- 1111 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
NİÇİN YAZMALI?
NİÇİN YAZMALI?
Herkes için “niçin yazmalı?” sorusunun ayrı ayrı cevabı olsa da, bilinen bir söz vardır “söz uçar, yazı kalır” denir. İşte bu sözden hareketle anlık duygu ve düşüncelerimizi veya düşündüğümüz, tasarladığımız, hayal ettiğimiz şeyleri kağıda dökmek ve yazmak isteriz. Söylenen her söz havada uçup gider, ama yazı öyle mi? Yazı daha kalıcı ve daha edebi özelliklere haiz. Acele ile söylerken karşımızdakine ne söylediğimize pek önem vermeyiz, pek de dikkat etmeyiz, ama yazı öyle mi? Yazıyı düşünerek yazdığımız için, söylediğimizden daha çok, kat kat daha çok önem veririz ve dikkat ederiz.
Yazarken her yazarın tabii ki kendine göre yazma amacı ve nedeni vardır muhakkak. Her insan günlük hayatın akışı içerisinde karşılaştığı bir olay, bir obje, bir manzara, bir duygu seli, bir sevinç, bir üzüntü, vesair durum karşısında karşılaştığı durum ile alakalı olarak kafasında beyin fırtınası estirir. Yazar olsun olmasın, her insanda ama az ama çok, karşılaşılan durum karşısında kendi kafasında şekillenmeler, önermeler, öfkeler, yaptırımlar, hayaller, dışavurumlar oluşur.
Sanatla veya yazarlıkla ilgisi olmayanlar, o anlık değerlendirmeyle yetinir ve konuyu çabucak unutur giderler. Fakat olaylara, konulara sanatsal gözle bakanlar bazen ufacık bir durumdan bile sayfalar dolusu eser, bazen bir roman bile çıkarabilirler. İşte kafamızda şekillenen durumla ilgili olarak kısa da olsa düşünceler kağıda aktarılmalı hemen yazılmalı, en önemlisi unutulmaya terk edilmemelidir.
Zaten insan kendisi için bir şey yazmaz, kendisi için ancak unutmamak üzere not tutar. İnsan yazdığını başkalarıyla, okuyucusuyla paylaşmak için, yazdığı yazının onlar tarafından okunması için yazar. Dolayısıyla yazmak ve okumak bir elmanın iki yarısı gibidir, yazmak olmazsa okumak olmaz, okumak olmazsa da yazmanın bir anlamı kalmaz.
Ülkemizde çalışkanlık ve zenginliğin timsali olmuş ünlü işadamımız rahmetli Vehbi Koç’un fabrikalarında veya devam eden işler ile alakalı olarak çalışma sırasında gördüğü ve tespit ettiği yanlış veya eksik işleri ilgililerine, oğluna ve / veya torununa sözlü olarak o an bildirmeyip, bilahare sakinleşdikten ve öfkesi geçtikten sonra oturup sade ve güzel bir uslupla tespit ettiği aksaklıkları kağıda dökerek yazdığı ve bu yazılı ikazı ilgililerine ulaştırdığı bilinmektedir. Söylemeyip yazmak, böylece kalıcı olabilmek ne güzel ve ne dayihane bir yöntem değil mi?
Vehbi bey eğer o zaman gördüğü ve tespit ettiği aksaklıkları sözlü olarak söyleseydi veya bağırıp çağırsaydı durum ne olacaktı? Bir kere bağırdığı kimselerin kalbi kırılacaktı, iş verimi artmayıp aksine tamamen düşecekti. Keza söylediği sözler de günümüze kadar gelemeden çoktan unutulup gidecekti. Oysa Vehbi bey geniş ufku ve ileri görüşüyle en güzeli ve doğru olanını yaparak düşüncelerini öfke halindeyken değil, sakinleşdikten sonra yazıya dökmüş ve böylece çok değerli fikirlerinin günümüze kadar hatta belki de gelecek nesillere taşınmasını sağlamıştır. İşte bu öngörü günü değil, geleceği görebilmek, anı değil geleceği yaşayabilmektir.
Düşünmeden söz söylerken insan belki de bir an öfke halinde istemediği şeyleri karşısındakine söyleyip kalp kırıcı ve üzücü olabilir. Fakat aynı şeyleri öfkesi geçtikden ve sakinleştikden sonra yazıya dökmek suretiyle yazmaya çalışırsa, o zaman istese de artık fazla kırıcı olamaz. Yazısını daha yumuşak uslupla ve fazla kırıcı olmadan yazmaya çalışır.
Dolayısıyla örnek davranış sergileyen ve yaptıkları yıllar sonra daha da iyi anlaşılabilen ünlü işadamımız kendisini minnet ve rahmetle andığımız Vehbi Koç’un söylemek yerine yazmak yöntemini herkes, her kademede, kendi çapında vakit geçirmeden, hemen şimdi, derhal hayata geçirmeli diye düşünüyorum. O zaman belki insanlar biribirlerini daha iyi anlar, kırgınlıklar azalır hatta ortadan kalkar, en önemlisi yazı sayesinde insanlığa not düşülür, belki birileri bundan yararlanır.
Şunu asla unutmayalım; yazmak, okumak içindir.
ÖMER DOĞANLI
Ağustos - 2010