- 2335 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Damla ve Okyanus
(Meriç’ten Esintiler)
(Cemil Meriç hakkında bir şeyler yazmaya yeltenmek bile benim için bir büyük ukalalık, bunu biliyorum ancak, duygularımı söyleyecek kadar cesurum her zaman, tıpkı onun gibi. Bir damla, okyanus hakkında ne anlatabilirse ben de o kadar anlatacağım onu…)
Ben kendimi arıyordum Hint’in göklerinde, sesinde, şiirinde... Kendimi aradığım o yerde “Bir Dünyanın Eşiğinde” buldum onu (o mu beni buldu?) . Gözlerimiz benziyordu, dilimiz de… bir damla, okyanusa ne kadar benzerse...
Meriç’le geç mi karşılaştım? Bence hayır. Her şeyin bir zamanı var. O zaman henüz gelmişti. Daha önce de yaşamın bir köşesinde onu görmüştüm ama görmezlikten geldim… Onu dinleyemezdim. Bir sürü kuru gürültüyle doluydu çevrem. Dinlemiyor ama duyuyor, hissediyordum derinlerden seslenen bu adamı. Derinlerden… okyanusun derininden, göğün ve yerin derininden kopup gelen çığlığı hissediyordum.
Aynı denizin içinde yüzüyorduk sanki. Ben henüz karadan uzaklaşmış, bir türlü geri dönemeyen, akıntıya kapılmış bir potkal gibiydim. O ise, kendini okyanusun ortasında en derine prangalamıştı. Onu duyuyorum... Denizin diliyle konuşmak denebilir buna, tıpkı balinalar gibi titreşimlerle konuşmak.
Okyanusun ortasında bir anafor gibi beni kendine çeken, sarhoş eden bir sesti Cemil Meriç. Sesine ses arayan kambur balinaydı Meriç. Sanki en güzel şarkıların peşinde bir yalnız şarkıcıydı. En güzel şarkıları dinliyor; söylüyordu yapayalnız. Derinlerde attığı her çığlık, bomboş geri dönüyordu.
Benim kısık çığlıklarım, onun tonu baskın şarkısında yitiyordu. Kulaklarımı patlatıyordu zevkle. Benim kekeme dilim, onun gürleyen şelaleye benzer diliyle ne kadar benzeşiyordu? Benim vurup da hiçbir şeyi deviremediğim yumruğu o atıyordu defalarca, sersemleterek.
Ancak; yalnızlığın çaresizliği onu bazen köpürtüyor, öfkelendiriyordu. Çevrede öyle çok gürültü vardı ki insan kendi sesini bile duyamaz hale geliyordu. Öfkeleniyordu balina, kuyruğunu vuruyordu mavi atlasa.
Ses duymak istiyordu Meriç… şiirin sesini, aşkın sesini, Tanrının sesini... ama nafile bir karanlık kendini daha da koyultuyordu.
Karanlık... karanlık... karanlık...gölgeler gelip geçiyor gözkapaklarımızdan. Eflâtun’un mağaralarından kafamızı çıkarmak mümkün!
Hani hep kendimizi dışarıda ararız ya başlangıçta. Ben de öyle, yabancı yazarlarda arıyordum kendimi. Bizden bir sesin böylesine vurgun yedireceği aklıma gelmezdi. Benim gibi huysuz, aksi, kılıç dilli bu adam, dilimin fazlalıklarını buduyordu.
Bir damlanın bir okyanusu anlaması ne kadar mümkünse anlıyordum bu huysuzluğun sebebi olan çilekeşliği.
Tanıyordum karanlık duvarlara kıstırılmış bedeni ve o bedenin içine sıkıştırılmış ruhun feryatlarını (Nasıl isyan etmesin ki?) . Bu isyan ülkesinin duvarlarına kulaklarımı dayadım. Çığlıkların kesildiği yerde, onun nefesinin sesini duydum. Anlatmaktan, koşmaktan yorgun; doruklarda hızla koşan, bu terli, doru atın nefesini duydum. Parmaklarını okşadım biraz… bir türlü sevgisini yazamayan parmaklarını...
Duygular ne kadar düşebilirdi ki sözcüklere? Sevgi ne kadar anlatılabilirdi? ... Anlaşılmayı bekleyen bu sevdalı adamın, hayal kırıklığı içinde huysuz bağırtılarını dinledim ya da o beni dinledi hatta; saçlarımı okşadı cümleleriyle… Cümleler ki şiirdi. Şiiri bilen biri, onca “şiir” yazarı varken, nasıl “dize” derdi ki yazdıklarına? Şiir; Tanrıydı, aşktı, hiçbir zaman ulaşılamayandı.
Dört bilinmeyenin peşindeki bir adamın acısını kaç kişi hissedebilirdi? Dört bilinmeyen; Tanrı, aşk, şiir ve kendi (insan) ...
Aşka uzak durmuştu nedense? Belki de aşkın keyfine varmak istediği için, aşka uzak durmuştu. Aşkın sonsuz güzelliğini seyretmişti. Aslında o güzelliğin dibini bulmak isterdi ama cesaret edemedi. İçine düştüğünde, kaybolmaktan korkmuştu.
Bir damla, okyanusa ne kadar benzerse, o kadar benziyorduk işte. Özlemlerimiz benziyordu. Ben damlayı okyanus yapma peşindeydim; o okyanusu damlaya sığdırma peşinde… Prangalanmış bir ruhun zincirlerini kırmak gibi heveslerimiz vardı... kendimizi yeniden doğurmak gibi heveslerimiz vardı. Toprağa başkaldıran bir çiçeğe benziyorduk. Sonra yüzümüzü kendimize eğiyorduk bir nergis gibi. Sonra başımız toprağa değiyordu.
Aslında bir nilüfer gibi incecik bir kökle bağlıydık hayata… Biliyorduk... biliyorduk bir gün kopacak, sürüklenecektik akıntıda, hani o hep özlediğimiz sonsuzluğun akıntısında. O huysuz adam bunu benden önce yaptı; o aceleci… o beklemeyen...
Aşkı Lamia’da bulduğunu sanmıştı oysa, sonsuzluğun gözesini bulmuştu. O gözeden içtiğinde, susuzluğu geçmedi… hâlâ aşk çağırıyordu... hâlâ aşk çağırıyordu…
Kopup gitti...
04.03.2003
Filiz Bedük
YORUMLAR
Cemil Meriç: kırık bir zamana düşen uzun bir düştü. Kimse anlamadı demek güç ama, kimse anlamak istemedi. Çünkü toplum ciddiyetten çok laubalilikten hoşlanıyordu. Oysa o çok ciddiydi. Aslında doğu dünyasının derin yaralarına tuz basızyordu, oysa doğu yaralarını sevmeye çoktan alışmıştı. Acısını seveni kim ağlatabilir ki?
Harikaydı..Kutladım efendim.Selam,saygı...
uzun bir yazı ve uzun bir yorum ile bütünleşmeli diye düşündüm belkide KOCAMAN okyanusta bir DAMLA olacak ..
Birbirlerini bulma arzusuyla yanıp tutuştu ruhları ve yalan sevgilere, acılı aşklara kurban ettiler bedenlerini.
Yeryüzünde yaşanan oyun tadında ki hayatın cazibesi günden güne onu çekiyor ve gökyüzünden kopup yeryüzünü deneyimlemek istiyordu. Bir plan yapmalı, özünü bir bedenin derinliklerine, kalın örtüler altına saklamalı ve yaşayacağı acılı sancılı deneyimlerle örtüleri bir bir kaldırıp tekrar özüne kavuşmanın büyük hazzını yaşamalıydı.
Kısacık bir ömrün özünü keşfetmesine yetmeyeceğini düşündü ve iki ayrı bedende dünyayı deneyimlemeye karar verdi. Gökyüzünden izlediği ve çok ilgisini çektiği büyük ve mutlu aşkı yaşayabilmek için ikiye bölündü.
Bir parçasını erkek bedenine bir parçasını kadın bedenine sakladı...
Ve söz verdiler...
Bedenleri ölüme ulaşıncaya kadar birbirlerini arayacaklarına. Bulamamanın acısını özlerinde taşıyacaklarına.
Uzak ülkeler, farklı deneyimler seçtiler daha çabuk deneyim kazanıp özlerine daha çabuk ulaşmak için. Biri ağladığında diğerinin de içi burkuldu. Biri güldüğünde diğerinin de içi anlamlandıramadığı sevinçlerle doldu.
Birbirlerini bulma arzusuyla yanıp tutuştu ruhları ve yalan sevgilere, acılı aşklara kurban ettiler bedenlerini.
Her sevdada biraz daha fazla kırıldı kalpleri, her aşkta biraz daha fazla oyuldu içlerinde ki mutsuzluk çukuru.
Birinin acısı olduğunda diğeri koştu onun rüyalarına ve sarıp sarmaladı, onardı öbür yarısında ki yaraları. Rüyalarında buluşarak hafiflettiler birlik ve bütünlüğe ulaşamamanın acısını. Çekilen aşk sancılarına, sevgi eksikliklerine rağmen bazen öylesine tam ve bütün kalktılar ki yataktan sebebini anlayamadılar buluşuncaya dek.
Zaman geldi dünyasal aşka inançlarını kaybettiler.
Kadın ilahi aşkı aramaya koyuldu. Soyutladı kendini dış dünyadan ve iç dünyasını doldurması için Tanrı’ ya çağrılar yaptı. Bir balondan atılan kum torbaları gibi, attıkça ruhundaki ve bedeninde ki fazlalıkları ruhu hafifledi ve onun Tanrı’ ya Tanrı’ nın ona yolculuğu başladı.
Erkek dünyada ki farklı hazlara verdi kendini. Bazen ruhsuz bedenlerle, bazen bir kadeh gül rengi şarapla, bazen içini titreten, ruhunu okşayan müziklerle avutur buldu kendini. Bazen ayın serin yüzünde bazen güneşin yakıcı sıcaklığında bir çift göz aradı içine düşüvermek ve öbür yarısına kenetlenebilmek için.
Farklı yerlerde, farklı acılarla ve sancılarla yıkanan, arınmış ruhları olgunluklarını tamamlamış ve Tanrı’ nın istediği eşruh kıvamına gelmişti.
Ve bu buluşma küçücük bir mucizeye kalmıştı.
Tanrı’ dan ve meleklerden yardım istedi ruhlar. Tanrı’ nın onayıyla süreç bedenlerden habersiz başladı.
Kadın çekti göz kamaştırıcı ışığı ve gözlerinin derinliğiyle erkeği kendine. Ruhu görünmez ve ısrarlı bir çağrı yaptı öbür yarısına.
Erkek görür görmez, o derin gözlerden, sorgusuz sualsiz düşmek istedi delice. Ve ruhu kadının ruhunun kuytu köşelerine saklanmak ve tamamlanmak istedi.
Fakat beden durdurdu ruhları emin olmalıyız dercesine. Tanrı’ dan gelecek mesajlara ve işaretlere odaklandılar önce.
Ardı arkasına gelmeye başladı mesajlar. İşaretleri takip ettikçe yol birbirlerine uzandı.
Ruhlar bedenden habersiz başlamıştı taşları yerine oturtmaya ve beden şaşırıyordu bu yakınlığa.
Yüzyıllar öncesinden gelen bu tanışmışlığa ve alışmışlığa.
İçlerindeki mutsuzluk çukuru damlaya damlaya doluyordu hergün, berrak ve duru su tanesi kadar saf sevgi damlacıklarıyla.
Kalpler her zamankinden güçlü bir yangınla alev alev yanıyordu. Ve ruhlar mesafelere aldırmıyor akıyordu her istediklerinde bu yangınla beraber bütünlüğe.
İlahi bir aşkın onları kuşattığına emin olduktan sonra teslim oldu bedenler birbirine.
Tamamlandı ruhsal ve bedensel bütünlük.
Dünyaya dair her şey bir yalana, kadın bir su damlasına, erkek kadınını içinde saklayan kocaman bir okyanusa dönüştü.