Zaman Gazozu
Tüm güzellikler gün ışıdığında belirir sanıyorsunuz, belki de sizin yerinizde olsam ben de öyle düşünebilirdim.
Benim için gün doğumu sessizlik, viraneyi andıran dağınık sandalyeler, dize kadar birikmiş çekirdek kabukları, gazete kâğıdından yapılmış boş külahlar, küçük plastik dondurma kapları, bir kısmı kırılmış gazoz şişeleri demektir. Dün geceden kalan hoş sedalar, çocuk gülüşmeleri, kimi zaman ağlaşmalar, çekirdek çıtırtıları, kötü adamlara edilen küfürleri düşününce tebessüm edecekken; söylenmeyi adet edinmiş Mesut’un anahtar şıngırtısı böldü sabahı.
‘‘yazacağım dilekçeyi hükümete, umuma açık yerlerde çekirdek yemeyi yasak etsinler’’ dedi.
Her sabah buna benzer bir cümle kurarak basar kalayı, sonra da tüm hırsını önüne çıkan ilk devrilmiş iskemleye tekme atarak ayağına eziyet eder, canı yandığı için de küfürlerin jargonu değişiverirdi. İyice rahatladıktan sonra da bir duyan oldu mu diye etrafına bakar sonra beyaz perdeye döner ‘pardon Hulusi Baba’ der ve bu hallerine kahkahalarla gülerdi.
Beni birinin fark ettiğini hissederdim bu anlarda. Anlaşılsın diye bir derdim olduğundan değil bu şikâyetim. Bazen az da olsa duyumsanmak istemekten. Yoksa çokça memnunum görünmez olmaktan. Gündüzleri dinlenme fırsatı buluyorum. Sizin izlediğiniz filmlerde önemli karakter sayısı beşi geçmez. Oysa ben yüzlerce kişiyi izliyorum her gece. Hem de film öncesi, ara, film sonrası halleriyle neredeyse iki film süresi boyunca yüzlerce insan, yüzlerce hikâye görüyorum, her gece…
Atıf Yılmaz şaheseri film ilk defa bu gece oynayacaktı. Gündüzden gelip, henüz açılmayan gişenin önünde kuyruk olanların, kavurucu güneşe rağmen bekleşmeleri ve bu sırada ettikleri sohbetlerinden harika bir film olduğuna karar vermiştim. Filmi izleme şansını bulmuşlardan duydukları kadarıyla Türkan Sultan döktürmüştü, tüm kadınlar ise asıl jön için geliyorlardı elbette. İki hafta önce Ankara’da başlamış filmi henüz ben de izlememiştim. Kadir elbette iyi bir oyuncuydu, Ahmet Mekin’in neler yapabileceğini çok merak etmeye başlamıştım.
Bir süre sonra buralara sadece siyasi filmler geldiğinde uğrayan öğretmen emeklisi Recai Bey geldi. Onun dediği kadarıyla Aytmatov diye bir yazarın romanından uyarlanmış olması bile izlemeye değer kılmış filmi. Tavırlarıyla, söyledikleriyle, etrafından gördüğü saygıyla fikrine değer verilmesi gereken biri olduğunu düşündüren hocaya güvenen bir grup asık suratlı politik insan da kuyruğa girdi. O güne kadar oluşmuş en tuhaf kuyruktu bu. Mahallenin çaçaron teyzeleri bir yanda, yaşının tuttuğu imajını vermek için abartılı makyaj yapmış öğrenciler, evden sadece önemli günlerde çıkan hasta yaşlılar bir yanda duruyordu. Recai hoca hazır kalabalığı yakalamışken bir şeyler anlatmaya başladı. Yeni emekli olanların en acil ihtiyacıdır böyle zamanlar. Susamış, acıkmışlardır, hasrettirler böylesi hatipliklere. Havadan sudan konuşmaya devam ederken, pos bıyıklılardan biri en son ki saldırıyı duyup duymadığını sordu hocaya. Belli ki konuyu gündeme çekmek niyetindeydi. O grup dışındaki herkes tedirgin olmaya başlamıştı. Tecrübeli hoca hem görüşünü belirtip hem de ortalığı karıştırmayacak şekilde uzatmadan bitirdi söyleyeceklerini.
Sonra grubun liderini sokağın başına çağırıp, kulağına bir şeyler fısıldadı. Duyabildiğim kadarıyla dikkatli olmalarını öğütledi. Bizim deli Mesut’un adı geçti arada; muhbir lafı geçti, ülkücü dedi konuyu pek anlamadım ama hocaya ettiği teşekkürden, bunun çok önemli bir bilgi olduğunu çıkardım. Gruptan temsilci olarak bir kişi kaldı diğerleri sendikaya gideceğini söyledi.
Gündüzleri sıkıntıdan duvarın dışındaki hayatları kurcalar dururum. Olağan gibi gelen şeylerin içinde ararım ayrıntıyı. Mahallenin delisi Ali kızdırılınca etrafına zarar veren bir Mongoldu. Onu her seferinde dayak yemekten kurtaran mahallenin sevip saydığı Garbis abi lise mezunu olduğu halde ufku geniş bir aydındı. Felsefeye olan merakı yüzünden devamlı kitap okuyordu. Bu bilgileri içindeki insan sevgisiyle birleştirdiğinden sohbeti tatlı bir adam oluvermişti. Bir keresinde arka duvarın oradaki portakal bahçesinde ağlayan bir öğrenciyi gördüğünde, yanına oturmuştu. Derdini dinledikten sonra kendi bakış açısını anlatmıştı. Ne yalan söyleyeyim bu görüş bana da çok iyi gelmiştir. Acıların bizi kavurduğu anlar vardır, mutluluğun şekillerini belirleyen de bu anların kendisidir. Yaşanması normal ve gereklidir. Bu gibi durumlarda hayatın neresindeyim sorusu içine düşülmesi muhtemel bir buhranın panzehiridir. Ben hayatın neresindeyim. Şimdiye kadar neler yaşadım. Acıların yaktığı bizden sıçrayarak yükselip kendimize, geçmişimize, yaşayacaklarımıza bakabilme yeteneği kazanmak…
İşin sırrı burada demişti Garbis işin sırrı sadece burada…
Sıkıntıya girdiğimde bu sıçramaları yapmaya çalışıyorum. Acılar hayatımda ne kadar yer kaplıyor test ediyorum. Genele baktığımda olumlu yanlar elbette ki fazla çıkıyor. Bu açıdan bakıldığında hüznün bir adım ilerisi gereksizleşmekte. Duygulardan arınmak değil söylediğim. Hüzün güzeldir. Buhrana dönüşen zamanların artmaya başlaması, ölçüsü kaçmış bir yokluktan mıdır? Yetmemek, yetinmemekten midir?
Gişe açılmış ben gevezelik ederken; en fazla iki bilet alabilirsiniz böyle günlerde. Haksızlığı önlemek ve karaborsayı engellemek için düşünülmüş bu yöntemi delmek çok zor değil tabii ki. Akrabaları araya sokmak, tekrar sıraya geçmek ya da zor kullanmak. Kadir delisi bir evde kalmışsanız hele bilet bulabilmek için yapamayacağınız şey yok demektir. Zekiye adı çoktan deliye çıkmış olduğundan ölçüsüzlüğü kendine şiar edinmiş bir süslüydü. Annesi öldüğünden beri barakada tek başına yaşadığından, konu komşu sayesinde ayakta durabilen bir aklı havadaydı. Söylenenlere göre odasının duvarları Kadir İnanır afişleriyle donatmış, bir başka duvara da gazetelerde onunla ilgili çıkmış dedikoduları yapıştırmıştı. Parası olmadığını cümle âlem bildiğinden bu kez ne yapacakta filmi izleyecek diye merak ederken, ince bir pazarlığa tanık oluverdim. Patronla uzak akraba olan Neco ile fısıldayarak konuşuyorlardı. Neconun evi perdeyi tam karşıdan görüyordu, hele damına çıkıldığı zaman tam bir loca gibi izleyene kendini özel hissettiriyordu. Uyanık olan Neco her gelen misafirine ya çekirdek ya da karpuz aldırıyordu. Peki ama bu zavallıdan ne istiyordu ki?
Akordeoncu amca…
Tam ona ihtiyacı olduğunda sokağın belirirdi köşede, en umulmaz anlarda en çok ihtiyacımız olandı çaldıkları. Yaz kış başından eksiltmediği Alman şapkası, on yıl önce gidip bir daha ülkeye dönmeyen oğlunun gönderdiği tek şeydi. Ya sırf bunun için değerliydi ya da sürekli onu hatırlattığı için seviyordu onu. Kareli pantolon askılıklarına iliştirilmiş bir para kesesi ile yerleştiği köşesinde, durmadan gülümsediğinden daha da sempatik olan pala bıyıklarının gölgesinde kalan bakışları mavi gözlerini saklamaya yetmiyordu. Sürekli kafası kıyak olduğundan mıdır bilinmez bir parıltı vardı gözlerinde. Tango çalmayı çok seviyordu, az duyulmuş olanları bile kendi üslubuyla süslediğinden bizlere de hoş geliyordu. Ona ismini sorduklarında saygıyla şapkasını çıkarıp aynı parçayı çalmaya başlardı.
‘’Sevdim bir genç kadını’’
Mahallenin en yaşlısı ve en itibarlısı bir hanımefendi olan Madam Aleksandra yanına yaklaştı ve ona kenarı işli bir mendil gösterdi.
‘’Ey aksi ihtiyar bak bakalım hatırladın mı bu mendili’’ diyerek sesini yükseltti. Ardından çay ocağından bir iskemle isteyip amcanın yanına ilişti, bizim şarkımızı bugünde mi çalmayacaksın derken; bir genç kız gibi kaçamak bakışıyor ve tebessüm ediyordu. Bir yandan da ilgisi anlaşılmasın diye para kesesine abartılı bir yavaşlıkla arada bir para atıyordu. Amca ise hiç değişmeyen ifadesiyle aynı yöne bakıyor veya öyle gibi yapıyordu.
Bu film sayesinde mahallenin en renkli simalarını hep bir arada görebilmek şansını bulmuştuk. Çok kısa sürede ilk üç günün biletleri tükenmişti. Haberi almış olacak ki patronumuz Nuri Bey yüzüne yakışmamış bir değişik sırıtma ile odasının penceresinden çaycıya seslendi.
‘’Yap bir köpüklü ortaaa olsun’’
Söylenerek de olsa işini iyi yapan biriydi Mesut. Birkaç saat içinde tüm salonu temizlemiş olmanın yorgunluğu ile okaliptüsün altında serinlemeye çalışıyordu. İstisnasız her gün
‘’Tam yüz elli iki sandalye var, bunları sil, yerine yerleştir canım çıktı valla’’ demezse içi rahat etmezdi. Geceleri de büfede satış yaparak yardımcı oluyordu. Dışarıdan görenlerin miskin dediği bu adam yani nerdeyse benim kadar mesai yapıyordu diyebilirim.
Akşamüstü çöktüğünde gişeci çocuk müdüriyetin damındaki divana uzanıp bir saat kadar uyudu. Bu akşam çok kalabalık olacak bu yüzden satışlarda iyi olur diye düşünerek uyandı. Tek hayali bir bisiklet alabilmekti, ikinci el de olsa yürüyen herhangi bir bisiklet. Bunun için de para biriktirmesi gerekiyordu. Okul sonrası komşusu Nuri Bey’in biletlerini sattıktan sonra film boyunca da eğlencelik çekirdek, kabuklu fıstık, taze nohut satarak para biriktiriyordu. Tahmin ettiği gibi giderse bu film boyunca kazandıklarını da eklediğinde alabilecekti bisikletini.
Yavaş yavaş misafirler gelmeye başlamıştı. Ne o niye şaşırdınız, elbette ki tüm müşteriler benim misafirimdi. Tıpkı Aysel ablalara dizileri izlemeye giden mahalleli gibi, onlar da benim misafirimdi. Filmin yaptığı sükse ile birlikte ilk gösterim oluşu ve şehrin kalburüstü ailelerinin loca satın almalarının hemencecik duyulması; orta hallilerin de iyi giyinmesine sebep olmuş gibiydi. Bayramlaşmaya gider gibi giydirilmiş çocuklar, özenerek yapılmış fönlü saçlarıyla, Sophia Loren tarzı makyajlarıyla kadınlar, en pahalı kumaşlardan diktirilmiş takımlarıyla beyler hayal paylaşımına hazır gibiydiler. Nasıl bir film olduğunu daha bilmiyorlardı. Ne derece önemli olduğunu hemen fark etmelerini beklemek iyimserlik olurdu. Tek ortak arzuları vardı gelenlerin; başkası olabilmek. Kısa süreliğine de olsun başka hayatlara yolculuk etmek, kendine yakın bulduğu karakterin hayallerini onunla pay etmek. Bu kadar şey için de üç kuruş fazla para vermek kimseye zor gelmiyordu. Yalan söyleyerek alınmış izinler yüzünden yenecek muhtemel dayakları dert etmeyen gençler de vardı gelenler içinde.
Sizler yansıttığınız ışığın bu kadar insanı büyülemesinin güzelliğini gözünüzde canlandıramayabilirsiniz. Benim gibi devasa bir perde olsaydınız eğer, bir an önce gece olsa da suare başlasa diye dua ederdiniz. Sizlerin aşk dediği şey başınıza çok az geliyordur. Hani titreyen, mahcup, dalgın, sevdalı o bakışlar için hayat çürüttüğünüz bile olmuştur ya. Ben o bakışların onlarcasını her gece görüyorum. İşini iyi yapan bir sihirbaz gibi misafirlerimi büyülüyorum her gece.
Bazı geceler ise kapalı oluyoruz. Seçim, sayım günlerinde bir de on kasım matem gününde. Büyük çoğunluğun sıkıldığı on kasım günlerini çok seven bir küçük çocuk tanıdım geçen on kasımda. Babası eğlence yerlerinde çalıştığından bir tek on kasımda evde oluyormuş. Bu yüzdende on kasım gününü doğum gününden daha çok seviyormuş. On yaşında bir veletten bile öğreneceğim şey varmış işte.
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Onu görünür kılan şey bizim algılarımız, bakış açımız, dünya görüşümüz, kısacası içimizi yansıttığımız her şeydir. Zamanla değişen fikirlerimizin temelinde de bu vardır. Doğruların göreceliğinde de…
Birazdan bir masal başlayacak. En az on kız daha âşık olacak. Ergenler büyümek isteyecek, yaşlılar otuzuna dönmek. Düz saçlı şu şirin kız, Sultan’a özenip dalgalı saç meraklısı olacak. Liseli kızların yarın ki ilk işi sürme almak olacak. Bir de elbette Ses mecmuasındaki Kadir posterini…
Kamyoncular yarından itibaren pek bir havalı gezmeye başlayacaklar sahilde. Yeniyetmeler bıyıkları çıksın diye tıraş olurken iyice kazıyacaklar dudaklarını. Onun gibi bakmaya çalışacaklar, filmden ezberledikleri replikleri seslerini kalınlaştırarak söyleyecekler. Öylesi böylesiyle hayalleri pay edecekler yani. Kimin rızkına ne düşecek bilinmez, dedik ya o biraz da içimizin aklığına bağlı. Şeffaflığına bağlı, izin verdiğimiz ölçüde olabiliriz bir başkası ve ilginçtir ki belki de olduğumuz o -başka-; gerçekte asıl ‘biz’ den başka bir şey değildir.
Var mı buz gibi Zaman gazozu isteyen...
Eylül 2010
Nadir
YORUMLAR
Sanırım takip edeceğim ikinci bir kişi daha oldu Üç Kuş'tan sonra bu yazıyı da okuyunca.
Daha önce de söylemiştim, anlatım diliniz çok güzel.
Beğenerek okudum. Tebrik ederim...
astakoz
Araya kaynamış bir yazımdır sitede pek okunmadı ama benim sevdiklerimdendir.
astakoz
Teşekkürler.