- 944 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HER YENİ, ESKİNİN İNKÂRIDIR
Diyalektik bağlamda "her yeni, eskinin inkârıdır." Bu da gene zincirlemesine değişik toplumsal ve sosyal yaşam farklarının birbiriyle olan çatışmalarıyla olgunlaşır. İşte bu süreç içinde zıtların, sürekli iç içe ve birbiriyle çatışma içinde olması sonucunda illahi ki kendi bağrında yeni bir şeyi uç nokta olarak ortaya çıkarır. Bu oluşum her konuda karşımıza çıkar. Bu durum, evrenle bir bütün olarak insan doğasının diyalektik kuralıdır. Toplumsal, sosyal, kültürel ve tarihi değişimler de hep böyle gelişip ilerler.
Eski dinler içinde de en son din İslam dinidir. İslamın doğuşu M.S. 610’dur. Hz. Muhammed’in peygamberliği de gene bu döneme denk gelir. Bu dönem, Bizans-Sasanî çatışmasının en sıcak olduğu bir dönemdir. Açıkçası aşırı yoksulluk, kıtlık ve sefaletin kol gezdiği dönemdir. Üstelik doğan kız çocukların diri diri kuma gömüldüğü bir cahiliyet dönemidir. Bu süreçte müthiş bir aristokratik sivrilme de söz konusudur. Yoksul halk, açlık içinde sersefil bir yaşam içindedir. Zengin bir azınlık da, aristokratik bir burjuva yaşam sürdürür. Tam iki derin çelişki ve birbirine zıt iki yaşam tarzı var. Bu durum, Arabistan yoksul halkları için önemli bir şans sayılır. Çünkü yoksul halk perişan bir durumdadır. Bundan dolayı kendisine yardım edici bir önderliğe ihtiyacı olur. İşte peygamberlik, böylesi bir ortamda siyasî bir lider olarak sahneye çıkar. Onun siyasî sahneye çıkışı tamamen o zamanki düzene karşıdır. Bu hareket, Ortadoğu’da hızlı bir şekilde gelişerek ilerde bir imparatorluk haline gelir. İslam ideolojisi, böyle şartlar içinde eski düzene karşı sıyrılarak yenilenir ve güncelleşir. Bu esnada kıtlık ve yoksulluk içinde kıvranan Yahudi kavimi ve ideolojisi, Peygamber önderliğinde tüm halklara açılarak bu yoksulluk ve darlık aşılır. Bu siyasî arena içinde tamamen yeni bir yaşam tarzı geliştirilir. Bu yeni yaşam tarzı da sonradan değiştirilerek yeni ibadet şekilleri getirilir. Daha sonra bu ibadetler tamamen simgeleştirilir. Kendi dönemine göre islamlık, iyi bir strateji ve taktikle dünyanın dört bir yanına yayılır. Aslında bu yeni islam hareketini, ilk enternasyonalist hareket olarak da değerlendirmek gerekir. Bu anlamda Peygamber, kendi döneminde büyük bir ilericidir.
Yukarda bahsettiğim enternasyonal dönemini tamamen başlatan ve örgütleyen kişi de Hz. Ali’dir. Bu grup içinde her kabileden yüksek nitelikli kişilere raslamak mümkündür. Selman-ı Farısî, Ebu Zer Gıffarî, Bilal-ı Habeşi gibi ve birçok savaşçı buna örnektir. İslamın doğuşu boyunca kapsamlı olarak bu alanda her kavimden ezilen yoksul haklar da yer alır. Söz konusu dönemlerde yayılan bu yeni ve medeni siyasi hareketin gelişimi, bazen keskin, bazen de ağır ve sancılı olur. Ayrıca siyasî proğramı, önderliği, strateji ve taktiklerde de gene enternasyonalist ruhun egemen olduğu anlaşılır. Kırklar meclisi buna bir örnektir. Yalnız Peygamber’in ölümünden sonra devralınan iktidar, yanlış yola kanalize edilir. Gerekli uygarlık düzeyi yaratılmaz. Çünkü toplumun uygarlaşması demek toplumun modernleşmesi ve demokratik bir düzeye erişmesi demektir. O halde bu bakış açısı doğrultusunda günümüz islamında uygarlığın geride kaldığını da net bir şekilde belirtmek gerekir.
İslam, Arapça bir sözcüktür. İslâm kavramının Türkçe karşılığı TDK sözlüğünde" (islâ:m) Hz. Muhammedin yaydığı din, müslümanlık." olarak açıklanır. Yani Muhammed’in yaydığı din olan müslümanlıktır.
İslam kavramının anlamını iki şekilde öğrenmiş bulunuyoruz. Biri barış, diğeri de tam karşıtı savaş olarak ileri sürülür. Ama hangisi doğrudur diye bakarsak bu durum kendini pratikle gösterir. İslam kavramının "barış" anlamında olduğu söylense de bu terim, günümüzdeki pratik yapısıyla kavramsal olarak yerini bulmaz. Bu kavramın "cihad" anlamında olduğunu benimseyenler çoğunluktadır. Üstelik "cihad" kavramı, günümüzdeki islamın pratiğiyle de uyum sağlar. Ayrıca barış kavramı, günümüz islam dünyasının pratik sosyal yaşamına da ters düşer. Belki de ilk başlarda islam kavramı, anlam itibarıyla barış anlamına gelebilir. Bu, Peygamber’in, kendi özlem ve tutkusu da olabilir. Fakat Peygamber’in ölümünden sonra iktidarın Emeviler’in eline geçmesiyle, bu ideolojinin içeriğini ve politikasını, kendi amaçları doğrultusunda değiştirip ona mal edebilirler. Bu, bir yanılgı ve hile de olabilir. İslam, günümüzdeki pratiğiyle cihad veya savaş anlamındadır. Bir yönüyle de islamın adının barış anlamına gelmesi ilginçtir. Çünkü karanlıkta kalmış tarihi bir dönem söz konusudur. İslamın ortaya çıkmasına Musa kavminden bazı önemli unsurlar da yer alırlar. Bunlar ezilen yoksul ve fakir kesimlerdir. Tarihi süreç içinde yapılan savaşlardan ortaya çıkan sonuç, üç temel hedefe yönelme durumu olarak anlaşılır. Bu da, Bizans ve Sasanî İmparatorluğuyla Kureyş aristokrasisidir. Özellikle ana hedef Kureyş aristokrasisi olur. Fakat Mekke’de ilk hedefe yöneliş M.S. 622 tarihinde hicretle sonuçlanır. Bu dönem yoğun bir hareketlilikle başlar. Tartışma ve toplantılar yoğundur. Ajitasyon ve propaganda birliği kurulur. Bu birliğin başına da Bilal-ı Habeşi getirilir. Bu toplantılar ilk önce açık alanlarda olur. Amaç bellidir;
İslam, kendi siyasetini ve ideolojisini en geniş kitlelere ulaştırmak amacındadır. Daha sonra bu tartışma ve toplantılar kapalı alanlara taşırılır. Bu alan da mescitlerdir. Hatta bazı toplumsal sorunlar, bu alanda gene halk arasında biraraya gelirken çözümlenir. Bu daha sonra süreç içinde gelişerek halk mahkemesi haline dönüşür. Bazı hata ve cezalar, halk mahkemesi tarafından halledilir.
1- Yani açık alanda bir araya gelme,
2- Üstü açık mescitlerde biraraya gelme,
3- Daha sonra bu mescitlerin üstü örtülerek cami haline getirme, son durum olur.
4- Toplumsal sorunların çözülmesi olayı yerine sonradan namaz getirilir. Böylece konu, kendi amacından saptırılır. Bu, şu şekilde de açıklanabilir: Modern çağdan kurtulup ilkel çağa geri dönme arzusu hakim hale gelir. Toplum, camilerde eğilip yeri öpeceğine ve bağımlı kul olma yerine, kendi arasında bütün sorunlarını içinden homojen bir şekilde çözmesi en mantıklı yoldur.
Günümüzde sanıldığı gibi camiler ibadet yeri değil, toplantı, tartışma ve toplumsal sorunları çözme yerleridir. İnsanlar arasında varolan kırgınlıkların ortadan kaldırılması ve küskün insanları barıştırma yeridir. Yani bina olarak Cami, Peygamber zamanında yoktur. Sadece üstü açık mescitler vardır. Cami olayı çok sonradan inşa edilir.
Peygamber Medine’ye göç ettikten sonra, yoksul Medine halkı, ondan yana hareket eder. Peygamber, kısa süre içinde Medine’de ilk sosyal sözleşmeyi hazırlar. Bu yeni sözleşme, az bir klan ve kabile aristokratı dışında, kabilelerin ezici çoğunluğunun işine gelir. Bu yeni sözleşmeyle vaat edilen ve cennet olarak tabir edilen Bizans ve Sasanî mülküdür. Cehennem ise gene eski yaşam tarzı olur. Artık bu tarihi süreç içinde ilk Arap cumhuriyetinin doğması an meselesi olur. Yani savaş ortamından sıyrılıp yavaş yavaş barışı temin etmek, sosyal refahı ve huzuru oturtma eylemleri de beraber geliştirilir. Özellikle Peygamber, Hz. Ali’yi kendine halef olarak yetiştirir. Bu halefliği de Kadir Hum’da ilan eder. Bu ilan, tam bir islam manifestosunu içerir. Peygamber’in amacı şudur;
İslam dünyasını genişletmek ve tüm dünya insanlığını kucaklamaktır. Ezilen dünya halklarını kardeşçe ve dostça bir arada huzur içinde yaşamasına olanak sağlamaktır. Açıkçası Peygamber, Kadir Hum manifestosundan sonra yeni bir dönemin başlayacağını ilan eder. Bu yeni sürece de Hz. Aliy’i lider olarak görevlendirir. O, hem siyasî, hem hukukçu, hem de askerî olarak kendini yetiştiren Hz. Ali’nin başaracağını düşündüğüne inanır. Asıl amaç, sosyalist bir islam cumhuriyetinin kurulmasıdır. Bu durumu fark eden Emevi faşist aristokrasisi, Peygamber’in ölümünden önce sinsi bir şekilde gizli olarak kendi arasında anlaşıp darbe hazırlığıyla Peygamber’in öldüğü gün (632) iktidarı ele geçirir. Böylece Peygamber’in amacı ve hedefi, faşist Emevi aristokratları tarafından provake edilir. Davaya inanan, birçok defa savaşlarda canını tehlikeye koyan, ilkelli, hümanist ve sosyalist insan Hz. Ali’nin öldürülmesi olayı, Muaviye ve sülalesine tamamen bir sultanlık yolunu açar. Emeviler’in bu sultanlığı tam 400 yıl sürer. Peygamber sülalesi de, Hz. Hüseyin’in Kerbela’da trajik biçimde Yezit tarafından öldürülmesiyle politik önemini tamamen yitirir. Yani Kerbela olayından sonra iktidara hakim olan Emevi iktidarı, Ehl-i Beyt efradına politik yasak uygular. Bu politik yasak günümüze kadar devam eder.
İslam iktidarı el değiştirdikten sonra yeni bir tefeci ve çeteci tüccar doğar. Bunu yaratan da gene ünlü Muaviye olur. Bu dönem Muaviye dönemidir. Beytülmal, iktidara gelen Emevi halifeleri arasında pay edilir. Bu yeni tüccar Arap kliği, daha sonra sadece yarımadada değil, tüm Bizans ve Sasanî mülkünde de hak iddia eder. Emeviler’in iktidarı döneminde, büyük fetih hareketleri düzenlenir ve peş peşe zaferler kazanılır. Peygamber’e yakın tüm bilim adamları da bu dönemde imha edilir. Yani çeteleşme ve asıl kaos, bu döneme denk gelir. Tamamen faşizm dönemidir. M.S. 650’lerde Sasanilerin tümü, Bizans’ın büyük kısmı, Kuzey Afrika fethedilir, Konstantinopolis’in kapılarına kadar dayanılır.
Ömer dönemi en fetihçi ve zalim dönemdir. Emevi islamın zalimliği korkunç derecede doğuya ve hatta Asya’ya kadar yayılır. Bu korkunç psikolojik korku da özellikle Kerbelâ olayında yaratılır. Bu faşist imha biçiminin tesiri geniş halklar üzerinde büyük bir etki bırakır. Halid bin Velid’in korkunç savaş taktiği de halklar üzerinde etkisi olur. Bu savaş tarzı, İskender’in uyguladığı savaş tarzına da benzer. Emevi islamın doğuya veya Asya’ya kadar yayılması korkunç derecede hatalı olur. Bu aşama, uygarlığın bir kolunun oluştuğu gibi görünse de bir bilinç yanılmasına yol açar. Kültürler ve uygarlıkların korunması yerine, tamamen yokedilir. Bir tarihi veriye göre sadece bir günde 500 bin kişi katledilir. Meşhur İskenderiye kütüphanesini yakan kişi, gene Ömer’dir. Daha sonra Eba Müslümü Horasanî Emevi iktidarına son verip daha ılımlı bir yol izler. Peygamber sülalesi onun döneminde biraz rahat nefes alır. Fakat onun ölümünden sonra Abbasiler’in Haşimi kolu dönemi ılımlı görünse de gene Peygamber sülalesi, imha ve politik yasaklardan kurtulamaz. Bu islam hikâyesinde ilginç olan tek şey şudur;
İslam felsefesinin, hırıstiyanlık felsefesi içinde zıt olarak ortaya çıkması, ilan edilmesi ve yayılmasıyla birlikte iktidarla iç içe olur ve iktidar olarak doğar. Yani islam, bir din olarak değil, tamamen siyasî bir iktidar olarak doğar. Zaten bu din kavramı, o zaman kullanılan siyasî bir kavramdır.
Ezilen yoksul halklar, gerçek emek verenler, hızla iktidardan dışlanırlar. Küçük bir kent tüccar klanından çok kısa süre içinde bir imparatorluk haline dönüşür. Fakat bu da uzun sürmez.
Hz. Muhammed’in, kendisinden yaşlı Yahudi asıllı Hatice’yle evlenmesi de ilginçtir! Kurduğu şirketin adını islam koyması da ilginçtir. Gerek ticarî, gerekse dinî açıyla birlikte, siyasî anlamı içinde bilimsel-sosyolojik olarak çözümlenmesi olayı günümüzde son derece öğreticidir. Bir de Peygamber’in yaşadığı dönemde ailesinin fakir olması çok önemli sosyal bir faktör içerir.
İslam, böyle radikal büyük bir askerî ve siyasî hareket olmasına rağmen, dini bir kelime pek açıklayıcı olmaz. Bunu daha önce de belirttim. Bu olay, tamamen gerçeği örtbas eden bir rol oynar. Oysa islam kavramı, tamamen simgesel ve siyasî bir isimdir. Allah ve peygamber kavramlarının kullanılması da siyasî bir örtüdür. Ayrıca bu gibi kavramların İbranilerce çok önceleri geliştirildiği de bilinmektedir. Sosyolojik olarak, kral ve yardımcılarının yüceltilmesi olayı, Sümer ve Mısır mitolojisine kadar köken olarak aynıdır. Hz. Muhammed’in Tanrı kavramına kazandırdığı içerik oldukça farklılık kazanır. Günümüzdeki resmî Kur’an’ın içeriğinde anlaşıldığı kadarıyla Tanrı, evrenin bir enerjisi olarak belirtilir. Fakat islam bilginlerince, bu konu hakkında hiçbir sosyolojik yorum geliştirilmez. Bu da, getirilen bahanenin "içtihat yolunun" kapanması olayıdır. İmanın şartlarına gelince;
Bu konu hakkında Peygamber’in sağlığında yeterli bir bilgi yoktur. Bu şartların pratiği şekilsel olarak olup olmadığı da kesin belli değil. Ancak Peygamber’in ölümünden sonra geliştirilen islam ve imanın şartları bir nevi teorik bilgilerdir. İbadetler de pratikle bağlılığı canlı tutmak içindir. Bu gibi ahlâkî ölçüler de, gene o zamanki toplumun sosyal yaşam tarzının egemen oluşuna bağlıdır. Yani getirilen bu yeniliklerin büyük bir kısmı, o dönemin ahlâkî ve hukukî ihtiyaçlarını karşılamak içindir. İslamın doğmasıyla, ilk köleci aşamadan kalma felsefik yaşam tarzına sert müdahale edilir. Bilhassa kâfirlik kavramının günümüzdeki karşılığı zalim veya faşist kavramıdır. O dönemde kâfirlik, imha edilmesi gereken bir "ötekidir." İdeolojik çoğulculuk İbrahimî gelenek için bir hak olarak tanınır ki bu da çok yanlış bir politik yoldur.
İslamiyet, hırıstiyanlığa göre laikliğe kapalıdır. Üstelik eski yaşam tarzına karşı radikal ve köklü savaşlar, çok olumsuz sonuçları da beraberinde getirir. Öyleki islam dini, tek din ve en doğru din olarak görülür. Halkların tarihsel kültürleri ve inançları bahane edilerek ya yok edilir, ya da asimile edilir: Örneğin Zerdüştilik, Şaman, Manilik ve Mazdek gibi. İslamlığın getirdiği yeni yaşam biçimi, feodal aristokrasiye de yolaçar. Yani günümüz itibariyle vahşi kapitalizme yolaçar.
Sonuçta despotik sultanlıklar kaçınılmaz olur. Din olarak islamın, despotizmi önleme yeteneği yoktur. Zaten günümüzde her türlü fanatik, radikal örgüt ve yapılanmalar gene islam içinde çıkar. Bu durum hırıstiyanlık için de aynıdır. Hırıstiyanlığın monarşiye açık olması kadar, rahipliği de gelişkin bir iktidar ortağı kılar. Günümüzde Vatikan’ın merkezi yapıya kavuşturulması buna bir örnektir. Onun için birinin durumu diğerinden aşağı veya yukarı aynıdır. Bu iki din de köleliğe tam karşıt değildir. Bu gibi öğeler de devletin en temel taşlarıdır. Hem hiyerarşik, hem devlet iktidarını daha güçlü koruma özelliğini taşırlar. Her iki din de, kavimsel ve ırksal gelişmeyi teşvik edici mahiyettedir. Bundan böyle din, ırk, cinsiyet ayrımı, milliyetçilik ve her türden gericilik varolduğu müddetçe ulus devlet olgusu da varolacaktır.
Feodal aristokrasiden vahşi kapitalizme geçişten sonra egemenler, dinleri kendi çıkarları uğruna kullandıkları da görülür. Gerek eski, gerekse günümüzdeki zihniyet temelinde olsun, egemenler din maskesi altında, Tanrı gölgesi altında toplumların ahlâkî yapısını rehin alırlar. Tarihler incelendiğinde bu konu bu şekilde sürekli işlenir. Halklar bu bilinç yanılmasıyla bugüne kadar yönetilir. Din maskesi altında insanlığı zehirleyip körelten bu emperyal sistem, sürekli kavimciliği, ırkçılığı, milliyetçiliği, şovenliği ve her türden gericiliği günümüz insanlığına dayatmaktadır. Bu dayatmalar binbir hile ve entrikayla halen yürürlüktedir. İşte onun "küreselleşme" zehiri tamamen yeni bir köleleştirme biçiminden başka bir şey değildir. Günümüzde benim dinim seninkinden daha iyidir. Yok benim terörüm seninkinden daha insanidir gibi laflar günümüzün en büyük insanlık ayıbı olur. Yok benim islamım senin islamından daha ılımlıdır. Yok benim hırıstiyanlığım seninkinden daha radikaldır gibi deyimler insanlığın gelişmesine asla hizmet etmez. İslamı götürüp öyle masum bir örtü içine sokmak da gene kafanın kuma gömülmesinden hiçbir farkı olmaz. Bu durum, insanın kendi kendisini kandırmasından başka bir şey değildir. Allah adına gövde üzerinde kelle koparmak ne kadar vahşi ise, karşıtı bunu ne kadar eleştirip kendi doğruluğunu savunsa da para etmez. Bu ikilem böyle devam edip gider. Eğer insan, kendi vahşi yönünü törpülemeyip kendini terbiye etmezse, teorik olarak ne kadar güzel laflar ederse etsin para etmez. Bu, tüm dinler için de geçerlidir.
Hasan DAL
(Hangi islam? adlı eserimden aktarıldı.)
YORUMLAR
Ezilen sınıf ve tabakalar, bu yalakacı tarihçiler tarafından yalan üzerinde kurulu tarihlerle hep uyutulmuştur.
Haklısınız bizde bu işte pek maharetliyiz ....Hele ekranlara çıkıp program yapan tarihçilerimiz tam komedilik..
Egoları ekrandan fışkırıyor..Dinleyen de dinliyor.Bizim gerçek tarihimiz İngiltere, Fransa, İtalya vs..Kraliyet arşivlerinde yazılı, kayıtlı..Hem de belgeleriyle...
Bir dönem birisi söylemişti""Rüşvetin belgesi olur mu??" diye..İşte O arşivlerde bizim devlet adamlarına yüzlerce yıldır verdikleri rüşvetler yazılı...Alanların büyük çoğunluğu şimdi türbelerinde huzur içersinde yatıyor..
Hele bir de destansı zaferlerin, aslında ne kadar destansı bozgun ve rezalet olduğu belgeler, yazılı kitaplar okuyanı tam şok geçirtir..
Cumhuriyet dönemi ve Dersim olayları da karanlıkta bırakılmıştır..Düzen böyle gidiyor hocam..
Teşekkür ederim.