- 965 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KENTİN KAYBOLAN YÜZÜ
"KIYI" KÜLTÜR SANAT DERGİSİ’NİN EYLÜL-EKİM 2007 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.
Her kentin birbirine sırt vermiş zamana direnen yapıları vardır. Yaldızlı binaların aksine onlar; taşında, kumunda nice anıları yansıtan insan yüzlü yapılardır. Zaman içinde duvarlarından silinen boya ve dökülen sıva parçaları olsa da, anılara tanıklık eden bu yapıları sevdim hep. Sevdiğim bu yapıların yaşamayı kolaylaştırmak adına saldırıya uğradıklarını da gördüm. İnsanlar tarihe, sanata, duyguya değer vermeden getirim uğruna onları yok ettiklerindeyse geride, hafızalarda yaşayan ve onları hatırlatan fotoğraflar kaldı.
Kaybolan kültür hazinesi
Bir Prag seyahatimde o günkü Prag’la Sokak satıcısından aldığım yıllar öncesini yansıtan şehir kartlarıyla gördüğüm Prag arasında bir fark bulamamıştım. O an, oradaki şehirleşme bilincinin ülkemde olmadığını fark etmiştim. Dönüşümde yaşadığım şehirde gezmeye başlayınca hayal kırıklığı yaşadım. İlerleyen yaşlarda bir daha göremeyeceğim kentin tarihi ile yoğrulmuş birer sanatı eseri olan yapılar birer birer yıkılmaya başlanmıştı. Yaşadığım şehirle özdeşleşen, tarihi yapıları bulamayınca çocukluk anılarım depreşti. Albümlere sarıldığım o günü hiç unutamam. Onların tozlu sayfalarına bakarken derin bir iç çekmiştim Üzerinde binlerce insan ve tonlarca ağırlıkta araçların geçtiği refüjle bölünmüş yollar yapılmış, anılar hüzne, hüzün öfkeye dönüşmüştü. O günden beri süregelen onulmaz bir kırgınlık yaşadığım şehirle barıştırmadı beni. Şimdiyse, toplumsal duyarlılıkla kültür hazinelerimizi korumaya ve onları gelecek kuşaklara taşıma adına başkaldırmamız gerektiğini düşünüyorum.
.
Bu hazine; bir semtte barındığım konak olur bazen. Bazen, burçları düşmüş tarihi unutulan bir kaledir. Bazen de; mavi önlüklü çocuklar gördüğümde siyah önlüklü günlerimi anımsadığım bir okuldur adı: Bahçesinde bağırışlar içinde oyunlar oynadığım. Tahta basamaklarını gıcırdatarak çıkıp sınıflarına girdiğim. Sıralarında önüme sürülen anlaşılmadık bir sürü harfi anlamaya düşüp, yazıyı söktüğüm. Yavaş yavaş dört işlemi öğrendiğim bir okul.
1994’te yok edilen Gülbahar Hatun İlkokulu:
Gülbahar Hatun İlkokulu Gülbahar Hatun Camisi’nin güneybatı yönünde, bu cami ile aynı adı taşıyan ve benimde öğrenim gördüğüm ilkokuldu. Şimdiki tanjant yolunun hemen üzerindeydi. Uygarlık adına yapıldığı ileri sürülen bir uygulama ile sinsi saldırısına uğrayarak yerini tanjant yoluna bıraktı. 1514 yılına kadar uzanan bir geçmişi olan Gülbahar Hatun İlkokulu 1899 yılında onarılarak onu yeniden eğitime hizmet vermeye kazandırmış; 1916 yılına kadar da "Hatuniyye İptidai Mektebi" adını almıştı. İşgal yıllarında eğitime iki yıl ara veren okul, 1918–1922 yılları arasında "Tatbikat Mektebi" olarak kullanılmıştı. Dokuz yıl hizmet dışı bırakılıp bu sırada satılması için açık artırmaya dahi çıkarılmış fakat satılamamıştı. 1931–1933 tarihleri arasında "Jandarma Sevkıyat Dairesi" olduktan sonra bir yılda Gazipaşa İlkokulu’nun şubesi yapılarak eğitime hizmet verdi. 1935 ten 1966 ya, yanı başında yeni bir okul yapılana dek "Ülkü İlkokulu" adını aldı. Ülkü İlkokulu yeni binasında etkinlik gösterince binanın tarihi kimliği göz önüne alınarak bu kez; "Gülbahar Hatun İlkokulu" adıyla 1994’te yıkılıncaya dek görev yaptı. Tüm karşı koymalara karşın o yıl yerini tanjant yoluna bırakmıştı.
Hangimiz okuduğu okulun yanından geçerken durup iç geçirmez; bahçesine, duvarına, boyasına bakmaz; bir tanıdığı varsa o an yanında, ona okulundan sözedip anılarını tazelemez.
Külünü alevlendiren çınar
.
Öğrencilik yıllarımda Gülbahar Hatun İlkokulunda; biri bayan, beş öğretmenimiz vardı. Birini genç bir subaya benzetirdim, diğerini Halide Edip Adıvar’a. Üçüncü sınıfı okutan sürekli yazılı yapardı. Dörtleri okutan sözlü sınavı ile ünlüydü. Sözlü yapacak iye dörtleri okutandan herkes korkardı. Sınıf öğretmenim babamı anımsatırdı, Müdürümüzün adı Mustafa Kemal’i…
Sınıflarımız yüksek tavanlı ve genişti. Kalın taş duvarlara gömülmüş tavana kadar uzanan dar pencerelerin, bizim uzanamadığımız iki yana açılan ahşap, dar çerçeveleri vardı. Sınıfın ortasında, evimizdekinden farklı tombulca ve uzun kömür sobası pas tutmuş sütun gibiydi. Her sabah sınıfa girdiğimizde onu alevlendirmeye çalışan hademeyi anneme benzetirdim. Annem sınıftakinden farklı olan evdeki sobamızın; bir tarafına odun ve fındıkkabuğu doldurup onu bir güzel yaktıktan sonra, diğer tarafında patates ve kestane pişirirdi. Biz buna fırınlı soba derdik. Evimize okuldakine benzer bir soba aldıktan sonra evde de kendimi okuldaymışım gibi hissetmeye başlamıştım. Sobayla birlikte, zamanla odunluğumuzun ismi de değişmiş "kömürlük" adını almıştı…
Sınıfta dersler eğlenceli geçerdi… Sınıfın koca kara tahtasına Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan Türkiye haritasını nehirleriyle çizer bir çırpıda; dağları, şehirleri fabrikalarını işaretlerdim. Sınıfın haritalarla kaplı köşesinde asılı duran coğrafya atlası üzerinde yer bulma oyunları oynar, şehirden ülkelere, ülkelerden denizaşırı kıtalara yelken açardık.
Resim derslerini çok severdim. Sayfa aralarında şeffaf kopya kâğıdı olan dikdörtgen şeklinde resim yaptığımız defterlerimiz vardı. Sayfalarına tek katlı evler yapardım. Kare şeklinde içine çizdiğim çerçeveleri dörde bölerek yaptığım pencerelerle süslerdim. Pencere sayısı evimin aynı zamanda oda sayısını ifade ederdi. Çatısındaysa leylek yuvası hiç eksik olmazdı, birde giriş kapısının iki yanına koyduğum saksılardaki güllerin kokuyormuş duygusu verişleri…
Evin etrafını ormanla çevirir, sayfanın üst kısmına yaptığım sıradağlardan denize doğru şırıl şırıl ırmak akıtırdım. Güneşsiz olmaz hani… Tepelerin üst kısmına yerleştirdiğim güneşle saklambaç oynayan havası kaçmış balonlara benzettiğim bulutlar çizerdim. Sonra tekrar vadiye iner, ırmak kenarında diz boyu çayırlar büyütürdüm. Koyunlar kuzular bayram etsin diye…
Şehirde doğup büyüdüğüm halde öğrenciliğim boyunca, bir türlü caddeler çizip binalar yapmadım yıkarlar diye… Hele çöp bidonlarını karıştıran kedi köpek resmi hiç çizmedim. Onlar resimlerimi süsleyen birer sadık dosttular. Ya evin sundurmasında yer alacaktılar, ya da sobanın yanında. Martılar resmi bitirmek üzere sayfanın alt köşesine yaptığım koyda, aynı zamanda ırmağında aktığı denizin masmavi sularında yer alırdı.
Bütün bu nesneleri boyamak, dersin en eğlenceli kısmıydı. Güneşi hep sarıya boyardım. Etrafını kısa çizgilerle kırmızıya. Gülleri de… Ama önce denizi maviye. Koyun ve kuzular yeşile bayılırdı. Otları yeşile boyardım koyun ve kuzuları krem rengine. Ormanlara çayırdan koyu bir renk katardım. Sayfanın en üstü mavi kalırdı birde en altı. Birinin rengi diğerinden daha açık tonlu olurdu. Mavi ve yeşil boya kalemlerimin boyu diğerlerinden daha erken kısalırdı…
Siyah renk yoktu boya kutumda O benim matematik defterimin arasında duran kurşun kalemimdi. Martıların rengini denizin rengine karıştırır, leyleğin gagasını boz bir çizgiyle gökyüzüne uzatırdım. Bütün sayfayı boyattığımda ev bembeyaz kalırdı. Öğretmenim: "Resimde boyasız yer kalmaz" derdi.
Bir saatlik müzik dersimiz, haftanın son dersiydi. Vakfıkebirli sınıf öğretmenimiz Ali Osman Yıldızlar’ın şefliğinde Aşık Veysel’in "Çiğdem der ki ben ala’yım/yiğit başına belayım" türküsünü söyleyip zil çalmasıyla hafta sonu tatiline girerdik.
Öğrencilik yıllarımda 23 Nisan çocuk bayramlarının ayrı bir yeri vardı bende. İlkokul öğrenciliğimin son yıllarıydı.
Trabzonspor ülke genelinde adından söz ettirmeye başlamış "Şampiyon olan ilk Anadolu takımı olma" unvanını elde etmişti. Öğretmenimiz o yıl, "23 Nisan Ulusal EgemenlikÇocuk Bayramı" törenleri için sınıfımızdan 11 kişi seçmişti. Geçiş töreninde renkleri bordo-mavi olan takım formalarını giyerek "Şampiyon Trabzonspor"u okulumuz adına temsil etmiştik. Ben sırt numarası 7 olan formayı giymiş törende çok alkış almıştık.
Sonra, okuldan mezun olduktan çok sonra Gülbahar Hatun Mahallesinden Ayasofya mahallesine taşındık. Oradan da Beşirli semtine.
Hayat değerli olanla yaşama şekliydi. O zaman adı "Şehir Stadı" olan, şimdiki "Hüseyin Avni Aker Stadyumu"na her girdiğimde o alkışları duyar gibiyim.
Bütün bu yaşadıklarım; kültür ve tarih bilinci ile yoğurmuştu beni. Şimdi bu bilinçle baktığım “Koca bir çınardı benim okulum!” demekten kendimi alamıyorum.
Başkaldırmalı:
Anılar hafızaları zorladıkça, artan şehir nüfusuyla gereksinimleri karşılanamayan kentin durumuna mı, iyi bir planlama yapılmadığı için yok edilen tarihi dokuya mı, yoksa kıyıma neden gösterilen kentin doğal konumuna mı isyan etmeli? En iyisi bu kentin sahipleri olarak anılar silinip gitmeden bu kentin tarihsel dokusuna dayatılanları kanıksamadan uygun dille ve devinimle başkaldırmalı.