OSMANLI İNSANI 2
Osmanlı ceddimizde müthiş bir “dayanışma ahlâkı” vardı...
“kişisel menfaat” ikinci plânda, ahlâk ve maneviyat birinci plânda idi. Tabii, millî ruha dayanan devlet de son derece güçlüydü.
Tarihî araştırmalarına dayandırarak bir devletin ancak “dört kuşak” yaşayabildiği sonucuna varan İbni Haldun, bu sürenin ötelerini geçmenin mümkün, ancak şartlara bağlı olduğunu belirtiyor.Osmanlılar; o şartları yerine getirdikleri için, altıyüz sene yaşayabilmiş nadir örneklerden biridir.
“Ben kazandım, komşu dükkâna gidin”
Fatih Sultan Mehmed, tebdil çıktığı bir sırada rasgele bir dükkâna giriyor. Birkaç şey satın alıyor. Sonra başka bazı şeyler istiyor, derken, dükkâncı:
“Yeter Begüm (beyim)” diyerek itiraz ediyor tanımadığı müşterisine, “satın aldıklarınızdan kazandıklarımla bugünlük çoluk çocuğumun nafakasını çıkardım, diğer ihtiyaçlarınız için lütfen komşu dükkânlara gidin, onlar da çoluk çocuk bakıyor.”
Sıradan bir bakkalın Fatih Sultan Mehmed’e söyledikleri, “Bu toplumda neden eskisi gibi Fatihler, Yavuz’lar yetişmiyor?” diye soranlara bir cevap olur kanısındayız.
Bence asıl sorulması gereken soru şu: Şu halimizle, biz, sahiden “biz” miyiz?
Birbirimize tahammülsüzlük hastalığı, içimize Batılılaşma sürecinde girdi. Geleneksel yapımızda, farklılıkları yüzünden insanları yadırgamak, yargılamak, horlamak, aşağılamak, ya da üzerlerine baskı kurmak yoktur. Hele inanca baskı anlayışı, tamamıyla Batılı bir anlayıştır. Özet olarak, hoşgörüsüzlük bir Batı hastalığıdır.
Birlikte yaşamak bir san’attır: Bu san’atın en iyi san’atkârı da Osmanlı’dır!
Hoşgörüsüzlük bir Batı hastalığı
Meselâ Almanya’da, yılda kaç Musevî’nin evlilik yapabileceği kanunla belirlenmişti. Bu kanun ancak 1864’de yürürlükten kaldırıldı. Museviler Hıristiyanlar’la eşitlendi. Ne var ki, Hitler iktidara gelince, sırf dinleri farklı olduğu için, Musevileri fırınlarda yaktı.
On sekizinci yüzyıl sonlarına kadar Fransa’da Protestanların evlenme hakkı yoktu. Fransız Protestanları hiç bir şekilde karı-koca olamadıklarından, tabii ana-baba da olamıyorlardı.
Amerika’da ise, daha düne kadar zencilere reva görülen muameleyi hepimiz biliyoruz. Sadece ayak işleri’nde çalışabiliyorlar, beyazların otobüsüne binemiyor, okuluna gidemiyor, çok varlıklı bile olsalar beyazların yoğun olduğu semtlerde ev tutamıyorlardı. Beyaz önderler tarafından hepsi aynı isimle çağrılıyordu: “Pis zenci!”
“Demokrasi’nin beşiği” saydığımız İngiltere’de, ancak 1828’den itibaren başlayan bir süreç içinde “inançlara özgürlük” sağlandı. Bununla birlikte, halen, Anglikan Kilisesi’ne (Katolikliğin kısmen yumuşatılmasından oluşturulmuş bir yorum) bağlı olmayan bir hanedan mensubu kral ve kraliçe olamaz: Yani şimdiki Veliaht Prens Charles, “Ben Müslüman oldum” yahut “Ben Ortodoks’um” dese İngiltere tahtına asla geçemez
Beş yüz senelik Osmanlı hakimiyetinin yaşandığı bölgelerde dinleri, dilleri, kılık kıyafetleri ve mâbedleriyle birlikte varlıklarını hâlâ sürdüren gayrimüslimler, bunu Osmanlı’nın İslâm kaynaklı müsamahasına borçludurlar.
İslâm’da “insan hayatın merkezi”dir. Hayat insan için var edilmiştir.
Osmanlı Devleti’ni yönetenler, İslâm Dini’ni kuşkusuz “tek din” olarak görürlerdi. Bu anlamda başka “din” tanımazlardı. Ne var ki, insanın “tercih hakkı”na (iradesine) saygı gösterir, kendi inançlarını doğru yaşarken, diğer insanların inancına (dinine değil) karışmazlardı. Karışmak şöyle dursun, hattâ her insanın kendi inandığını yaşayabilmesini kolaylaştıracak düzenlemeler yaparlardı.
NOT:Yazımın içideki bazı alıntılar (Tarihi sevdiren adam) Yavuz Bahadıroğlu’na aiittir.Bana tarihi ve osmanlıyı sevdiren yazar.
Sevgiyle kalın