- 1490 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BEYAZ GECELERDE İBRAHÎMCE
Gıri bulutların göğün ve yerin yüzünü kapadığı, koyu pastelimsî renklerin günün bütün havasına ve görüntüsüne sindiği bir sonbahar mevsimi günüydü. Serindi hava, yumuşatıcıydı ayrıca. Sert, ciddi ve dertli bir erkeğin yüz hatları kadar belirgindi hüznün gözleri. Doğanın hüzün günüydü sanki o gün, doğa lisanınca hüznü resmetmişti her ayrıntısına. Durgun, dalgın, dingin, belirsiz, sıkıntılı ve düşünceli bir simanın tüm karmaşık ifadesi görülebilirdi doğanın kendisinde. Toprağın, taşın, bitkilerin, hayvanların, bulutların, yağmurun bir duygudan, bir ruhtan yoksun olmadığının sezildiği anlardan bir andı o an.
Yeryüzü kimin ruhunu yaşatırdı kendinde. Kimin hislerini ve ruh halini yansıtırdı ruha. Doğanın bu müzmin, dertli ve kederli dili çözülmeye değerdi. Çözümüyse en az dert ve keder kadar güçlüklerle çevriliydi.
Sessizliğin sesiydi duyduğum. Hüznün derin sessizliği içindeydi belki de her şey ve her yer. Çevremde insan namına hiç kimsenin bulunmadığı bir yerdeydim. Doğanın hüzünlü görüntüsü müydü insanları doğadan uzaklaştıran, insan varlığını doğasından uzak tutan kapalı alanlara kapatan neden, bilemezdim.
Göğsümde sabitleştirdiğim kalın kitaplarla, kavun içi rengin tüm solukluğunu yansıtan bir fakülte binasının sayısız merdiven basamağını adımladım koşarcasına, telaşla ve hızla. Uykunun tatlılığından kendini alamamış ve uykuculuğu nedeniyle dersine gecikmiş bir talebenin heyecanlı tavırları içinde ve çocukça binanın büyük kapısı önünde dağılan kitaplarımı düzenlemeye ve soluklanmaya çalışıyordum acûlâne. Kızaran yanaklarımın pembeliği, burnumun ucundaki pembeliğe karışmış gibiydi. Hava soğuk değildi, üşümüşüm yine de havamın soğukluğu içinde. Kapısı önünde durduğum büyük binanın içini adımlamak üzereydim ki istem dışı bir güdüyle başım, binanın sol kısmındaki yola yöneldi bir anda.
Bir iki saniye içinde bakışlarıma isabet eden erkeğin yalnızca yüz görüntüsü hayretler içinde bırakmıştı beni, farklı bir âlemin sınırları dahilinde buldum kendimi ansızın, her şeyin ağır çekim modunda olduğu bir düş âlemindeydim düşümde. ‘’ İnanılmaz, o ‘’ sözleri döküldü dudaklarımdan fısıltı halinde ve yere serildi kitaplarım.
Merdiven basamakları üzerine saçılan ders kitaplarımı göremeden ve kaldırma gereği duyamadan, bu defa önceki koşuşturmadan daha büyük bir hızla ve çeviklikle merdiven basamaklarını aşağı doğru adımladım uçarcasına. Gözden kaybetme endişesiyle toprak yola revan oldum ardından, sırtının bana dönük olduğunu gördüğüm erkeğin ardında yürüyordum yavaşça, sessizce. Aldığım ve verdiğim nefesin dahi duymuyordum sesini. Sessizliğin sesiydi duyduğum. Bir dedektif edası içinde takip ediyordum hayaletimsî adımlarla önümde ilerleyen erkeği.
Toprak yolda yürüyenlerin biri bendim, diğeri o. Simsiyah takım bir elbise içindeydi İbrahim. Yaka düğmesi iliklenmemiş kıravatsız bir gömleğin göz kamaştırıcıydı beyazlığı. Uzunca siyah saçlarına ve kısa siyah sakalına uyum sağlayan giyimiyle, elinde kıyafeti kadar siyah dikdörtgen deri bir bavulla ve omuzunda bu kadar siyah rengin içinde bir anda ayırdedilebilen sportif kırmızı bir sırt çantasıyla boynu hafif eğik, bakışları yere çakılı, ilerliyordu dalgınlıkla ve ilgisizlikle. Koyu pembenin ve siyahın rengiydi benim kıyafetlerimdeki hâkim renkler.
Karşımda ilerleyen erkekle aramdaki mesafeyi azaltma adına biraz daha yakınlaştım ona. Yürüme biçiminde gözle görülür her hangi bir değişimin gerçekleşmediğini gördüm ve biraz daha yaklaştım kendisine. O kadar yakınlaştım ki ona, omuzum omuzuna değmek üzereydi yanında yürürken. Bu kadar yakınındaydım ve yanında yürüdüğümün olamıyordu farkında.
Başımı yüzüne yöneltmeden, kendisine baktığımı kendisine hissettirmeden gözlerimin ucuyla devrilen gözkapaklarına baktım ilgiyle. Varlığımın farkında değildi, olacağa da hiç benzemiyordu. Yanında görünmezlik kisvesine bürünmüş hissediyordum kendimi. Onun dalgın, mahzun ve düşünceli haline büründüm onu bu kadar dalgın ve ilgisiz görünce ve aynı ruh hali içinde ilerledim onunla tozlu ve ıssız yolda. Derin bir hüznün selâmını aldım hüzünle.
Zihnimde çeşitli sorularla ve düşüncelerle, sinemde bir sızı halindeki küskün hislerle kendisini selâmlayıp selâmlamamanın kararsızlığı içinde ilerledim uzun bir süre. Kararsızlığım, sonunda derin bir sukûnete bıraktı benliğimi, birbirine kenetlenen dudaklarımı kıpırdatamadım. Kilitlendi sanki nutkum. Konuşamadım, konuşma gücü bulamadım kendimde, onun o ilgisizliği ruhuma sinince.
Büyük bir kaya parçası üzerinde ucu bucağı görünmeyen bir okyanusun eşiğinde yürüdüğümüz yolun sonlandığını gördüm. Gökyüzü simsiyah örtüsüne bürünmüştü okyanusun yakınına ulaştığımızda. Gecenin karanlığı bütün ürkütücülüğünü okyanusa yansıtıyordu sanki. Petrol yeşilinin, platinin, mavinin ve laciverdin en parlak ve en çıldırtıcı renkleri içindeydi üzerinde bulunduğumuz kayalığa çarpan dalgalar. Okyanusun gizemli görüntüsü ürpertici bir güzelliğin eşiğiydi ayrıca.
Karşıya geçişi sağlayan tek yer üzerinde bulunduğumuz kayalığın bulunduğu yerdi. Beş adımlık bir mesafenin ötesindeydi karşı kayalık. İbrahim, üzerinde yürümekte olduğu yolun doğal bir uzantısıymış gibi yürüyüşünü sürdürdü suyun içinde. Bende ardından yürüdüğü şekilde yürüdüm suyun içinde, suyun derinliği göğüs mesafesindeydi, suyun yürüyüşümüzü zorlaştırıcı her hangi bir engeliyle karşılaşmamış olmamız, suyun içinden karşı kayanın üstüne ıslanmadan çıkmış olmamız da son derece hayret vericiydi. Bense bu hayret verici durumlara hayret edemeyecek denli zihinsel ve hissel meşguliyetlerle zihnimi ve yüreğimi etkisiz hale getirmiş bulunuyordum o an.
Ardından karanlık bir yolun dar geçidinden kötü ve bakımsız bir yola geçtik onunla ve o yol üzerinde yürüdük kısa bir süre. Bir harabe yığınını andıran, bahçesi ayrık ve yabanî otlardan seçilemeyen yıkıntı ve çöküntü halindeki kapısız bir eve ilerledi İbrahim, inanılmaz bir kayıtsızlıkla. Evin kapısız kapı girişinden giriş yaptığım anda duvarlardaki derin çatlaklar, pencerelerdeki kırık ve çamurumsu camlar, bu büyük sefaleti tamamlayan kirler, pislikler, duvar diplerinde kümelenmiş çöp ve toprak birikintileri sindi bakışlarıma ilk anda. İbrahim, evin karşısındaki kapılı tek odanın içine girdi değişmeyen o mütemadî dalgınlığıyla ve devrik bakışlarıyla. Kapının eşiğinde İbrahim’i ve böyle bir evde böyle bir odanın bulunuyor olmasını gariplikle seyre dalmıştım. Oda, döşemesiyle, duvar boyasıyla, tek kişilik yatağıyla, dolaplarıyla, halısıyla, odanın dekorunda kullanılan renkleriyle tam anlamıyla bir genç kızın odasını andırıyordu bana. Odanın büyüleyici, tatlı ve sıcak renklerinin çevremde görmeyi istediğim renklerden oluşmuş olması da durumun ilginç bulduğum bir başka kısmıydı. Lilanın, pembenin, morun, eflatunun ve fuşyanın bütün güzelliği, çekiciliği ve cazibesi yansıtılmıştı odaya ve odanın dekoruna. Bana düşümde tasarladığım ve dekore ettiğim odayı anımsattı bu oda. İbrahim, siyah deri bavulunun içindeki her şeyi odası olduğunu düşündüğüm bu odaya yerleştiriyordu itinayla. Odanın güzelliğine, odaya uygun aksesuarlarla, biblolarla güzellik ekliyordu adeta İbrahim. Kıyafetlerini yerleştirmekteydi ardından dolaba ağır hareketlerle. Evin içinde kalınabilir ve yaşanabilir tek odasıydı onun odası.Kapının eşiğindeydim hâlâ. Ve hâlâ bensiz, benim varlığımdan habersizdi İbrahîm.
Bir kullanıcı tarafından yapılması istenenleri yapmaya programlanmış bir bilgisayar sistemiydi sanki yakınımdaki erkeğin o zaman dilimi içindeki sistemi.Kapının eşiğindeydim hâlâ, kapının eşiğinde kendi odasında kendisini gözlemlediğim erkeğin durumu, hali, tavrı ve tutumu içimdeki bütün sevinci çekti ve aldı içimden. Beni kendinden daha mahzun, dalgın, düşünceli ve dargın bıraktı o kapının eşiğinde. İçinde bulunduğum evin duvarlarını yaran çatlaklardan daha büyük ve derin çatlaklarla yarılmıştı sanki sinem. Hüznün türlü türlü rengi ve elvan elvan sesi içimde, yaralı ve kırgın bir dişi aslanın, kaplanın mağrur kederi yüreğimde, sırtımı döndüm sırtımı kendisine dönmeyeceğimi düşündüğüm erkeğe, ve geldiğim yolun iznin sürdüm ezici hislerle. Bütün bağlantıları koparılmış bir insanın en yoğun ilgisizliğiyle ve boş vermişliğiyle ilerledim ve durdum o büyük kara kayalığın üstünde.
Zifiriydi karanlık o kayalığa vardığımda, şiddetli ve dehşet bir fırtına kopuyordu okyanusta. Dalgalar, üzerinde bulunduğum kayalığa ve bana kusuyordu bütün öfkesini sanki. Kayalığı parçalamak istercesine çarpıyordu dalgalar kayalıklardan bana. Okyanusta kopan fırtına saçlarımı dağıtıyordu sağıma, soluma. Oysa başörtülüydüm yol boyunca, şimdiyse başörtüsüzlüğümün farkına varamayacak kadar kendimden geçmiştim, uzaklaşmıştım kendimden. Kayalığın karşı yakasında bir balıkçı haykırarak karşıya geçmem gerektiğini söylemeye çalışıyordu, kıpırdanamıyordum, kıpırdamak istemiyordum büyük yorgunluğumun etkisi içinde. Hüznün bütün ifadeleri ayrı ayrı ziyaret ediyordu yüzümün mekânını ve taştan bir heykele dönüştürüyordu bu ziyaretler benliğimi. Bir sandal üstünde o kayalık üstünde kalmamı istemeyen bir balıkçı elini uzatmış sesini duyurmaya çalışıyordu bana bağırışlarla. Yağan yağmurdan sırılsıklamdı balıkçı. Yağan şiddetli yağmur damlaları konuşmasını engelliyordu balıkçının. Yağmurun tek damlası ıslatmıyordu oysa beni. Balıkçının o büyük uğraşına yöneldi bakışlarım büyük durgunlukla. Çılgına dönmüşçesine yalvaran sözlerle ve bağırarak konuşan babacan bir insanın sakalı kirli, toplu suretiydi, o balıkçıya dair bakışlarımda kalan tek ve son görüntü. Okyanusun ve gökyüzünün bu hırçın ve asi durumu suyun içinden geçip geçmeme konusunda derin bir kararsızlık içinde bıraktı ruhumu. Bakışlarımı sonu ve sınırı gözlerimin görme yetisinin çok üstündeki okyanusun görüntüsünde ve üstünde bulunduğum kayalığa çarpan, korkunç sesler çıkaran dalgalarda sabitlendi tekrar. Görmüyordum kimseyi, duymuyordum sanki hiç bir şeyi.
İrileşen gözlerimin ardında, düşüncelerime aldığım tek kişiydi o an İbrahim… İbrahim’di ve İbrahim’in o derin ve yoğun dalgınlığıydı düşündüğüm…
İçimde büyüyen hayret duygusu, bütün duyularımın işlevselliğini zedelemişti adeta. Yüreğimde derin hüznün ağırlığı içinde, donuk ve mahzun bakışlarla irileşmiş göz bebeklerimi, okyanusun üzerinde kıpırdamadan durduğum kayalığa çarpan hırçın ve öfkeli dalgalarında, derin düşüncelerin derinliğine bıraktım ruhumu. Ruhumu incelten ve saflaştıran bir sızının ruhuma yayılmasına seyirciydim o an… Yaşamış olduğum bu olaya anlam verememiş olmanın zihnî ağrısı, yüreğimdeki sızının ellerinden tutmuş öylece ilerliyordu damarlarımda.
Hayatımla olan bütün bağlantıların tek tek, tel tel ve tamamen kopmaya başladığı ve kendi varlığından koparılan varlığım hayatın içinde yutulucağı ve kaybolacağı anda çok uzaklardan ve çok derinlerden geldiği hissedilen sabah ezanının ilk tekbir sesiyle açtım gözlerimi sabaha.
Allahuekber, Allahuekber
Allah en büyüktür, Allah en büyüktür
Türkiye ve Suriye sınırının uzağında kalan bir Suriye - Rasılayn camisinin cami müezzinin sesiyle uyandırılmış olma duygusu hem şaşırtıcıydı hem huzur verici… Hayret vericiydi, çünkü Rasılayn camisinin minaresinde okunan bir sabah ezanının beni uykunun o tatlı kollarından ayırması mümkün değildi doğal uyku zamanlarımda. Huzur vericiydi, çünkü rüyanın bütün ağrısını ve sızısını ruhumda hissetmekteydim uyandığım ve yaşadıklarımın bir rüya olduğunu anladığım halde. Üzüntüsünü bütün zerresine yaymış, bütün hücrelerine sindirmiş bir insanın çok derinlerden yükselen içli ve dokunaklı bir ezan sesine duyduğu özel ilginin o mahzun yürek üzerindeki serinletici ve rahatlatıcı etkisi eşsiz derecede önemli…
Hareketsizce sırtüstü uzanmakta olduğum ranzada gördüğüm rüyanın bütün ayrıntılarını hatırlamaya zorladım kendimi ve üzerime yüklenen ağırlığın hafiflemesini bekledim dakikalarca.
Uyandığım anda en net hatırladıklarımın rüyamdaki çeşitli renklerin keskinliği ve parlaklığı olması düşündürücüydü. Doğada çok özel bazı işlemler altındaki madenlerin alevleri üzerinde görülebilen renklere benzer sıra dışı, çekici ve şaşırtıcı renklerdi rüyama sürülen renkler.
Ve İbrahim’in bir an olsun yukarı kaldırmadığı göz kapakları ardında kalan derin gizemdi düşündürücü bulduğum durum. Bir saniye dahi göz göze gelmedi gözlerim gözleriyle. Bir salise dahi gelemedi.
Aslında beni fark etmesini, benimle ilgilenmesini istediğim tek erkeğin varlığımın farkına varmamış ve beni görmemiş olmasıydı beni derin düşüncelerin derinliği içinde bırakan asıl neden.
Etkileyici bulduğum bu rüyayı kendisini rüyamda gördüğüm erkeğe de anlattım internetin yazışma sayfasında bir kısım detaylarıyla. O günün akşam zamanı, kendisiyle yazışmaktan büyük bir mutluluk ve doyum aldığım erkekle yazıştığım bir esnada bir yolunu buldum ve kendisiyle yazıştığım son akşamın gecesi rüyamda gördüğümü ifadelendirdim kendisini tedirginlik içinde.
Tedirgindim, tedirginliğimin özeldi nedeni.
Yazışmakta olduğum erkeğin genç bir bayanın genç bir erkeği rüyasında görmüş olması durumunun özel anlamlarını sezinler imâlı bakışlarını varlığımın her karesinde hissettim kendisini rüyamda gördüğümü ifadelendirir ifadelendirmez çünkü.
Tedirginliğimin ve içten içe içimde duyduğum o duygu dolması ve boşalması olayının izaha en yakın nedeni bu olmalıydı.
‘’Gerçekten mi ! ?’’ sorusunun harfleri arasında, hayret, sevinç ve heyecan karışımı bir duygunun izlerini görür gibiydim. Evetledim ardından rüyamda gerçekten kendisini görüp görmediğimle ilgili sorusunu. Rüyamda kendisini nasıl bir durumda gördüğümü sordu serice, ben bana bu soruyu yöneltmiş bir erkeğe bu rüyayı anlatmamı isteyip istemediğinden emin olup olmadığını sordum onu biraz daha meraklandırma adına.
Evet, yalnızca merakını kamçılama ve artırma adına sordum bu soruyu kendisine.
Durgunlaşır gibiydi, ‘’ Yani anlatıp anlatmamakta özgürsünüz ancak rüyanızı anlatmanızı isterdim yine de ‘’ yazısı geniş bir tebessüm yaymıştı yüzüme.
Derin ve geniş bir tebessümün kalıntıları eşliğinde rüyamı anlatmak istediğim için kendilerini rüyamda gördüğümü ilettiğimi belirttim ona. Rüyanın tamamını müdahalesizce okuduğunu tahmin ediyorum. Ne kadar dikkatle ve özenle okuduğunu bilemeyeceğim. Rüyanın yarısını anlattığım esnada rüyanın çok ilginç bir rüya olduğunu söyleyerek rüyanın anlatımını sonlandırdığımı düşündü. Rüyanın tamamının anlatımını tamama erdirdikten sonra rüyanın kendisi için en üzücü yanının fakülte binasına girişimi engellemiş olmasının olduğunu ifade etti sevimlice. Derin ve artan bir tebessümün sıcaklığıyla okudum yazışma sayfasındaki bu sözleri. Ardından rüyamdaki söz konusu renkleri bu kadar iyi tasvir edebilmiş olmamın ilginç olduğunu belirtti.
Ve son günlerde farklı bir olayla ya da durumla karşılaşıp karşılaşmadığımı sordu bana ilgiyle.
Bu soruya verebileceğim o uzun yanıtı gizlercesine ‘’ Hayır, sanmıyorum’’ yanıtını verdim esef içinde ve istemsiz. Yazışmanın sonrasıysa derin ve uzun bir sükûnete teslimdi. O derin ve uzun sükûnetin sonrasınıysa anımsamakta dahi zorlanıyorum şimdi.
İçimde hâlâ aynı hüzün, aynı dalgın ifade, aynı buruk duruş, aynı mahzun bakış…
Derin ve uzun büyük ve kahredici bir ilgisizliğe terkedilmiştim yaşadıklarım ardından, rüyamda varlığıma yöneltilmiş o ilgisizliğe benzer ve yakın ilgisizliklerle terkedilmişti varlığım…
Rüyamın yorumunun hayatım üzerindeki karşılığını ve ilişkilerim içindeki yerini anlamaya zorladım kendimi zaman zaman sık aralıklarla, anlayamadım, anlayamamıştım…
Rüyamın anlamı ve yorumu onunla aramdaki saf ve nezih ilişkinin ve beraberliğin sonlanacağının işaretleriyle kuşatılmıştı beklide…
Bu işaretlerin işaretlediği bu anlamı ve yorumu göremedi yüreğimin gözleri ve sonunda terk edildim derin, büyük, uzun ve sonu gelmez ilgisizliklerin beraberinde…
Zihnimde zihnimi ağrılarla saran düşüncelerle ve sinemde sinemi yaralayan hislerle terk edildiğim anda anladım terk edileceğimi İbrahîmce ve İbrahîmle…
Baş rol oyunculuğunu ‘’Türkan Şoray’ın ve Kadir İnanır’ın’’ paylaştığı ‘’Selvi Boylum Al Yazmalım’’ filiminin unutulmaz repliklerinden bir tanesiydi Asya’nın ‘’ Sevgi neydi, sevgi neydi ‘’ diyerek hüzünle, ıstırapla, acıyla tekrar tekrar, içten içe ve içini yakarak sorduğu o yalın ve mâsum soru…
Sevgi neydi, neydi sevgi ? ? ?
Sevgi biraz da terk edilmekti beklide…
Terk edilmişliğin acısına ve sızısına sonuna kadar doymaktı, koyu hüzünlerin parmak uçlarında…
Sevgilice terkedilmişliğin tüm acısını yüklenebilecek kadar sevgiyle dolu kılmaktı belki de yüreği…
Sevgi neydi, neydi sevgi ? ? ?
Sevgi neresindeydi terk edilmişliğin, neresindeydi sevgi ? ? ?
Sevdiğini sevdikçe sevdiğinin senden başkasını sevmesinin önünde sisli ve sessiz bir engel halini almaktı belki de sevgi…
Sevgi neydi, sevgi neydi, neydi sevgi ? ? ?
Sevgim sevdiğimi sevgiyle yaklaştırır sevgime diyebilmekti belki de sevgi…
Neydi sevgi, sevgi neydi, neydi sevgi ? ? ?
Sevilmediğini ve sevmemesi gerektiğini bildiği halde sevgisini kanlı gözlerine şahit kılabilmekti sevgi…
Sevgi neydi, neydi sevgi, sevgi neydi İbrahîm ? ? ?
Sensizliğinle senin olabilmek miydi sevgi, senin olabilmek için sensizliğe katlanmak mıydı sevginin kendisi…
Neydi sevgi, sevgi neydi İbrahîm ? ? ?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.