- 907 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ALAMANCI NAZİRE HANIM...
Gaye hanım, bir gün sonra yapılacak olan festival hazırlıklarını gözden geçiriyordu. Türk bayrağını açıp baktı.
- Selmacım bu bayrak küçük, dedi dernek başkanına. Daha büyüğünü bulalım…
Selma hanım:
- Elimizdeki bayrak bu. Nereden bulacağız bundan büyüğünü, diye karşılık verdi.
- Olmaz, diye ısrar etti Gaye hanım, bu bayrak küçük.
- Geçen sene de bunu asmıştık Gayecim.
- Biliyorum. Ama bu sene daha büyüğünü asmamız lazım.
- Neden?
- Bu sene bizim çadırın karşısına PKK’lılar çadır kuracakmış.
"Ha o zaman başka" der gibi bir ifade belirdi Selma hanımın yüzünde.
- İyi de nereden bulacağız, dedi.
Gaye hanım hemen telefona sarılıp tuşlarına bastı ve sabırsızlıkla karşı tarafın açmasını bekledi.
- Hah Ferit…
- Efendim?
- Hemen büyük bir bayrak bul bize.
- Ne bayrağı?..
- Ne bayrağı olacak Türk bayrağı canım.
- Dernekte vardı.
- Biliyorum ama o küçük…
- Nereden bulayım şimdi ben daha büyüğünü ya?..
- Nereden bulursan bul… Olmazsa git konsolosluktan iste… Sonra birini yolla gelip Atatürk posterini alsın. Çerçevesini değiştirsinler. Şöyle daha güzel, daha şatafatlı bir çerçeve yaptırsınlar. Birini de Türk Kitabevine yolla elli takım Nutuk alsınlar.
- Elli takım Nutuk mu?..
- Evet…
- Saçmalama Gaye elli takım Nutuk’u kime satacağız?..
- Gerekirse bedava dağıtırız. Sen benim dediklerimi yap…
- Allah Allah nereden çıktı şimdi bu ya?.. Bu kadar işin arasında…
- Bırak şimdi işi gücü bunlar daha önemli… Yarın çadırda bir de Atatürk Köşesi yapacaz…
- İyi de Gaye’ciğim son gün mü geldi bütün bunlar aklına, Allahaşkına…
- Evet… Bu gün öğrendim. Bizim çadırın karşısına yarın PKK’lılar çadır kuracaklarmış.
Ferit bey teslim olmuş bir sesle:
- Peki… Tamam… Hallederiz… dedi.
Gaye hanım telefonu kapatıp :
- Tamam, dedi.
Tarık bütün bu konuşmaları, koşuşturmaları, hazırlıkları; karmaşık duygular içinde seyrediyordu. İnsanlar o kadar canla-başla, o kadar samimi, o kadar heyecanlıydılar ki. Tarık bütün ağrılarını, sızılarını unutmuştu. Onların bu coşkusu adeta ilaç gibi gelmişti. Heyecanlanmıştı Tarık; içini büyük bir coşku, büyük bir sevinç kaplamıştı. Bayram sevinci gibi… Kendisi de onlara katılmak bir şeyler yapmak istedi.
- Ya bana da bir şeyler söyleyin, ben de bir şeyler yapayım, dedi.
- Sen hiç zahmet etme Tarık abi, dedi Nazlı hanım, biz her şeyi hallederiz. Sen rahatına bak…
- Olur mu ya, dedi Tarık, siz böyle koşuştururken ben bir kenarda oturup sizi mi seyredeceğim.
Tarık bir anda kendini işe yaramaz biri gibi hissetti. Bu; geçirdiği kazadan bu yana sıkça duyduğu bir histi. Yüreğindeki coşku hüzne dönüşmeye başlamıştı ki Nazire hanım yetişti imdadına.
- Tarık abi, dedi, bana yardım eder misin?..
Tarık hemen davrandı. Oturduğu yerden bir hamlede doğrulmak istedi. Birden gözünün önünde benekler uçuştu. Bulunduğu mekân ve çevresindekiler ovalleşti. Bir an, ayakta öylece durdu. Çevresindekilere hissettirmemeye çalıştı. Zaten onlar yaptıkları işe öyle yoğunlaşmışlardı ki farkına varmadılar. Tarık kendini çabuk toparladı. Kimsenin bir şey farketmemiş olmasına sevinmişti. Çevresindeki insanların sevgi ve saygıyla karışık acımalarından rahatsız oluyordu. "Yapmayın" diyemiyordu, "beni sevin ama bana acımayın" diyemiyordu, denilmezdi ki…
Ağır aksak Nazire hanımın yanına gitti. Nazire hanım küçük plastik kutuların içine üçer adet baklava koyup masanın üzerine dizmekle meşguldü. Yaptığı işe ara vermeden:
- Tarık abi baklavaların kapaklarını kapatıp şu kutunun içine yerleştirebilir misin, dedi, masada yer kalmadı da.
Tarık karşılık vermeden denilen işi yapmaya başladı. Nihayet kendisinin de yapabileceği bir iş bulunmuştu. Nazire hanıma içinden teşekkür etti.
………………………
Ertesi gün erkenden, daha gün henüz ışımışken çıkıldı yola. Kirrlach ile Karlsruhe’nin arası yarım saatlik bir mesafeydi. Dört otomobil ve panelvan bir münibüsten oluşan ekip, bir gün öncesinden kurulan çadırın yanına yanaştı. Malzemeler indirildi. Yine büyük bir coşkuyla hazırlık başladı.
Dernekteki ekibe, bu defa Gaye hanımın eşi Ferit bey, Nazlı hanımın eşi Nihat bey, Nazire hanımın eşi Şaban bey ve dernek başkanı Selma hanımın eşi Kamil bey ile diğer üyelerin eşleri ve çocukları da katılmıştı. Nereden bakılsa otuz kişinin üzerinde insan büyük bir coşkuyla çadırı donatmaya başladılar.
Tarık bir kenara çekilip oturdu. Bu sefer katılmadı aralarına, onları uzaktan seyretmeyi tercih etti. Hem ayak altında dolaşmak istememiş hem de onların bu iştiyaklı koşuşturmalarını -sinemacı deyimiyle- geniş açıdan görmek istemişti.
Burası Alman mimarisinin o ürkütücü, yüksek büyük bloklardan oluşan taş binalarının çevrelediği bir meydandı.
Almanya’da özellikle resmi kurumlar; mahkemeler, merkez polis teşkilatları, vergi daireleri vs. bu tarz binalarda olur. Bu binalar devletin ağır baskısını hemen hissettirir. Ağır, tavizsiz, güçlü, soğuk ve ürkütücü. Küçük yerleşim merkezlerindeki köy kiliseleri hariç büyük yerleşim merkezlerindeki asırlık kiliselerinde de aynı atmosfer vardır. Tarık bu binalara bakıp:
- Bu Alman milletinin Hitler gibi bir adamın peşinden neden gittiğini şimdi daha iyi anlıyorum, diye geçirdi içinden.
Meydan gittikçe kalabalıklaşmaya başlamıştı. Saat sekiz otuzdan itibaren meydana aracın girmesi yasaktı. Onun için herkes bir an önce çadırlarını hazırlama yarışına girmişti. Meydanda gittikçe artan bir gürültü başlamıştı.
Selma hanımın başkanı olduğu derneğin adı; Bruchsall ve Çevresi Türk İşçileri Derneği idi. İlk önce derneğin adı yazılı olan pankart asılmıştı. Hemen yanında Atatürkçü Düşünce Derneğinin çadırı vardı. Birlikte çalışıyorlardı. İki çadırı birbirine iyice yakın kurup büyük bir çadır havasına sokmuşlardı.
- Bana çabuk bir ütü bulun, diye bağırdı Gaye hanım.
Bir an herkes birbirine baktı. Nereden bulacaklardı ki şimdi ütüyü? Ferit bey ile Nihat bey ses düzenini kurmakla meşguldüler. Duymazlıktan geldi ikisi de. Gaye hanım hemen cüzdanına sarıldı.
- İzzet, diye seslendi.
İzzet, Ferit beyin yanında çalışan elemanlardan biriydi.
- Buyur abla, deyip koşarak geldi Gaye hanımın yanına.
- Al şu parayı, dedi Gaye hanım. Hemen git Türk eksportlardan birinden bir ütü al gel.
- Olur abla, dedi ve koşarak gitti İzzet.
Bir torbanın içinde getirilen bayrak kırışıktı. Bu haliyle asmayı içine sindirememişti Gaye hanım.
Bu arada Atatürk köşesi hemen hemen bitmişti. Çerçevesi yenilenmiş, etrafına kır çiçekleri serpiştirilmişti. Hemen önüne bir masada kitap tezgahı hazırlanmıştı. Masanın üzerinde Türkiye’yi tanıtan kitaplar, broşürler, Atatürkçü yayınlar vardı. Ve tabii ki Gazi Mustafa Kemal’in büyük nutku. Üçer ciltten on üç takım saydı Gaye hanım. Ferit beye dönüp:
- Ferit, nerede bunların gerisi, diye sordu.
Orgunu kurmakla meşgul olan Ferit işine ara vermeden karşılık verdi.
- Bu kadar varmış, başka bulamamış çocuklar…
Gaye hanım kendi kendine bir şeyler mırıldanarak yiyecek-içecek tezgahını hazırlayanların yanına gidip onlara yardım etmeye başladı.
Şaban bey içki tezgahından sorumluydu. Bira fıçılarını tezgahın altına yerleştirmişti. Derneğin en büyük geliri fıçı birasından olacağı aşikârdı. Ancak o rakıdan da umutluydu. Tekirdağ rakısı ağırlıklı olmak üzere ne kadar rakı çeşidi varsa tezgahın üzerine dizmişti. Birkaç şişe de kırmızı, beyaz ve pembe türk şaraplarından koymuştu.
Kasadan iki şişe simirnov marka rus votkası ile iki şişe de yunan rakısı çıkmıştı. Şaban bey etrafına bakınıp, elindeki şişelerden birini göstererek:
- Kim getirdi bunları yav?.. dedi.
Az ilerde iki yanında sıra şeklinde oturulacak yerleri olan uzun ahşap masaların üzerine muşamba örtü seren Vural bey karşılık verdi:
- Ben getirdim… Belki isteyen olur diye…
Hafiften bozulur gibi oldu Şaban bey. Kendi kendine söylenerek tezgahın altında en dibe koydu şişeleri.
Mezelerden Nazlı hanım, diğer yiyeceklerden Nazire hanım, tatlılardan ise Selma hanım sorumluydu. Tarık tam içinden:
- Tam bir organizasyon, diye geçiriyordu ki Gaye Hanım:
- Tarık abi gel sen de şu kitap standının başında otur, diye seslendi. Bu işi en iyi sen yaparsın. Hem kitap almak isteyenlere bir şeyler anlatırsın, faydalı olur. Aynur sen de
Tarık abinin yanında otur. Almanlarla sen konuşursun.
Tarık çok sevindi bu işe. Bir işe yaramak çok güzel bir duyguydu. Hele böyle bir organizasyonun içinde… Öte yanda Ferit bey orgunu kurmuş, ses ayarı yapmaya başlamışlardı. Ferit bey aynı zamanda iyi bir müzisyendi. Almaya’ya ilk geldiklerinde bir orkestra kurmuşlar Türk düğünlerinde sahne alarak epeyi bir kazanç sağlamışlardı. Kamil bey de o orkestranın solistiymiş. Sonradan ticaret hayatına atılıp işi büyütünce müzisyenliği bir hobi olarak yapmaya başlamışlar. Bir de damat adayı Orhan. Ferit beyin kız kardeşinin nişanlısı. O da bas gitar çalıyordu.
İzzet elinde bir ütüyle geldi. Gaye hanıma ütüyü verirken verdiği parayı iade etti. Gaye hanım "bu ne" gibisinden yüzüne baktı İzzet’in. İzzet :
- Her yer kapalı abla. Bu saatte daha kimse açmamış. Buraya yakın bir yerde oturan hemşerilerim var, onlardan aldım ütüyü, dedi.
İzzet koşuşturmaktan terlemişti. Belli ki bu gün hava sıcak olacaktı. İzzet Şaban beyin yanına gidip:
- Şaban abi bana soğuk bir şey verir misin, dedi.
Şaban bey buzdolabından bir şişe meşrubat çıkarıp açtı ve İzzet’e uzatırken:
- Hadi bakalım siftah senden olsun, dedi.
"Ne yani şimdi ben de mi para ile içecem" der gibi baktı İzzet. Şaban bey şaka ile karışık:
- Siftah parası oğlum, işin bereketi kaçmasın, dedi.
İzzet "peki öyle olsun" der gibi bir gülümsemeyle çıkarıp ona para verdi. Şaban bey parayı alıp tezgahın üzerine atarken:
- Siftah senden, bereket Allah’tan, dedi. Bu arada kendilerine gülümseyerek bakan Tarık’ı fark etti.
- Haksız mıyım Tarık abi, dedi.
Tarık "haklısın" gibisinden gülümseyerek bir baş işareti yaptı. Bu arada Gaye hanım uzun masalardan birinin üzerine bir örtü sermiş acele acele bayrağı ütülemekteydi.
………………………..
Artık bütün hazırlıklar bitmişti. Herkes mutluydu, neşeliydi. Türk bayrağı çadırın önünden gerisine doğru toplanmış, beyaz enli bir kurdela ile alt kısmı bağlanarak asılmıştı. Bir de çadırın bir köşesine elli çarpı yetmiş ebadında bir Alman bayrağı, bir sopaya geçirilerek asılmıştı. Belki bu bir yasa gereği değildi ama zorunluydu. Ne de olsa burası Almanya’ydı…
İşler bitmişti. Şimdi kahvaltı zamanıydı. Mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlandı. Herkes masaların etrafındaki sıralara oturdu. Bir yandan çay servisi yapılıyor, bir yandan iştahla yemek yeniyor, bir yandan da neşeli kahkahalar atarak sohbet ediliyordu. Tarık Nazlı hanımla Gaye hanımın ortasında oturuyordu. Nazlı hanım eğilerek Gaye hanıma:
- Abla, nihayet geçen çarşamba Alman pasaportlarımızı aldık, dedi.
- İyi hadi gözünüz aydın, hayırlı olsun, diyerek karşılık verdi Gaye hanım.
- Sağol abla, dedi Nazlı hanım geniş bir gülümsemeyle.
Nazlı hanımın hemen yanında oturan dokuz yaşındaki oğlu annesine dönüp:
- Anne şimdi biz Alman mı olduk, deyince Nazlı hanımın gülümsemesi yüzünde dondu. Bir an ne diyeceğini bilemedi. Oğluna dönüp:
- Yok oğlum ne münasebet… Biz Türküz neden Alman olalım ki… Alman olmadık, alman vatandaşı olduk çocuğum, dedi.
Sonra önüne döndü. Belli ki sarsılmıştı. Aslında çocuğun bu sorusundan Tarık da etkilenmişti. Ama belli etmemeye çalıştı. Çayını karıştırıp büyük bir yudum aldı. Duymazlıktan gelmeyi tercih etmişti. Nazlı hanım çabuk toparladı kendini. Tarık’a dönüp:
- Şu kızarmış peynirden alsana Tarık abi, dedi. Çok lezzetlidir.
Parmak kalınlığında bir dilim peynir önce yumurtaya batırılmış sonra una bulanarak kızgın yağda kızartılmıştı. Tarık denileni yaptı. Tabağına bir parça kızarmış peynir aldı. Tadına baktı.
- Evet, dedi. Çok güzel.
- Yunan mutfağından. Ben bunu Yunanlı bir komşum var ondan öğrendim, dedi Nazlı hanım.
Birden kürtçe bir şarkı sesi yükseldi. Bir anda masadakiler sustu ve dönüp sesin geldiği tarafa baktılar. Biraz ileride, bulundukları yerin karşı çaprazına düşen bölgede Gaye hanımın bahsettiği çadırdan geliyordu ses… Küçük bir çadırdı… Sadece poster, resim, kitap ve dergilerden oluşan üç küçük tezgahları vardı.
Tarık’ın ilk dikkatini çeken şey büyükçe bir Alman bayrağının yanına asılmış olan, onun yarısı kadar büyüklükte bir PKK bayrağının asılmış olmasıydı. Bu görünümüyle sanki "Alman himayesinde" gibi görünüyordu.
Ferit bey hemen masadan kalktı, ses düzenini açtı ve kaseti yerleştirip düğmesine bastı. Ve gümbür gümbür Onuncu Yıl Marşı çalmaya başladı. Karşı taraftaki çadırdakiler oturdukları yerden doğrulup Tarık’ların bulunduğu yere doğru baktılar.
Tarık, bir anda gerildi. Bir sataşma olur mu acaba diye endişe etmişti. Fakat karşı taraftakiler pek umursamadılar. Hatta hiç kimse umursamadı. Bir anlık bakışma oldu o kadar. Zaten meydan da iyice kalabalıklaşmaya başlamıştı.
Kahvaltı yapanlar yemeyi bırakmış marşın nakarat kısmını haykırarak söylemeye başlamışlardı.
"Türküz cumhuriyete göğsümüz tunç siperi.
Türk’e durmak yaraşmaz Türk önde Türk ileri…"
Evet, Tarık’ın düşündüğü gibi olmamıştı. En küçük bir sataşma ya da sürtüşme çıkmamıştı. Bir tarafta kürtçe şarkılar çalınmış bu tarafta Onuncu Yıl Marşı… Bir müddet sonra unutmuşlardı bile birbirlerini… Çünkü inanılmaz bir kalabalık adeta işgal etmişti meydanı. Türkler de vardı ama Almanlar ağırlıktaydı.
Ferit bey orgun başına geçmiş, Kamil bey mikrofonu eline almış şarkılar türküler söylüyorlardı. Orhan da bas gitarı ve sesiyle onlara eşlik ediyordu. Çadırın önü bir anda ana baba günü olmuştu. Hakikaten çok iyi satış yapıyorlardı. İnsanlar ellerinde biralar, yiyecekler içeceklerle eğleniyorlardı. Hem de nasıl bir eğlence. Tarık da kaptırmıştı kendini bu eğlenceye el çırpıyor, alkış tutuyor, söylenen şarkılara, türkülere oturduğu yerden söyleyerek katılıyordu… Zaman zaman da kitap alanlarla konuşuyordu.
Bu böylece öğleye kadar devam etti. Orkestra iyice yorulmuştu. Havada sıcaktı ve öğle güneşi bayağı bir etkili olmaya başlamıştı. Canlı müziği bırakıp kaset koydular. Gaye hanım haklı çıkmıştı. Daha öğle olmadan Nutuk takımlarının tamamı bitmişti. En çok satılanlar arasında bir de Atatürk resimlerinden oluşan kartpostal albümleriydi. Nutuk’un dört takımını Almanlar almıştı. Atatürk resimlerinden oluşan kartpostal albümlerinin büyük çoğunluğunu da yine Almanlar almıştı. Bu Tarık’ın ilgisini çekti. Bu düşüncesini Aynur hanımla paylaştı. Aynur hanım:
- Buradaki Türklerin Atatürkçü olanlarında bunlardan vardır. Olmayanlar da zaten almazlar. Almayı bırak alanı da sevmezler. Almanlar da sevdiklerinden değil merak ettiklerinden alıyorlar, diyerek bu duruma kendince bir açıklama getirdi. Yani onun için böyle olması normaldi. Satılacak pek az şey kalmıştı kitap tezgahında.
Tarık uzun süredir bu kadar kalabalığın içine girmemişti. Sıcak iyice bastırmıştı. Tarık kalabalık ve sıcaktan bunalır gibi oldu. Aynur hanımdan müsaade isteyip kendine sakin bir yer aradı. Çadırın arka tarafında gölgelik, sakin bir yer buldu ve altına bir meşrubat kasası alıp oturdu. Biraz yorgun hissetti kendini. Ama tatlı bir yorgunluktu bu. Her şeye rağmen memnundu Tarık burada bulunmaktan.
- İyiki geldim, dedi kendi kendine. Büyük bir değişiklik oldu benim için…
Nazire hanım gelip o da altına bir kasa alarak yanına oturdu. Hatır sordu:
- Nasıl Tarık abi, beğendin mi bizim festivalimizi, dedi.
Tarık ağzı kulaklarında karşılık verdi:
- Hem de çok…
Nazire hanım iç çekti. Belli belirsiz bir hüzün vardı gözlerinde. Aslında buna hüzün demek çok doğru değildi; hasret di bu, özlemdi bu… Memleket hasreti… Ana, baba, eş dost hasretiydi… Söyleyemediği, bir türlü dile getiremediği bir yığın şey vardı Nazire hanımın içinde.
- Benim babam da şairdi Tarık abi, dedi. O da senin gibi hafif toplucaydı. Pos bıyıkları vardı. Bazen sana bakınca onu görür gibi oluyorum. Çok güzel şiir yazardı. Çok duyguluydu… Kızgınlığını da sevincini de şiirle anlatırdı. Bazen komik şeyler de yazardı. Bir gün annem yemeği yakmış. Onun için çok komik bir şiir yazmıştı…
Gözleri doldu Nazire’nin… Boğazı düğümlendi… Yutkundu… Derin bir nefes alıp verdi…
Boynunu hafifçe yana yatırdı…
- Beni bir başka türlü severdi babam… Babamın sevgisi bambaşkaydı… Onu tarif etmek mümkün değil… Herkes beni ismim ile çağırıyor ama onun çağırması bir başkaydı… En çok da neye yanarım biliyor musun?..
Dedi ve sustu… Sesi titremeye başlamıştı… Konuşmak istiyordu ama konuşamıyordu. Öylece durdu bir müddet. Tarık onun konuşmasını sabırla bekledi. Belli ki Nazire hanım içini dökmek istiyordu. Ama o kadar doluydu ki… İçinin derinliklerinde sıkışıp kalan bir şeyler vardı ve onları çekip çıkarmak istiyordu ama yapamıyordu… Canı acıyordu. Yüreği yanıyordu. Zorlukla, tane tane, aralıklarla döküldü kelimeler ağzından.
- Ben… Onun… Cenazesine bile gidemedim… O zaman henüz oturum alamamıştık… Kaçak çalışıyordum… Gidersen işini kaybedersin, geri de dönemezsin dediler…
Yine sustu… Gözünden akan yaşlara artık engel olamıyordu. Cebinden bir kâğıt mendil çıkarıp gözyaşlarını ve burnunu sildi.
- Ancak bir sene sonra kabrini ziyaret edebildim.
Başını kaldırıp meydanı kuşatan taş binalara baktı. Bu defa bakışlarında öfke vardı.
- O zamandan beri sevmem, o zamandan beri nefret ederim ben bu Alman memleketinden.
Dönüp Tarık’a baktı. Tarık da çok etkilenmişti. Ama söyleyecek bir tek kelime bile bulamıyordu. Nazire bunun farkındaydı. Zaten o da ondan bir şey söylemesini beklemiyordu. O kendisini dinleyecek birini bulmuş içini döküyordu.
- Bazen soruyorum kendi kendime; biz buraya neden geldik?.. Para için mi?.. Peki buna değer miydi?.. Hadi diyelim ki değer ya da değmez sonra niye dönmedik?.. Niye dönemiyoruz?.. Nedir bizi buraya bağlayan?.. Vazgeçemediğimiz ne, nedir? Bilmiyorum Tarık abi, bilemiyorum… Eskiden memlekete gittiğimizde "gurbetçi" diyorlardı bize. Şimdi öyle demiyorlar; "alamancı" diyorlar… Burada yabancı orada alamancı… Biz neyiz Tarık abi ya, kimiz biz?.. Vallaa bazen düşünmekten kafayı sıyıracam… Bakma sen şurda şarkı türkü söyleyip, gülüp eğlendiğimize. Sana bir şey söyleyim mi; burdaki Türklerin yüzde doksanı sinir hastası, ruh hastası… İnan böyle…
Gaye hanım gelip tatlı-sert bir ifadeyle:
- Kız Nazire ne yapıyon burda, diye çıkıştı.
- Bunaldım orda Gaye abla. Tarık abinin yanına kaçıp azıcık sohbet edeyim dedim.
- Bırak şimdi sohbeti, kısır bitmiş, malzeme var biraz daha kısır yapalım hadi.
- Peki tamam geliyorum…
Gaye hanım geldiği gibi gitti. Nazire doğrulurken:
- Kusura bakma Tarık abi, başını ağrıttım… Seni de üzdüm biraz, dedi.
Tarık :
- Estağfurullah, diyebildi ancak.
Tarık aslında biraz değil epeyi üzülmüştü. Hatta sarsılmıştı. Almanya’da yaşayan yaklaşık iki milyon gurbetçinin başka bir yanıydı bu.
Gurbet…
Kafasında tekrar tekrar yankılandı bu kelime; gurbet…
Ufukta güneş koskaca bir bakır sini gibiydi. Alev alev yanarak battı tepelerin ardında ve bir hüzün çöktü Tarık’ın yüreğine…
YORUMLAR
Gurbetçilerin yüreğinden o hüzün hiç bitmez. Almanya da çalışanlar memlekete neden dönmediklerini ben de bazan merak ederim ve bir çok varsayım oluşur kafamda.
a) Almanyada her şey yerleşiktir, aramak zorunda değilsin.
b)Sağlık hizmetleri en üst seviyede verilir.
C) Herkes hakkını kolayca arar ve savunur.
d)herkesin sosyal hakkı vardır. çevre düzenli ve temizdir.
e)çocukların hangi üniversitede okuyacağım kaygısı yoktur.
Daha sayamadığım bir çok hak bizden daha iyi durumdadır ve bu rahatlığı bırakıp gelmeyi kimse istemiyor. Sadece akıllarına memeleketleri gelince derin bir (Ah!) çekerler o kadar.
Bütün bunları neren biliyorsun, ya da böyle değildir diyebilirsiniz; ama benim bir çok akrabam ve tanıdığım bu sebeplerden dolayı Almanya'yı terk edemiyor.
Saygılarımla.
Bayramınız mübarek olsun...