdaydı...’
Kıvrılıp giden raylar geldi gözümün önüne. Öfkelendim bu pırıl pırıl parlayan demir parçalarına... Soğuk , bir yılan gibi...
’Karnım acıkmış mıydı bilmiyorum. Ceketimin yakalarından dökülen susamları gördüğümde farkettim simit aldığımı... İştahla yutuyordum her lokmayı... Var gücümle yutuyordum lokmaları... Öfkelendiğim zaman böyle olur hep. Anam da böyleydi... Kızdığı zaman, çamaşırları daha temiz yıkadığını söylerdi hep... Hırsını onlardan alır, ovalar da ovalarmış...’
Anam gözlerimin önüne gelince, şehir güzelleşiverirdi birden... Yalnızlığımı unuturdum köprü çıkışında... Yaşam her şeye karşın sürüyordu. Acılar ise, yüreğin bir gizli anısı olarak ebediyen hükmünü koruyordu.
Nice yürekler var ki, şu anda nice acıları taşımak zorunda. Toplumun dışında fırlatılmış insanlarla dolu bir yeryüzünde yaşıyoruz. Acaba, burun kıvırdığımız, kınadığımız ve hatta suçladığımız insanların üzerinde hiç mi günahımız yok. Onların 2. sınıf vatandaş olmalarında hiç mi payımız yok. Çünkü, her insan fiziksel eksikliklerinin ötesinde doğarken eşittir. Hiç bir eşitlik Tanrı’nın eşitliğiyle ve adaletiyle eşdeğerde değildir. İnsan doğar, biçimlenir ve ölür. İşte onu dünyaya getiren nasıl Tanrı kavramıysa biçimlendiren, yönlendiren de toplum ve onun kurallarıdır. Acıklı bir gülümsemeyle yüzümüze bakan insanlarla, sırıtan insanlar arasında dağlar kadar fark vardır.Bireysel bir yararcılıkla çevremizdeki birçok insanın nasıl yaşamına kıydığımızın, bazen umrunu bile duymayız içimizde. Oysa daima, kitlelere mal olmuş mutluluklar, kutsal ve kalıcıdır.
Eğer öykümü baştan aşağa okuduysanız, bu sözlerin anlamını mutlaka algılamışsınızdır. Herkes benim kadar şanslı ve herkes benim gibi ihtiraslı olmak zorunda değildir. Eğer ki, kaderci bir felsefeye sahip olsaydım ve biraz da zayıf iradeli bir insan olarak yetişseydim, kimbilir belki de şu anda bir şarkıcı Ferdi Tayfur değil de, sürünmekte olan milyonlarca insandan sadece biri olurdum. Açlık ve yoksulluk ne bir kader, ne de tanrısal bir buyruktur.
’ İstanbul’a giderken otobüste genç bir kızla tanıştım. Konyalı’ydı ve Almanya’ya işçi olarak gidiyordu. Kızla dostluğumuzu hayli ilerlettik İstanbul’da. Ama sonunda bir tren alıp götürdü onu yaban ellere...’ Luna-Park müzikolinde Nurten İnnap’a bağlama çalarken yıllardır düşümü süsleyen amaca doğru ilk adımı attım ’ Leyla ’ isimli plak doldurdum. İlk kez stüdyoya girdim ve bu plaktan 500 lira para kazandım. Az miktar sattı ilk 45’liğim. Ama yine de patronum kara geçmedi değil. Plak şirketim Saya Plak şirketiydi. Sahibi ise Fahrettin Sayan
Bu plak firmasına tam altı tane plak yaptım . Patron bu plaklarla hayli yükünü tuttu. Ama benim aldığım 500 lirada hiç bir değişiklilk olmadı. Ve altıncı plaktan sonra da Sayan, birgün ben yazıhanesine çağırarak;
’ Sen artık sevilmiyorsun. Yedinci plağının satacağını sanmam. Tutulmuyorsun.’ diyerek işime son verdi. Bu sözler beni çok etkilemişti. Adeta kamçılamıştı. İliğime kadar sömürmüş, sonra da bir paçavra gibi fırlatıp atmıştı. Ama, yüreğimdeki duyguları ve öfkeyi hiç bir zaman dudaklarıma yansıtma gücüm yoktu. Boyun eğip kapıdan dışarı çıktım.
Gidip otelime, yatağıma uzandım. Bir sigara yakıp tavana doğru yayılan dumanlara bakarak insanlar karşısındaki aczime küfürler edip durdum. Ama, elden ne gelirdi ki...
Bir gün odamın kapısının altından hışırtılı bir sesle bir zarfı elime aldım. Adana ’dan geliyordu. Açıp okudum. Beynimden vurulmuşa döndüm.Başım dönüyordu, ellerimle kayrolanın kenarına güçlükle tutunarak kendiğimi yatağa attım. Hayat sanki eğleniyordu benimle. Ağabeyim Sermet bir iftiraya uğramış ve tutuklanmıştı. Cebinde esrar bulmuş polis. Annemin imzasını taşıyordu satırlar. Her bir sözcükte anamın gözyaşlarını, ümitsizliğini, çöküntüsünü görüyordum. Beni çağırıyorlardı. Hemen çalıştığım gazinoya giderek izin aldım ve hemen Adana’ya yola çıktım. Madem ki ailemin bana ihtiyacı var öyleyse iki elim kanda da olsa gitmem gerkekirdi. Yol boyunca anamın halini düşündüm durdum. Bu yaştan sonra başına bu olay da mı gelecekti. 20 saat sonra Adana garına vardı otobüsüm. Hemen bir faytona atlayıp eve gittim. Anamın eline sarılıp öpmeğe başladım. Bir kalbin ölümüne şahit oldum o gece. Annem konuşmuyordu. Alnında derinin altında gizlenen ve henüz meydana çıkmayan belli belirsiz buruşukluklar bütün yüzünü kaplamıştı. Bütün gücümle yüzüne bakıyor ve o güne kadar bilmediğim çizgiler farkediyordum.
Neden sonra Sermet Ağabeyimin öyküsünü anlattı. Bir süre Adana’da kalmamı ve çalışıp ocaklarına yardım etmemi istedi. Başımıza gelen ani felaket, beni müzikten ve amaçlarımdan koparacak kadar büyüktü.
Kendimi aşılmaz bir duvarın ötesinde görüyor, normal adetler ve normal hayatın diğer tarafta bulunduğunu ızdırapla düşünüyordum.
Adana’nın yabancısı olmadığım bir işte çalışmaya başladım.Tarım işçiliği yapıyordum. Sabahın erken saatlerinde kalkıyor tarlanın başına gidiyordum. Ortalık aydınlanırken 15’er kişilik gruplar halinde bir sıra oluşturur ve kazma, dövmeğe başlardık. Kozaların etrafında kabuk bağlamış bazı yabancı bitkileri, toprağı kırarak yok etmeğe çalışırdık. Buna kozaların havalandırma işlemi deniliyordu biz ırgatlarca.
25 yaşına basmıştım artık . Delikanlılık çağımızın çevherini taşıyorduk. İstanbul hayal kent olmuştu benim için. Unutup gitmiştim. Zeren Plak Fiması diye bir plak firmasından çağrı aldım. Adanalı bir arkadaşımdı sahibi. Adı yanılmıyorsam Mehmet Zerentürk’dü. Bana plak doldurmamı önerdi. İlk plaklarımı doldurmamdan bu yana, ikibuçuk yıl geçmişti. Yedinci 45 ’liğimi Zeren Firması adına doldurdum. ’ Kaderimsin ’. Plak büyük bir ilgi gördü. Özellikle Adana ve yöresinde binlerce adet sattı. Plak kapağının üzerindeki fotoğraflardan tanıyanlar beni birbirlerine gösteriyorlardı.
Ama, talihim kısa sürmüştü ne yazık ki. Firma sahibinin kardeşi bir adam öldürmüş ve o da firmayı kapatmak zorunda kalmıştı. İstanbul’dan dört yıla yakın bir süredir uzak kalmıştım.’ Kaderimsin ’ adlı şarkımı dinleyen Kader Plak Firması sahibi bana bir haber yollatıp, İstanbul’a davet etti.
Ve işte yıllar boyu dillerden düşmeyen ’ Huzurum Kalmadı ’ isimli şarkımı bu plak firmasına okudum;
BİLSEN UZAKLARDA
KİMLER AĞLIYOR
GELEMEM SEVGİLİM
KADER BAĞLIYOR
GURBET ELLER BANA
BİR MESKEN OLDU
GELEMEM SEVDİĞİM
FELEK BAĞLIYOR
HUZURUM KALMADI
FANİ DÜNYADA
YAPIŞTI CANIMA
BİR KARA SEVDA
Evet yapıştı canıma bir kara sevda. O kara sevda sözcüğü öyle geniş bir içerik taşıyordu ki, bu şarkının sözlerini yazana kadarki olan yaşamımın her kesitinde, her saniyesinde bunu yoğun biçimde duydum. O kara sevdada sevdiğim kızdan tutun da babamın vuruluş olayına kadar her birşey yer alıyordu. Plak istenen satışı yapmıştı ama yine de istediğim huzura kavuşamıyordum.
1973 yılında ağabeyimle birlikte Adana’nın Hürriyet Mahallesi’nde bir kıraathane açtık. Adını da Ses koyduk. Ağabeyim ve babalığım kıraathaneyi çalıştırıyorlar, ben de durmaksızn eve kapanıp besteler yapıyordum.
Yine aynı yıl şimdi eşim olan Zeliha ile nişanlandım. Bu nişanda ailemin ısrarı büyük rol oynadı. Nişanlımın babası bir inşaat ustasıydı. Sade bir törenle yüzükleri parmaklarımıza geçirdik. Artık omuzlarıma ikinci bir sorumluluk yüklenmişti. Plaklardan kazandığım paraların bir bölümünü eve veriyordum, bir bölümünü de nişanlımla harcıyorduk. Durmaksızın beste yapıyordum. İçimde öylesine yoğun bir birikim vardı ki, elime kağıdı kalemi aldığımda dizeler bir su gibi akıyordu kağıt üstüne. İstanbul’dan Görsev plak firmasından bir çağrı aldım. Gittim. iki yıllık bir sözleşme imzaladık. Plak başı bir lira alacaktım. Bu firmaya, anlaşmamız süresince 5 tane 45 lik doldurdum. ’ Kır Çiçekleri ’, ’ Bana Gerçekleri Söyle’, ’ Postacı ’, ’ Mahkumların Duası’ ve ’ Yüreğimde Yara Var ’. Plakların satışı iyi gidiyordu. Patron ayrıca ayda bin lira da maaş bağlamıştı bana. Çünkü 1974 yılında mütevazi bir evlilikle dünyaevine girmiştim. Tüm eşyaları taksitle almıştık. Özellikle mobilyacıya büyük borcum vardı.
İki yıl kadar sonra Görsev Plak firmasıyla bir anlaşmazlığımız oldu. Ve oradan ayrılmak zorunda kaldım. aynı plak firmasıyla çalışan İsmail Mersinli’yle çok iyi arkadaş olmuştuk. Kafa kafaya verip onunla Elele adlı bir plak şirketi kurduk. 1975’de , kendi adıma doldurduğum ilk 45’liğim ’ Akşam Güneşi ’ çok büyük oranda satış yaptı. Sermayemiz kısıtlı ve İsmail ile benim bakmakla yükümlü olduğumuz ailelerimiz vardı. İlk plağımızın iyi satış yapmasına karşın yine de büyük sarsıntılar geçirdik ve sonunda da firmayı kapatmak zorunda kaldık.
Bu arada Elenor plak firması sahibi Atilla Alpsakarya ile tanışmıştım. Benim iki bestemi alıp Gülden Karaböcek’e okutmak istedi. Hiç düşünmeden ’ Peki ’ dedim. ’ Dur Dinle Sevgilim ’ ile ’ Bana Gerçekleri Söyle ’ idi bu şarkılar.
Sonra Elenor Plak Firmasıyla 2 yılık anlaşma imzaladım. Stüdyoya girip ’ Bırak Şu Gurbeti ’ adlı plağı okuduğumda Atilla Alpsakarya 25.000 lira avans verdi bana. Artık gittikçe adımı duyurmaya başlıyordum, ünüm yaygınlaşıyordu. Bu firmaya yaptığım ikinci plağımdan sonra wolkswagen marka bir otomobil aldım. ’ Alıştım ’ ’Yad Eller’ ve ’ Çeşme ’ adlı plaklarım bu dönemin en iyi satış yapan 45’likleriydi.
Yalnız plak olarak değil sinema alanından da yoğun öneriler geliyordu. Ancak aynı zamanda menajerim olan Atilla Alpsakarya, film çevirmemin henüz zamanı olmadığını söylüyordu. Benim de bu arada bir kızım olmuştu. Kızım bana çok şans getirmişti.
Soner film markasıyla altı filmliğine bir anlaşma imzaladım. İlkinden 20.000 lira diğerinden de 75.000 lira aldım. İlk filmim ’ Çeşme ’ ydi ve rol arkadaşım da Necla Nazır’ dı.
Filmin çekimi Antalya’daydı. Hafızamın alamayacağı kadar büyük bir aşk yaşanıyordu kamera karşısında. Ve bu aşk günün birinde özel yaşamımıza da yansıdı.
10 Mart 1977’ de ilk filmim Adana ’da gösterildiğinde yer yerinden oynamıştı. Film hiç kimsenin beklemediği gişe rekorları kırıyordu. İşletmeci İzzet Bey, kendi memleketim olduğu için gala yapmamı istedi. Memnuniyetle kabul ettim. Göründüğüm her planda çılgınca alkışlanıyordum. Filmin arasında beni sahneye çıkartıp ’ Çeşme ’ şarkısını okumamı istediler. Ben de kırmayarak ilk dörtlüğü okudum.
İlk kızımdan sonra bir kızım daha olmuştu. İki kızım ve bir oğlum vardı. Ailemi İstanbul’a getirtip bir ev tuttum. Gerek plak satışlarımdan, gerekse filmlerden büyük paralar kazanıyordum.
Sürekli teklifler yağıyordu. Adeta halk arasında bir kahraman olup çıkmıştım. 1977’deki ’ Derbeder’ filmi ile ünüm daha da artmıştı. Sonra ’ Merak Etme Sen ’ adlı plağım geldi. Bu şarkım hala dillerde dolaşıp duruyor. Şarkılarımın bazı sözleri halk dilinde günlük konuşmalara bile girmişti.
Çocukluğumda kurduğum düşler gerçek olmuştu artık. Anama verdiğim sözü tutmuştum. Ama herşeye rağmen yine de içimde bir ekisklik vardı. Öldüğüne bir türlü inanamadığım babamın da bu günleri görmesini isterdim. Sanki günün birinde çok uzaklardan gelip ’ Beni kaçırdılar oğlum. Ben başka bir ülkedeydim ’ diyerek bizi bağrına basacak, beni alnımdan öpecek gibi geliyor. Nice iyi insanlar var ki, ızdırap içinde ölürler. İşte benim babam da bunlardan biriydi.
Adını aldığım dublaj sanatçısı Ferdi Tayfur kadar belki büyük bir sanatçı değilim. Ama, onun adına ona layık bir biçimde yaşattığım için mutluyum.
Bunca yıl sonra gelişen zenginlik ve şöhret beni şımartmadı, bilakis halen benim çocukluk günlerimin ızdırabı içinde olan insanlara karşı büyük bir zaafım ve ilgim var.
Beni kasetlerimde, filmlerimde kuyruklar oluşturup yalnız bırakmayan beni buralara getiren yüce halkıma sonsuz saygılar.
Ferdi TAYFUR
YORUMLAR
Yaşanmamış Aşkların Şairi
Saygılar...
Ferdi Tayfur ve arabesque tür genel bir başlık. Gencebay, Gürses, Tatlıses çizgisinde iki boyutlu çelişkiye dayalı, yatay ve dikey toplumsal farklılaşmayı görebilirsiniz.
Ferdi Tayfur çizgisi ve kendi içindeki tarzıyla bunlardan Türk-Türkmen tezene introsu ve şan icrasıyla ayrışır, farklılaşır.
Göktürkmen tarafından 9/11/2015 9:25:07 AM zamanında düzenlenmiştir.
yıllarca ona sadık olan necla nazırı bir anda terk etti....güzel yazı içinden geldiği gibi çok haz aldım okurken saygılar
Yaşanmamış Aşkların Şairi
Değerli yorumunuz için teşekkür ediyorum.
Çünkü gerçek yıldızlar ve sanatçılar kolay kolay yetişmiyor. Gerek karakteri ve insanlığı ve gerekse sanatsal yönü her zaman bir numara olmaya devam ediyor.
Evet bencede.
Ben de severim Ferdi Tayfru.
Onlarin filmleri bile baska.Degismeyen büyük sanatcilar.
Kiymetlerini bilmek lazim öldükten sonra yüceltenlerden gecilmiyor.
Güzel bir yaziydi icten.
Yüreginize saglik.
Saygilarimla
Yaşanmamış Aşkların Şairi
Değerli yorumun beni çok mutlu etti.
Saygılar,,,
Yaşanmamış Aşkların Şairi
Teşekkürler ...