Halk Ana
Taki Akkuş
HALK ANA
Her yıl, iki aylık turizm sezonu olmasa, kimsenin varlığından pek haberi olmaz, Edremit ve yöresinin... Turistlerin yoğun olarak bulundukları Temmuz ve Ağustos ayları ile şenlenir, devingenleşir her bir yanı.
İtkim, bu yörede pek bilinmeyen köyleri görmek ve incelemekti, içimde giderek büyük bir istem oluştu.
Bugün on yedi Kasım... Ramazan Bayramı sonrası... Edremit’te yapılmakta olan kapalı spor salonu inşaatı(!) için buralardayım. Buraya gelirken düşlediğim tek şey, yeni bir şeyler yazmaktı... Derler ya, bir şeyin üretilmesi için sessiz ve sakin yer çok önemlidir... Hiç de öyle gelmiyor bana.
Buralara gelip yerleşenler, ayrıldıkları yerlerin adını birlikte getirmişler... Yerleşim yerlerinin adıyla kendinizi İstanbul’da sanırsınız ilkin... İşte bazı yerlerin adları: Kadıköy, Bostancı, İçerenköy, Zeytinli, Altınoluk, Küçük kuyu... Gerçi Küçükkuyu Çanakkale il sınırları içinde olsa da, yukarıdaki isimlerle birlikte anılıyor sürekli...
Oysa ben, burada geçireceğim iki aylık sezon kadar ömür eskiteceğim.
Bu sıralar, zeytin toplama sezonu. Birkaç sırıkçı erkek, on onbeş toplayıcı köy kadını, ağaçların altında yüksek sesle konuşarak, kahkahalar atarak, yanlarındaki yaşlı üç dört erkeğe aldırmadan aşklarından ve sevgililerinden söz eder, sonra da, kimileri hüzünlenir, kimileri de gözyaşlarını içine akıtarak suskunlaşır.
Akşamın alaca karanlığında, yanlarındaki traktörlerin römorklarına tıka basa doluşup evlerinin yolunu tutarlar. Uzak köylerden gelenler ise, zeytinlik sahibinin çalışanlar için hazırladığı tayfa evine giderler.
İşçiler gittikten sonra, asırlık ağaçların altı, kırılan dal ve yeni sürgünlerin kırıklarıyla dolar. Bu zeytin dalları kimi ağaçların altına öbek öbek toplanır, sonra da bir araya getirilerek yakılır bir güzelce... Dalların her yakılışında yüreğim sızlar, aklıma Halil İbrahim’in ateşe atılışı takılır durur. Bir de yüreğimi yakan, Sivas’taki otuz yedi can!...
Oysa zeytin toplamanın başka bir yöntemi olmalı bu çağda. Ne bileyim, tırmık kullanma, titreşimli makineyle toplama falan... Teknik toplama yapıldığı zaman iki yılda bir toplanan zeytinler, artık her yıl toplanabilir.
Olduğum yerde dönüp Kaz Dağlarına baktım. Dağda taşta, yaz kış güzel, yeşilliğini kaybetmeyen zeytin ağaçlarının halı yeşilini izliyorum; kolları kanatları budanmışçasına.
Ara sıra, ağaçlar arasında geziniyor, yapraklar arasında günden güne olgunlaşan zeytin tanelerini izliyor, daldan dala uçan renk renk kuşlara bakıyorum.
Seyrine doyamadığım anların en güzeli, geceleyin şantiyenin önünde oturarak, yanmakta olan Projektörün ışığında, sivrileri ve böcekleri yakalamaya çalışan küçük yarasaları izlemek...
Sivriler bizi rahatsız etmesinler diye, güneş battıktan bir süre sonra, Projektörü yakarız. Projektörün yanmasıyla, çevrede ne kadar sivri, kelebek ve uçan börtüböcek varsa, Projektörün ışığı önünde arı oğulu gibi uçuşmaya koyulurlar. Projektörün arka karanlığından çıkan küçük yarasalar, kurşun hızıyla pike yapıp yakaladıkları sivriler ve böceklerle geldikleri karanlığa dönüyorlar yeniden. Kimi böcekler de, Projektörün ısısında kanatları yanınca, patır patır yere dökülüyorlar...
Böceklerin yere dökülmesiyle, şantiyenin önündeki Projektörün ışığı dibinde duran kediciğin keyfine doyum olmaz... Kedicik, beton zeminde şaşkınlıkla koşuşturan börtü böceği önce patileriyle yakalıyor, yokluyor ve onlarla oynuyor… Kimi zaman da, büyükçe olanları alarak yer...
Hiçbir şeye aldırmayan birkaç kurbağa, kediciğin yanında, ona eşlik ediyorlardı sanki... Kedicik, arasıra, patileriyle kurbağaları tırmalamaya çalışıyordu. Ama kurbağalar, kediciğe aldırmadan, kanatları yanık, yerde gezinen böcekleri yakalamaktan geri kalmıyordu. Karnını doyuran, kuru otların arasında zıplayarak kayboluyordu...
Duvarın dibindeki küçük delikten hızlıca çıkan, kuyruğu kesik, topal bir kertenkele, yan yan yalpalayarak, çabucak yakaladığı bir böcekle gözden kayboluyordu.
Uçmaya yeltenip de uçamayan böcekler, kurtuluşu, karanlığa doğru yürüyüp otlar arasında saklanmakta buluyordu.
Gece uzundu... İşçiler koğuşa çekilince, sivriler ve yarasaların savaşının bitmesini istedim. Doğanın bu acımasız yasası, yüreğimi sızlattı... Anlamını bilmediğim bir acı, mengene oldu yüreğime... Ben ne yapıyordum?.. Bunca börtü böceğin, hatta sivrilerin yok olması hoşuma mı gidiyordu?...
Yerimden kalktım, Projektörü kapattım. Ortalık bir anda zifiri karanlığa gömüldü. Her taraf kapkaranlık oldu. Hiçbir yeri fark edemiyordum. Akçay’a giden araçların ışıkları, karanlığı deliyordu zaman zaman, kurşun gibi... Bakışlarımı yeniden Kaz Dağlarına çevirdim. Köylerden Akçay’a doğru inen araçların ışığı, bir yıldız gibi ipil ipil yok oluyordu.
“İyilikten kötülük doğar” diye boşa dememişler. Benim ki de öyle: Bir anda, sivriler ve böcekler bana saldırmaya başladılar. Projektörü yeniden yakarak sivriler ve böceklerin saldırısından kurtulabildim. Ama gördüklerime fazla dayanamadım; Projektörü söndürdüm, ofise girip gecenin loş karanlığını camdan izlemeye başladım.
Bu kısa sürede çok şey öğrendim: Güre Kaplıcasının üst tarafındaki Tahtakuşlar köyü yolu üzerinde bir müzenin olduğunu; Edremit’in eski hanlarının bulunduğu yerin dünyada oksijeni en bol yer olduğunu söylediler. Oysa ben Akçay’a henüz gidememiştim. Gerçi on yıl önce birkaç kez Akçay’a uğramıştım. Ama o zaman, turizm bu denli yaygın değildi.
Geldiğimiz ilk günler, Altınkum Dalyan’da bir ev kiralamıştık. Kışın, birkaç kez Akçay’ın sahiline indim. Her taraf bomboştu. Yapılan bir savaş sonrası gibi, her yer perperişandı. Yanımdakilere sorduğumda:
“Burası şimdilik fillerin mezarlığıdır. Ama sezon açılınca harika olur... Her taraf cıvıl cıvıl, insanlardan geçilmez” demişlerdi.
Bugün kararımı verdim. Öğleden sonra Akçay’a gideceğim. Bakalım dedikleri kadar var mı? Artık sezon da başladı başlayacak. Bir iki dakika yürüdükten sonra anayola vardım. Minibüs tıklım tıklım doluydu... Kapının yanındaki pencereden, yol kenarındaki iş yerlerini, evleri ve zeytinlikleri seyretmeye başladım...
Bu arada her şeyi anlatamayacağım. Çok şeyler gördüm, duydum. Kimileri uçup gitti aklımdan. Kimisi de görselliğini yitirdi. Ancak bir şey var ki unutamayacağım. Böyle giderse hiç unutacağım da söylenemez: Bu, acımasızca kesilen zeytin ağaçları… Ağaç kesmek değil bu, katliam demek daha doğru olur!...
Bilmem hiç gördünüz mü? Ege sahili baştanbaşa, yeşilin en güzeliyle sarmaş dolaş; izlemeye doyamaz insan.
Akçay’ın sahilinde, denizin nazlı nazlı dalgalanmasını görünce yeniden şenlendi gönlüm... Gönendim, mutlandım. Yaşam sevincim yeniden boylandı... Güzel düşlerin uzanışına yeniden bıraktım kendimi; böylece, yeniden yakaladım kaybolan umudumu.
Nasıl sevinmezsin, umutsuzluğa kapıldığınız anda, karşınıza sevindirici şeyler çıkarsa... Sahilde de öyle oldu. Şöyle, rıhtım boyu yürüdüm... Kışın gördüğüm yıkılmışlık, yalnızlık yoktu artık. Bir saate yakın bir süre yürüdüm. Rıhtım boyuna yeni dikilen palmiyeler… Renk renk çiçekler üzerinde seyir zevkini duyumsayan gözlerim, birden, daha güzel bir şeye ilişti. Denizin içinde su pınarcıkları kaynıyordu. Pınarcıklar, bir tümsek gibi yukarı yukarı zorlayan suyun etrafında, bir iki ördek birbirini kovalıyordu. Ördeklerin dalgalandırdığı sularla güneş, ipildeyerek, maviliklerle dans ediyordu. Seyir harikaydı. Dalgalar, güneş ışığında halay çeken bir güzelin göğüsleri gibi aşağı yukarı yaylanıyordu sanki. Nice canlıyı evreninde barındıran mavi deniz, halk ananın azgın kısrağı...
Yanımda bir kadının varlığını duyumsadım birden... O da benim gibi, ördeklerin devinimini izliyordu. “Güzel kadın” diye geçirdim içimden... Yan döndüm... Kadın dalgındı. Hoşuma da gitmedi değil... Güzel kadın, dedim kendi kendime yeniden.
Oysa o benim farkımda mıydı, değil miydi, bilemiyordum... Acaba benim kendisine baktığımı anlamış mıydı? Kimdir, kimin nesidir, bir sorudur takıldı beynime. Kadına ait hiçbir şey bilmiyordum. Öyle de olsa, hoşuma gitmişti.
Derken, kadının gözleri beni yakaladı. Utandım, kaçırdım gözlerimi… Çok geçmeden yeniden baktım ona... Bakışları hâlâ benim üzerimdeydi. Bana bakıyordu. Mahzundu… Artık gözlerimi kaçıramadım. Birkaç saniyelik de olsa, onun ela gözlerinin içine diktim gözlerimi. O da hiç kaçırmadı bakışlarını. Yenilen yine ben oldum. Bakışlarımı gözlerinden kaçırdığımda titriyordum. Üşüyor muydum yoksa?...
İkimiz de, yanı başımızdaki masalardan birine oturduk. Yeniden göz göze geldik.
“Ne içersiniz” dedim.
“Bilmem” dedi. Hüzünlüydü sesi...
Bunca zamandır konuştuklarımız bunlardı. Olduğum yerde güzel düşler kuruyordum. Böylesi bir günde, acıyla sevinci aynı anda yaşadığım bir gün diye düşünürken çaycının sesi:
“Ne alırdınız efendim?”
Yeniden göz göze geldik.
“Ne alırdınız” dediğimde;
“Çay alalım” dedi.
“İki tane mi efendim” dedi garson.
“Lütfen” dedim.
Çaylarımız gelene dek sessizce bekledik. Bakışmıyorduk artık. Bilemiyorum, belki de o bakıyordu. Beni dikkatlice inceliyordu, sanırım. Eğer bakarsam, gizimiz açığa çıkar, bakışlarını kaçırır diye düşünürken, bakışlarım, masanın üzerindeki ellerine kaydı.
Aman Yarabbi!... Ben bu elleri tanıyorum… Evet evet, yarım asra yakındır, her an gördüğüm ellerdi bunlar. Yanılmam ben!... Yoksa bu kadın, evet bu kadın?...
“Buyurun efendim” diyen çaycının sesiyle başımı kaldırdım, yeniden göz göze geldik. Gülümsüyordu. Beni tanıyamadın mı, der gibiydi. Çayını ağır ağır karıştırırken, bu kez de ben onu incelemeye başladım. Bunca yıla karşın, onca çektiklerine karşın, hâlâ koruyordu güzelliğini. Kumral saçları ela gözlerine anlamlı geliyordu bence... Çayımı karıştırırken:
“Acaba hakkımda ne düşünüyor” diye geçirdim usumdan. Kimbilir, belki o da benim gibi uğraşıyordur durmadan. Peki, uğraşı ne, buralarda ne işi var?... Niye? O da benim gibi, buraları merak etmiş olmaz mı? Saçmalıyor muyum ne?...
Peki, o değil, bu değil!... Eeee? Nedir öyleyse bu durumum? Ne yapmak istiyorum bu saatten sonra? Çayımı yudumlarken yeniden buluştu bakışlarımız. Gülümsedi. Yanaklarından gamzeler oluştu. Evet, eminim artık. Ta kendisi... İkimiz de ipildiyen deniz dalgalarına bakıyorduk. Sessizdik. Nutkumuz tutulmuştu sanki... Sonunda o benden yiğit çıktı.
Gülümseyerek bana:
“Buraya tatile mi geldin, yoksa iş icabı mı” dedi.
Yanıt veremedim. Oysa o benim burada ne aradığımı biliyordu. Yine de sormadan edemedim. Belki de başka bir şey düşünemediğimden olacak.
“Spor salonu inşaatı yapıyorum. Burayı merak edince çıkıp geldim” dedim.
“Oooo ne güzel! Onu biliyorum...”
“Neyi” dedim.
“Burada ne için bulunduğunuzu!...”
“Peki, siz” dedim.
“Ben, ne” diye sordu.
“Affedersiniz, siz tatile mi geldiniz” dedim.
Gözlerimin içine bakarak yeniden gülümsedi. Çaylarımız bitmişti. Hiçbir şeyin bitmesini istemiyordum. Kendimi toparlayarak:
“Bir çay daha alır mıydınız” dedim.
“Alalım” dedi. Gülümsüyordu. Benimle eğleniyor gibiydi.
Birden, saçlarına kaydı bakışlarım. Boyalı saçları seyrekleşmişti. Kısa kestiği için, başını öne eğince, tepesindeki saçlarının tamamen seyrekleştiğini gördüm. Üzüldüm, yüreğimin bir yerine hançer saplandı sanki.
Artık akşam olmak üzereydi. Bir var ki, haziran ayındaydık; günler uzundu. Güneş ufukta kaybolmaya yüz tutmuş, ışınlarıyla denizin üzerine renklerini salmıştı bile. İkimizin yüzü, denizdeki yansımayla renklendi. Daha fazla ara vermeden, gözlerinin taa içine baktım. Hem deniz, hem de güneşin denizdeki yansıması bana anlamsız geldi nedense. Oysa ben böyle biri değildim. Ama konuşamıyordum işte. Çaylarımız ikinci kez geldi. Çaylarla birlik, içimi hüzün kapladı. Ya çayını içtikten sonra kalkıp giderse?...
“Gider elbette pısırık, senin gibi dilsizle ne işi olur ki?”
“O da doğru ya!...”
Yeniden baktım gözlerinin içine. Gülümsedi... Gamzeleri yanaklarında laleleşti. Bakışlarımızla konuşuyorduk artık. Mimiklerimiz bizi ele verdi.
“Kendinden hiç söz etmedin” dedim.
“Söz edilecek bir şey yok!... Buradayım işte” dedi.
Birden, çok soru sorduğumun ayırdına vardım. Sakın beni yanlış anlamış olmasın. Önümdeki boş bardağı yana iterek:
“Birer çay daha içelim mi” dedim.
“İçelim deee” dedi.
Haaa!... Anladım... “Kalkalım, çok geç oldu” demek istiyor. Yok yok! O sabah, bu akşam oturmuş duruyoruz... Acıkmıştır belki de!... Belki de ne? Acıkır elbette... Açlık dürtüsü beni de kamçıladı. Gerçekten acıkmıştım. Gözlerinin içine baktım. O da bana bakıyordu... Gözlerinin içi gülüyordu.
“Buraları pek bilmiyorum... Siz buralısınız sanırım” dedim.
“Yoooo! Yo, ben de pek bilmem! O konuda size yardımcı olacağımı pek sanmıyorum ” dedi.
Nerden bilecek, buralara hiç gelmemiş ki...
Oysa buraları çok iyi bilen birine ihtiyacım vardı. Bu meçhul kadın, iyi bir rehber olabilirdi. Kaldı ki buradaki eski yerleri görmek, yöreyi iyice incelemek, hatta zamanım olursa, Kaz Dağına çıkıp efsaneleşmiş Sarıkızın mekân tuttuğu yeri de görmek istiyordum.
İçimdeki fırtına dindi biraz. Her gün gördüğüm yüzler yine bir aradaydı. İkimize bakıyorlardı. Çaylarımız da geldi. Zaman da ne çabuk geçiyor. Sivriler de dolaşmaya başladı artık. O an gözlerimin içine bakan kadına daha da yakın hissettim kendimi. Sakın bir sorunu olmasın?... Yok canım; sorunu olan biri bu saate kadar tanımadığı biriyle oturur mu?... Sorunu olan biri varsa, o da benim... Oysa o beni tanıyor, ama nereden?... Peki, ben niye tanımıyorum onu? Belki işime böyle geliyor da ondan... Yüzünü dikkatlice inceledim. Birden, anlayamadığım, bugüne dek hiç tatmadığım öyle bir duygu hissettim ki, gözlerinin içine baktım yeniden...
Biraz gergindi. Yüzü pembemsi bir hal aldı. Gamzeleri göründü iyicene... Seyrine doyamadığım bir güzellikti bu. Belki de bana öyle geliyordu. Oysa bu, hayal falan da değildi. Gülümsemesi, mutluluğundan mıydı?... Ya yoksa bana mıydı?..
Bu meçhul kadını benden başka kimseler bilmesin, tanımasın diye düşündüm. Zaten öyle değil miydi? Bilmem, iyi mi yapıyordum, kötü mü? Niye kötü olsun ki?...
Günlerden bir gün rüyam gerçekleşti. Çok mutluydum. O denli mutluydum ki, kalemle anlatılması bile olanaksız. Belki başkaları anlatır, ama ben asla!...
İnsanın bilinci kimi zaman gerçeği anımsatmasa bile, kimi zaman da gerçeklere doğru doludizgin ilerler... Ben ise arkeologlar gibi iğne ile kuyu kazıyor, engin denizin derinliklerinde inciler aramaya çalışıyordum nedense... Eğer eskilerden kalma bir şey bulursam, yani kuşgözü kadar bir ışık, işte o zaman içimde kanayan yaranın merhemini de bulmuş olurum...
İç itkim inadına beni sıkıştırıyordu... İstencime doğru zoraki iteliyordu bilincimi...
Derken bir gün gözümü açtığımda, Canan’ım çıkageldi dünyamıza. Kimselere sezdirmedim ama dünyalar benim olmuştu. Öylesine mutluydum ki!... Yüreğimdeki acıyı dindiren, yaralarımı kısa zamanda onaran oksijen gibi sarmaladı yüreğimi… O gün bu gündür, yüreğim daraldığında, ilaç olur dertlerime tümden...
O dünya güzelinin aramıza katılmasıyla yaşamımız değişti, anlamlandı. Yaşama daha sıkı sıkıya sarıldım. Derken Can’ım, Özgür’üm çıkageldiler... Aman Yarabbi!... Bu ne demektir, bilir misiniz? Duyuldum... Görüldüm... Kanım, canım, her şeyim bunlar... Yaradana sığındım... Binlerce teşekkür ettim. Yuvam şenlendi, mutlandı... Bundan böyle tek uğraşım vardı: Onları sonsuz evrene umutla, sevgiyle uçurmak... Uçurmak...
Bu güne dek bu yaşadıklarım gerçek mi, düş mü henüz anlamış değilim!... Yaşamla ölesiye didişmem sürmekte... Oysa her şey ne kadar da tanıdık... Peki, bunda yadırganacak ne var? Bu meçhul kadını tanıma hazzı, yüreğimin bir köşesinde yıllardır durmakta, ilk günkü gibi.
Yüreğim kor alev, dalgalandı birden... Bakışlarım döndü sonsuz boşluğa...
Ey ulu evren! Halk ananın bitek rahminde yaşama döllenen cenin! Atbaşı koşmaktayım sonsuz bilinmeyene. Özlemim yankılanır sonsuz boşlukta… Varamadığım, ulaşamadığım sevgiliye inat, baharı beklemekteyim. Çok uğraştım, çook; hüznümü ve özlemimi gökyüzünde minyatürleştireyim diye!... Aksilik bu ya, engel girdi araya!... Bundandır ki, yüreğimin sevdası hep bu yoldadır. Kimbilir, belki de ayna olurum kimi yüzlere. Umudum ve gönencimdir. Belki o zaman isteğim anlaşılır. Artık korku falan neyin nesi ki!... Fidanlar çiçeğe dönüşeli hayli zaman oldu. Biri kaldı... Üzerine titrediğim... Kör topal, o da uçtu uçacak... Ben ölümüne sevdalandım bu yola!... Ya yoksa, şimdi çoktan yok olmuştum. Direncim, inadına direncim bundandır.
Zaman ötesi bir dehlizde koşmaktayım doludizgin... Zifiri karanlığı ışığa dönüştürme sevdam alevlenmekte giderek... Yüreğime bir çeçim serilmekte yarın adına… Nakış nakış, hece hece!... Su misali akarken dereye, gümüş pırıltısı yansımaları bilincimi açmakta. Halk anası, biteviye doğurgan kısrağım, şahlan artık kör karanlıklara... Duygularım hecelerle dans etmekte... Yapraksız ağaç gördünüz mü hiç? Üzgün, ölümcül?.. Yıldızsız gökyüzü gördünüz mü hiç, hoyratça?... Eğer bir gün dinerse dalgalanan suların yakarısı!... Ve bizi sabırla, ilmik ilmik, halı gibi dokuyan doğa!.. Ve bana yaşamı giderek sevdiren kitabi sözcükler, yaşama bu denli dört elle sarılmam, çiçeklerimin meyveye dönüşmesidir... Senin eserin, benim eserim derken!.. Ve günün tozları savrulurken ayak sesleriyle, bilinmeyen bir saatte, ben de karışırım o tozlara bir gün. İşte o zaman ne keder, ne de hüzün kalır... Kalan en güzel an sevgimiz... Oysa ben çoktan, rüzgârın hızıyla denizaşırı diyarlara doğru yelken açmaktayım, sonsuzluğa...”
Elim ayağım titriyordu. Heyecanım doruklardaydı. Kendimi sonsuz bir boşlukta tüy gibi hafif hissediyordum. Gençlik yıllarımın ilk heyecanı, coşkusu, sevinci!... O yıllardaki gibi, seni her saniye düşünmek, düşünmek...
Çaylarımız bitince kalktık. Minibüse bindiğimde kendi kendime kızmaya başladım. Adını bile soramamıştım. Hoş, o da sormamıştı ya!... Yol boyunca kendi kendime isim aramaya başladım. Minibüs varacağım yere gelmişti... Sürücüye teşekkür ederek indim. Yıldızlar gökyüzünde ipildiyordu. Yıldızlara bakarken dudaklarımın arasından “Melek” sözcüğü çıktı. Evet, sonunda bulmuştum… Yaşamımın umudu, sevinci, can yoldaşım. Yaşam boyu bir yastığa baş koyduğum yarim!...
Şantiyeye doğru yürürken aklım ondaydı. Keşke onu da alıp gelseydim.
Köpeklerin havlamasıyla düşlerim silindi. İşçiler Projektörün ışığında oturmuş tartışıyorlardı. Birisi, oturduğu sandalyeyi bana verdi. Sandalyeye yığılırcasına oturdum. Melek, beynimin içinde giderek gülümsüyordu. Zaten hiç bir zaman surat asmadı ki!.. Bu kez düş gibi gelmiyordu. Yoksa, aşk ve sevgi dedikleri şey bu muydu?.. Yılların eskitemediği, tüketemediği!.. Yüreğim derinden derinden titredi. Gönlümde bir şenlik, bir halay başladı ezgilerle!.. Halay başını çekiyordu. Artık tanıyordum Melek’i, hem de yıllar sonra...
Peki, o da beni tanıyabilmiş miydi acep!.. Gülünç… Bir ömür nasıl da sıkışıyor birkaç saate... Aynı masada oturup çay içmek, dilsizler gibi yüz yüze bakmak… Ne bileyim, ben de dilsiz olmak isterdim. Böyle de olsa, yine de, kafasında benimle ilgili birtakım düşlerin dolandığını düşünmem bile yüreğimi seviyle doldurdu.
Yaşamım, her şeyim, dünyam!.. Düşlerimde de olsa, ona kaptırmıştım gönlümü... İlk kez olmayabilirdi. Yaşam, acısıyla tatlısıyla yaşamdır. En güzel yanı da, acıyı, sevinci paylaşıp sevgiye dönüştürmek... Onu düşünürken tüm sıkıntılarım yok oluyordu. Kendimi güvende hissediyordum. Şimdi, kendi kendime kızıyorum. Her akşam tembel tembel buralarda zaman öldüreceğime hayıflanıyor, kendimden utanıyordum.
Artık çevremdeki zeytin ağaçları sabahleyin gözüme onun hayali gibi görünüyor, belki de hiçbir şairin dizelerle anlatamayacağı bir dünyadaydım. Günün bu güzel saatinde, Kaz Dağlarının sessiz ve sakin duruşu, ikimizin halini ne güzel nakşediyordu.
Zaman hayli geçmişti. Kalkıp içeri girdim.
Uyandığımda işçiler çalışıyordu. Keserlerinin çıkardığı ses olmasaydı, belki de hâlâ uyuyor olacaktım. Dışarıda güzel bir hava vardı. Kendimi her şeyden arınmış hissediyordum. İşte, Kaz Dağları… Yaradanın yaratıcılığı gözler önünde, ışıl ışıl!... İnsana mutluluk veren bu doğa güzelliği, karşımda yapıldayıp duruyordu.
Meçhul kadın aklıma gelince, karşıda görünen güzelliklerle uzun süre yetinemedim. Kahvaltı yapmadan inşaattan ayrıldım.
Evet, yanlış görmüyordum. Dün oturduğumuz masada oturuyordu. Beni bekliyor gibiydi. Beni görünce sevindi, gönendi, gülümsedi. Ela gözleri öylesine sevinç doluydu ki, yanağıma bir öpücük kondurmuşçasına, bedenimi bir ürperti sarmaladı. Yüreğim gümbür gümbür dövdü göğsümü...
Ona açılmalıydım artık. Ne yapmak istiyorduk? Kendi kendime söz verdim: Bu güzeli bir kerecik de olsa öpecektim. Bir solukta vardım yanına. Oturduğu sandalyeden kalktı, bana doğru iki adım yaklaştı. El ele tutuşarak göz göze geldik… Yıllardır yan yanayız da birbirimizi tanımıyoruz gibi, gamzeli yanağından bir öpücük aldım. O da beni öptü.
Az önce düşündüğüm olmuştu. Bu güne dek böyle bir duygu yaşamamıştım. Oysa ben böyle değildim...
Neyse, dediğim olmuştu. Bana göre dünyanın en güzel yaratığından bir öpücük koparmıştım. O da mutluydu. Yanakları al al oldu. Gözlerinin için mutluluk doluydu. Bana olan, ona da olmuştu. Benim için mutluluğun doruk noktası... Şimdiye dek ne böyle bir duygu, ne de heyecan duymuştum. Ama artık her şey olabilir düşü beynimde, ikimiz de gerçek bir sevgiye yelken mi açıyorduk ne ?.. Ellerimiz kenetlendi...
Karşılıklı oturduk. Yine nutkumuz kesilmişti. Sadece bakışıyorduk. Böylesi hoşuma gidiyordu. Konuşursam yüreğimden çıkıp gidecek, diye korkuyordum. O da mı benim gibi düşünüyordu? Konuşursa gizi açıklanacak mı?.. Oysa ben mutluydum. Gevezelik etmektense, doya doya gözlerinin içine bakarak, onun dünyasında yaşamaya çalışıyordum, sessizce... O da benim gibiydi!.. Gözlerimin ta içine bakıyordu. O da sesli konuşmaktan korkar gibiydi.
Gözlerimle:
“Biliyor musun, bu gece hep seni düşündüm. Yüreğim kıpır kıpır; yanımda olmanı ne de çok arzu ettim” dedim.
“Ben de aynı şeyleri düşledim. Seni düşlemekten hiç bıkmadım ki!.. Uyuyamadım da, inanır mısın” dedi.
“Ben de pek uyudum diyemem. Hep yüreğimdeydin. Hiç çıkmadın ki” dedim.
“Sahi mi? Ben de aynı şeyleri yaşadım” diyerek tutmakta olduğu elimi sıktı... Ben de aynı karşılığı verdim.
Elimi bırakmadan sandalyeden ağır ağır kalktı. Rıhtımda mendireğe doğru yürümeye başladık. Her adım atışımızda bana giderek yaklaşıyordu. Bir anda, kollarımın arasına alıp var gücümle bağrıma basayım, dedim. Ama o, elini belime dolamıştı çoktan. İkimiz de bulutlar arasında sonsuz bir boşluğa doğru giderek yaklaşıyorduk...
Taki Akkuş
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.