- 1145 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
KARAKÖY RIHTIMINA ARTIK VAPUR YANAŞMIYOR
KARAKÖY RIHTIMINA ARTIK VAPUR YANAŞMIYOR
Sabah altıda telefon zili ile uyandım.
Hayırdır inşallah.
Bu saatte kim ola ki?
—Alo buyurun ben Attila.
—Günaydın Attila Bey.
Ben annenizin karşısındaki apartmandan arıyorum.
Eşinizin okul arkadaşı Biket’in annesiyim.
—Günaydın efendim.
—Anneniz fenalaştı herhalde.
Bu sabah saat beş den beri balkonda.
Avazı çıktığı kadar bağırıyor.
Birden panikliyorum.
—Ne olmuş, yangın filan çıkmış olmasın evde?
—Hayır, hayır öyle bir şey değil.
Yunanlılar İzmir’i işgal etti.
Genel Kurmayı arayın.
Görmüyor musunuz sokaklardaki Yunan askerlerini?
Hepimizi kesecekler, diye haykırıyor.
Hemen gelin, annenize sahip çıkın.
Ben şimdi oraya gidiyorum.
Sakinleştirmeye çalışacağım.
Siz gelene kadar beklerim.
İnşallah kapıyı açarda beni içeri alır.
Hemen Günseli’yi uyandırdım.
—Kalk Günseli.
Annem kötülemiş.
Balkona çıkmış avazı çıktığı kadar bağırıyormuş.
Derhal İzmir’e gitmemiz lazım.
Annem Karşıyaka’da oturuyor.
Bizim evimizde bir sokak arkada idi.
Ancak 1995 deki İzmir selinde, bizim evi bir buçuk metre yüksekliğinde sel bastığından, Eski Foça’daki yazlık eve göçmek zorunda kaldık.
Anneme o kadar ısrar etmemize rağmen, Nuh deyip Peygamber demedi.
—Ben sıkılırım Foça’da.
Evimi bozmak istemiyorum.
Arada bir, gelirim size.
—Anneciğim, Foça’dan senin eve gelmek, en az 45 dakika alır.
Ya hastalanırsan?
Nasıl yetişiriz sana?
—Hayır, hayır.
Kesinlikle istemiyorum.
Baskı yapmayın, bir şey olmaz bana.
Mecburen biz taşındık Foça’ya.
Annem Karşıyaka da kaldı.
Neyse.
Anneme geldiğimizde, Biket’in annesi ile salonda oturur bulduk.
Yalvara yakara zor bela açtırmış kapıyı.
Bir saattir teskin etmeye çalıştım dedi.
Annem beni görünce hemen koşup, sarıldı.
—Gördün mü?
Gördün mü Attila, Yunan askerlerini?
Sakın bizim eve girmesinler.
Keser bunlar hepimizi.
—Görmez olur muyum anneciğim.
Sen merak etme.
Ben temizledim hepsini.
Balta alıp geldim yanıma.
Beni görünce baltalı, hepsi kaçtı.
Bak gel çıkalım balkona.
Hiç asker kalmış mı kendi gözlerinle gör.
Elinden tutup balkona çıkarttım.
—Bak anne.
Bir tane bile kalmadı.
Gitti hepsi.
Bu cadde benden sorulur.
Canınıza okurum bir daha gelirseniz dedim.
Defolun gidin Atina ya dedim.
Vallahi korkak bunlar.
Kaçıp gittiler.
Sen merak etme.
Bir daha da gelemezler buraya.
Ben birazdan Genel Kurmaya da haber vereceğim.
Sürekli kontrol etsinler bu caddeyi.
Annem sağa sola baktı ve büyük bir sevinçle el çırpmağa başladı.
—Evet, evet gitmişler.
Canım damadım benim.
Çok teşekkür ederim sana.
Sen gelmeseydin, kıtır kıtır keserdi bunlar beni.
Bir hafta kadar kaldık annemlerde.
Sürekli halisünasyon görüyor.
Geldiğimizin ikinci gecesi salondan gelen bir ses ile uyandım.
Hemen fırladım yatakdan salona gittim.
Baktım, annem yere oturmuş, sokak kapısına doğru kendi kendine konuşuyor.
—Merhaba anneciğim.
Kâbus mu gördün?
Kiminle konuşuyorsun öyle?
—Görmüyor musun Attila?
Misafirlerimiz var.
—Kim gelmiş misafirliğe?
Elini kaldırıp kapıyı işaret ediyor.
—Üç kişi gelmişler.
İçlerinden biri hırsız.
Bir küçük oğlan çocuk ve birde gelin var.
Gelinle konuşuyordum ben.
Ben tanırım Peri Hanımı.
Hırsızlık yapmayacaksın bu evde diye, o mani olmuş hırsıza.
Çocuğun da karnı acıkmış.
Anneanne, karnım acıktı dedi bana.
Ben çok bitkin hissediyorum kendimi.
Ne olur Attila’cığım.
İki yumurta kırsana tavaya.
Sevap olur.
Küçük çocuk.
Doyursun karnını.
Sabaha kadar beraber oturduk salonda.
Gerçeğe dönsün diye eski hatıralarımızı anlattım saatlerce.
Sabah Günseli, İstanbul’daki doktoruna telefon açtı annemin.
Hemen bana getirin dedi doktor.
Apar topar hazırlandık.
Foça’dan da kendi eşyalarımızı aldıktan sonra yola çıktık.
Peri Hanımı dokuz yaşından beri tanıyorum.
Babamın Napoli deki NATO Karargâh’ına tayini çıkmıştı.
—Ben önden gideceğim Napoli’ye Bedia.
Ev tutar öyle çağırırım sizi.
Beraber gidersek dünya âlem otel masrafımız olur.
Dört çocuk, iki de biz, altı kişi.
İtalya da oteller çok pahalı imiş.
Böylesi daha mantıklı.
Yirmi gün sonra haber geldi.
Evi tutmuş babam.
Vomero’da, denizi ve Vezüv yanardağını gören mobilyalı bir apartman katı bulmuş.
Uçak biletlerini de mektup ile göndermiş.
Neyse;
Biz uçağa binmeden bir gün evvel telefon açtı babam Ankara’ya.
—Bedia, Uçak Roma’ya kadar geliyor.
Hava alanında bir arkadaşım karşılayacak sizi.
Binbaşı Celal.
Arabası ile geliyor.
O getirecek sizi Roma’dan Napoli’ye.
Celal Bey karşıladı bizi Romada.
Napoli’ye gelene kadar anlatıyor.
Onlar bir senedir İtalya’da imişler.
Peri isminde bir eşi, iki oğlu ve bir de kızı varmış.
Babamı çok severmiş.
Kara Harp okulunda iken babamın talebesi imiş.
Napoli’de eve vardığımızda Peri Hanımı bizim evde bulduk.
Yemekler yapmış, sofralar kurmuş.
Böyle tanıdım Peri Hanımı.
Sessiz sakin bir çocuk olduğumdan Peri Hanım çok sevdi beni.
Büyük oğlu ile iyi arkadaş olduk.
Kızları Günseli’ye de âşık oldum.
Birbirlerine düşkün, ideal denebilecek kadar uyumlu ve mutlu bir aile.
İtalya’da kaldığımız süre, devamlı görüştük Binbaşı Celal’in ailesiyle.
Ankara’ya döndükten sonrada, bir müddet görüşmeğe devam ettik.
Binbaşı Celal’in İzmir’e tayini çıkınca, ancak iki üç senede bir haberleşebildik.
Sonra da ilişkiler uzun bir süre koptu.
Daha sonra öğrendiğime göre, Celal Bey İzmir’de, sekreterine âşık olmuş.
Bir gün birdenbire boşanmak istediğini söylemiş Peri Hanım’a.
Hiç zorluk çıkartmamış Peri Hanım.
Beni istemeyeni bende istemem demiş ve boşanmışlar.
Üç çocuğunu da bırakarak terk etmiş evi Celal binbaşı.
Günseli ve ağabeyi işe girmiş aileyi geçindirebilmek için.
Bankaya olan borçları ödenemediğinden, oturdukları ev de haciz yoluyla satılmış.
Para yetmediğinden de İtalya’dan getirdikleri ev eşyalarının birçoğunu satmak zorunda kalmışlar.
Piyanosu satıldığından, Günseli bu kadar yıl sonra bile, hala üzülür.
Hiç beklemediği, ortada kavga gürültü olmadığı bir zamanda evliliğinin yıkılmasına, daha fazla dayanamamış Peri Hanım.
Ağır bir depresyona girmiş.
Gittikçe o kadar kötülemiş ki, birkaç sefer şok tedavisi bile uygulamışlar hastanede.
Bütün bu olaylar olurken, bende ilk evliliğimi yapmış, üç sene sonra boşanmış ve “Smoke Jumper” (Orman yangınlarına paraşütle atlayan itfaiyeciler) olarak çalışmak üzere, Kanada’ya vize almıştım.
Annem hiç istemedi gitmemi.
—Sen şimdi oraya gidersin ve bir daha geri gelmezsin.
Belki de Amerikalı sevgilin Linda’yı bulur evlenirsin.
İstemiyorum gâvur karısı almanı.
Bak gidersen, sana sütümü helal etmem.
Başımın etini yiyiyor sürekli.
Ama ben gitmeği kafamı koymuşum bir kere.
—Bak anneciğim.
Üç beş sene kalırım orada.
Para biriktiririm.
Sonra dönerim Ankara’ya.
Ev alırım, araba alırım.
Seni de kraliçeler gibi yaşatırım.
Bir türlü ikna edemiyorum annemi.
O da beni ikna edemiyor.
Nereden bulduysa, Peri Hanımın telefonunu bulmuş.
Çocukken Günseli’ye âşık olduğumu biliyor ya.
Son kozunu da oynamış.
Telefon etmiş.
—Peri.
Benim için çok çok önemli bir mesele var.
Ne olur bu akşam Günseli’yi de al, gel bize.
Peri Hanımda, tamam geliriz diyince bana telefon etmiş.
—Ati, bu akşam bize gel erkenden.
Sana bir sürprizim var.
—Hayrola anne, nedir bu sürpriz?
—Sürpriz söylenir mi hiç?
Gelince görürsün.
Peri Hanımı ve Günseli’yi görünce çok sevindim.
Annemin planı tuttu.
Eski aşkım depreşti.
Aynı akşam Günseli’ye evlenme teklif ettim.
İki ay sonra da evlendik.
Günseli’ ile beraber gitmek istedim Kanada’ya.
İşte o zaman Peri Hanımın rahatsızlığını anlattı bana.
—Bırakamam ben Annemi Attila.
Hem unutma, sen söz verdin bana.
Anneme ve küçük kardeşime sahip çıkacağına, söz verdin evlenirken.
Nasıl bırakırız onları?
Haklıydı.
Tabi, benim Kanada işi de, bir hayal olarak kaldı.
Peri Hanım genelde depresyonda.
Günseli de bende sabahları kahvaltı etmiyoruz.
Üç bardak çay ve bir sigara, sonra doğru işe.
Hasta olup, verem olacaksınız, diye peşimizde dolanıyor Peri Hanım.
Bir elinde lop pişmiş yumurta, bir elinde tereyağlı ekmek.
Kış gelirken karalar bağlıyor.
—Birkaç güne kadar kar yağmaya başlar.
Donup öleceğiz hepimiz.
Sarılıp yanaklarından öpüyorum.
—Amma yaptın be anne.
Bak evimiz kaloriferli.
Allaha şükür Günseli de bende çalışıyoruz.
Para sıkıntımız yok.
Hem kar yağdığında ne kadar güzel oluyor Ankara.
Sen merak etme.
Hiç birimize bir şey olmaz.
Diye teselli ediyorum.
Evde biraz erzak eksilse, bu sefer de aç kalacağız diye ağlamaya başlıyor.
Hemen koşup, bakkaldan bir sürü şey alıp elim kolum dolu geliyorum eve.
—Bak anneciğim.
Bu kadar erzakla neden aç kalalım?
Ben varken sen merak etme.
Yemin ediyorum sana.
Ailemizi hiçbir vakit aç bırakmayacağım diye teselli edip, gözyaşlarını siliyorum.
Devre devre Doktora gidiyoruz.
Aldığı ilaçlar çok ağır.
Yan etkilerini okuduğum vakit korkuyorum.
Ani kalp durması, hayal görme, mide kanaması, böbrek yetmezliği gibi bir sürü boktan şey yazıyor prospektüslerde.
Ama mecburen veriyoruz.
Bazen de manik depresyona giriyor.
Bu zamanlarda ondan kuvvetlisi yok.
Her şeyi yapabilirim duygusu geliyor.
Olmadık şeyler satın alıyor.
Taksiye binip bütün Ankara’yı geziyor.
Milletvekilliğine adaylığını koymak istiyor.
Avrupa seyahatine çıkmak istiyor.
İşte böyle aşırı istekler ve olaylarla geçiyor manik depresif süre.
Foça’dan İstanbul’a kadar vukuatsız geldik.
Boğaz köprüsünden geçerken yoğun bir kar yağışı başladı.
Göz gözü görmüyor.
Trafik iyice kilitlendi.
İyi ki annem uykuya dalmış.
Yoksa çok korkardı.
Ulus mahallesinde oturan, büyük kayınbiraderimin evinde kalacağız.
Gıdım gıdım ilerleyerek Etiler yoluna girdim en nihayet.
Kar yağışı, daha da hızlandı.
Sis farlarımı da yakmamama rağmen, önümü çok zor görüyorum.
Ulus Mahallesine iki yüz metre kalmıştı ki, annem uyandı.
—Attila çişim geldi.
—Aman anneciğim ne olur sabret.
Az kaldı Tunç’un evine.
Bir on metre daha gidebildim.
—Attila çok sıkıştım ne olur dur kenarda.
Çişimi yapacağım.
—Anneciğim tam ana caddedeyim.
Önüm arkam araba dolu.
Nasıl dururum bu yolda.
Ne olur tut çişini.
Beş dakika sonra evde yaparsın.
—İmkân yok tutamayacağım.
Ne olur dur kenarda.
Sana yalvarıyorum.
Allahtan trafik iyice kilitlendi.
Kapıyı açıp dışarı çıktım.
Arka kapıdan annemi de indirdik kaldırıma.
Bir tarafında Günseli, bir tarafında ben, paltolarımızı siper ederek kaldırıma çişini yaptırdık.
—Çok teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim.
Garibimin, ondan sonrada, eve gelene kadar sesi çıkmadı.
Ertesi sabah doktoruna götürdük.
Bizi dinleyip, annemi muayene ettikten sonra, bizi bir kenara çekti.
—Peri Hanımı Bakırköy’e sevk edeceğim.
Bir on gün yatsın hastanede.
Hem siz biraz dinlenmiş olursunuz, hem de daha iyi bakarlar orada.
Sürekli müşahede altında olur.
Ben yine de ilaçlarını yazıyorum.
Belki hemen kabul etmezler hastaneye.
Yatırana kadar bu ilaçları verin.
—Yani, akıl hastanesine mi yatıracağız doktor bey?
—Ne var bunda?
Ağır grip olduğunuzda, zatürree olduğunuzda, hastaneye yatmıyor musunuz?
İşte buda akıl zatürreesi.
Çektirmeyin kadına.
On, onbeş günde sağlığına kavuşur inşallah.
Bakırköy akıl hastanesine götürdük annemi.
Bana sorduğunda da yalan söyledim.
Özel bir hastaneye götürüyoruz dedim.
Müracaattaki hemşire, sevk kâğıdını okuduktan sonra masasından kalkıp yanımıza geldi.
Bir iki uzun koridoru yürüdükten sonra demir parmaklıklı bir kapıya geldik.
Kapının yanındaki zile bastı.
İçerdeki odalardan çıkıp gelen bir erkek hasta bakıcıya, sevk kâğıdını uzattı.
—Üçüncü koğuşa yatırın hanımı.
Kapının kilidi açıldı ve biz içeri girdik.
Hapishaneye girmiş gibi hissettim kendimi.
Uzun bir koridor daha geçtikten sonra, gene demir parmaklıklı bir kapıya geldik.
Bir daha zile basıldı.
Bir başka hasta bakıcı geldi.
Bizi getiren, yeni gelene kâğıdı uzattı.
—Üçüncü koğuş da yatacakmış.
Annem koluma sıkıca sarılıp kulağıma fısıldadı.
—Attila, sakın beni bırakma burada.
Günseli’ye döndüm.
Bana endişe ile baktığını gördüm.
Adam kilide anahtarı sokmuştu ki müdahale ettim.
—Kusura bakma arkadaş.
Ben vaz geçtim yatırmaktan.
—Doktor sevk ettiyse yatırmanız lazım.
—Vaz geçtim dedim ya.
Yatırmıyorum.
Geldiğimiz gibi geri dönüp binadan çıktık.
Üçümüzde derin bir oh çektik.
—Vallahi Günseli, biz hayatta olduğumuz sürece annemi kapatmayalım böyle bir yere.
Gece uykularım kaçar benim.
—Aynı şeyi ben söyleyecektim.
Sağ ol Attila.
—Haydi, atlayın arabaya.
Sizi Kumkapıya balık yemeğe götürüyorum.
Evde, küçük kayınbiraderimi de çağırıp dördümüz ne yapacağımızı tartıştık.
Biz Foça da, annem de İzmir’de oturamazdı bu durumda.
Peri Hanım Foça’yı istemedi.
Kimsenin yanında da oturmak istemiyordu.
Kendi evim diye tutturdu.
Neticede, İstanbul da küçük kayınbiraderimin evinin tam karşısında bir daire kiraladık.
İzmir’deki evini boşaltarak İstanbul’a taşıdık annemi.
Beş altı sene böyle idare ettik.
Bakıcı kadın tutuk anneme.
Türk, Romen, Bulgar, Türkmen, Rus, Moldov, Azeri kadınlar geldi, gitti.
Dört ayda bir de, kayınbiraderim kontrole götürdü annemi.
Aldığı ilaçlar daha bir çoğaldı, daha bir ağırlaştı.
Doktor, demans ve alzaymır başlangıcı teşhisi koydu.
Son olarak, bir Türk Hanım bakıyordu anneme.
Haftada bir iki kere telefon ile kontrol ediyoruz bizde.
Bu Türk Hanım geldi geleli, annemi ne zaman arasak hep uyuyor diyor.
—Merhaba Yıldız Hanım ben Günseli.
Annem orada mı lütfen?
—Şimdi uykuya yattı Günseli Hanım.
Uyanınca aradığınızı söylerim.
Bir ay böyle gitti.
Ne zaman telefon açsak annem hep uykuda.
Gene bir hafta sonu telefon açtı Günseli.
—Yıldız hanım, annemi verir misin lütfen?
—Uyuyor Günseli Hanım.
—Yıldız Hanım saat öğlen bir.
Bu saatte niye uyuyor annem?
Uyandır, mutlaka konuşmak istiyorum.
Üç dakika sessizlik.
En nihayet Yıldız Hanım telefona geliyor.
—Uyandırmaya çalıştım ama derin uykuda.
Uyanmıyor.
Cahit’e telefon açıyor Günseli.
—Cahit annemin nesi var yahu?
Ne zaman arasam uyuyor.
Bir aydır konuşamadım annem ile.
Git bir kontrol et lütfen.
—Merak etme abla.
Doktor yeni tertip ilaçlar verdi.
Onların yan tesiridir.
Bu sırada, Foça da deprem fırtınası başladı.
Günde en az yüz kere sallanıyoruz.
Dört katlı evden garç gurç sesler çıkıyor.
Korkudan, orta katta, sokak kapısına yakın, yerde yatıyoruz dışarı kaçabilmek için.
—Günseli.
Fırsat bu fırsat.
Hadi İstanbul’a gidelim.
Hem annemi kontrol ettirmiş, hem de bu deprem fırtınasını atlatmış oluruz.
—Vallahi Attila iyi olur.
Sana söylemedim ama ben çok meraktayım.
Ertesi sabah yola çıktık.
Gece saat sekiz gibi annemin evine geldik.
Kapıyı, elli yaşlarında, beline kadar uzun, boyama sarışın saçlı, oldukça zayıf bir kadın açtı.
—Merhaba Yıldız Hanım ben Günseli.
İçeri giriyoruz.
Hoş geldiniz bile demiyor kadın.
—Annem nerede?
—Yatak odasında, uyuyor.
—Saat daha sekiz.
Erken değimli bu saat?
Annem geç oturmayı sever.
Uyandırın lütfen.
—Ay nasıl uyandırayım ben onu?
Derin uykudadır şimdi.
—Kafam atıyor.
—Yıldız Hanım.
Kızı sana, uyandır, buraya getir dedi.
Gerekirse bir kova su boşalt kafasına.
Uyandır getir derhal.
Söylene, söylene, içeri gidiyor.
İki dakika sonra da annenim koluna girmiş, salona getiriyor.
Zorlukla adım atıyor Peri Hanım.
Resmen yürüyemiyor.
Bıraksan yere yığılacak durumda.
Yemek masasının etrafındaki iskemlelerden birine oturtuyor.
Bizi görünce annemin yüzü aydınlanıyor.
Bir gülümseme dudaklarında.
—Merhaba anne.
Biz geldik işte.
Nasılsın?
Öylece bakıyor bize.
Ağzını açıyor, bir şeyler söylemeye çalışıyor ama gabul gubul sesler çıkartmaktan başka bir şey söyleyemiyor.
—Ne zamandır konuşamıyor annem?
—AAA hiç de değil.
Gündüz görün onu.
Susmak bilmiyor.
Baktım, suratı da çarpık annemin.
Sabit gözlerle hep bir noktaya bakıyor.
—Ne ilaçlar alıyor annem?
Getirir misin bana ilaçlarını?
İçerden ilaçlarını getiriyor.
Tek tek inceliyorum.
İçlerinden biri, Ativan diye bir uyuşturucu.
Amerikan filmlerinden biliyorum.
Son derece ağır bir ilaç bu.
—Yıldız Hanım, bana doktorun reçetesini de getir lütfen?
Reçeteye bakıyorum.
Ativan’ın yanına şunu yazmış doktor.
Çok aşırı helecanlandığı, bağırıp çağırdığı zamanlar bir adet alacak.
—Günde kaç tane veriyorsun bu haplardan.
—Vallahi günde üç dört kere veriyorum.
—Hanım ne diyorsun sen?
Ne yazmış doktor?
Günde bir kere.
O da, en aşırı durumlarında.
Kadını maymuna çevirmişsin be.
—EEE ne yapayım Attila Bey.
Sürekli söylenip duruyor.
Bana hiç rahat vermiyor.
Televizyon seyrettirmiyor.
Bu hapı aldı mı mışıl mışıl uyuyor.
Hem o rahat ediyor, hem de ben.
Şeytan kalk diyor şu karıyı eşek sudan gelene kadar dövüp, ağzını burnunu dağıt.
Sinirden üst üste sigara yakıyorum.
Birden kalkıyor ayağa.
AAA siz sigara mı içiyorsunuz?
—Ne olmuş içiyorsam be?
Sana ne?
—Sigara ve içki içilen bir evde ben kesinlikle duramam.
Çantasını alıyor ve kapıyı çarpıp gidiyor.
Ertesi gün Cahit’e telefon etmiş.
-Cahit Bey.
Ben artık o evde kalmam.
Söyle ablanlara, onlar size gitsin.
Ben gelip eşyalarımı alacağım.
—Bak Cahit.
Eğer o orospu, bu eve bir daha adım atarsa, eşek sudan gelene kadar döverim.
Zehirlemiş annemi be.
Utanmadan, birde bizi evden uzaklaştırıp, gelip eşyalarını alacakmış ha?
Biz toplarız eşyalarını.
Koyarız bavuluna.
Sende Şirkete götürür orada teslim edersin bu karıya.
Kadının odasından Günseli ile eşyalarını topluyoruz.
Odada anneme ait bir televizyon var.
Kadın da, yanına bir CD oynatıcı koymuş.
Ulan karıdaki zevke bak be.
CD çalar bile getirmiş.
Odadaki gardıroptan giysilerini almak istiyor Günseli.
—Attila baksan şuna.
Gardıropun kapısını açamıyorum.
Kilitlemiş orospu gardırobu.
Allahtan elimden böyle şeyler gelir.
Çantamdaki kontrol kalemiyle kilidi açıyorum.
Kapıyı açar açmaz, üstüme 10 kutu bira yuvarlanıyor.
Neler yok ki içerde.
Bir şişe yeni rakı.
Bir karton Camel sigarası.
20 tane porno CD.
10 tane müzik CD.
5 Büyük paket çay.
3 Paket pirinç, çorba, puding paketleri, kesme şeker kutuları ve daha bir sürü erzak ve annemin Napoli’den aldığı biblolar ile gene anneme ait takılar.
Gardırop tıka basa dolu.
Bir tek CD’leri, CD çaları ve giyim eşyalarını alıp bavuluna koyuyorum.
Cahit de bizim şirkette teslim ediyor.
Açmış bavulunu kontrol etmiş.
Tek bir kelimede söylemeden çekip gitmiş.
İlk iş annemin aldığı bütün ilaçları bir hafta müddetle kestik.
Anneciğim, üçüncü gün doğru dürüst yürümeğe, beşinci günde gayet güzel konuşmağa başladı.
Gece saat ikilere kadar sohbet ediyoruz.
Günseli ile bu işin böyle devam edemeyeceğine karar verdik.
Anneme de resti ben çektim.
Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra onu ne halde bulduğumuzu anlattım.
Günseli de İstanbul bitti artık anne dedi.
Biz nereye sen oraya.
Sevmiyor musun beni, Attilayı?
Gidiyoruz Foça’ya.
Ölene kadar beraber olacağız artık.
Bir daha seni, yalnız başına elin kadınlarına bırakmayacağız.
Annemde durumu anladı ki ses çıkarmadı bu sefer.
Evi toparladık ve kamyona da yükledikten sonra, bizde yola çıktık.
Foça’ya döndüğümüzün ikinci ayında, bir sabah Günseli ile annem bende önce kalkmışlar.
Ben yanlarına geldiğimde, annem bana şöyle uzun uzun baktı ve;
—Günaydın babacığım.
—Günaydın anne.
—Baba.
Annem nerede benim?
—Anne ben Attila.
Tanımadın mı beni?
—Hayır, sen Attila değilsin.
Sen benim babamsın.
Attila fabrikaya gitti.
Bu hadiseden sonra da beni hep birilerinin yerine koydu.
Bir gün babası, bir gün dayısı oldum.
Doktora telefon açtık.
Alzaymır ilerliyor dedi.
Annemin hafızası böyle sürekli gidip geliyor.
Önce, hep onu realiteye döndürmeye uğraştık.
Burası Foça.
Biz seni İstanbul’dan buraya taşıdık.
Attila senin damadın.
Baban veya dayın değil.
Ne yaptıysak ikna edemedik.
Ben kimi gün babası, kimi gün dayısı oldum.
Bir ara talebeliği aklına gelmiş ki sürekli okula geç kaldığından yakınır oldu.
—Dayı ne olur beni araban ile okula bırak.
Geç kaldım.
Sonra öğretmenim kızar bana.
—Dayı bu akşam erken yatacağım.
Yarın imtihanım var.
—Annem nerede benim?
—Ne zaman gelecek.
Mart ayında evi gemi zannetmeğe başladı.
Tabii ki bende geminin kaptanı oldum.
Oturduğumuz ev dört katlı.
Salon ikinci katta.
Balkonu da hakikaten gemi güvertesine benziyor.
Bu iş o kadar ilerledi ki, bende realiteye döndürmekten vaz geçtim annemi.
Eğer onu mutlu edebileceksem, babası, dayısı, gemi kaptanı olmağa karar verdim ve oyuna katıldım.
—Günaydın kaptan.
—Günaydın Anne.
—Bizim vapur ne zaman varacak İstanbul’a?
—Daha Foça’dan yeni çıktık yola.
Üç güne kadar varırız İstanbul’a
—Çanakkale’den geçecekmiyiz kaptan?
—Tabi geçeceğiz.
Niye sordun?
—Benim annem çanakkalede öldü de.
Mezarını ziyaret ederdim.
—Sen merak etme Peri Hanım.
Bizim çarkçıda Çanakkaleli.
O, seni götürür ziyarete.
—Çarkçı, gel buraya.
Çanakkale ye geldiğimizde, Peri Hanımı annesinin mezarına götürür müsün?
Ha efendim?
Duymadım?
—Ne dedi çarkçı?
Tamam dedi.
Emrin olur kaptan dedi.
Götürecek seni annenin mezarına.
Bir ertesi sabah soruyor.
—Kaptan gelmedi mi bizim vapur istanbul’a?
—Daha bir günümüz var.
—Nereye yanaşacak İstanbul da?
—Sen nereye istersen.
Karaköy rıhtımına yanaşsın kaptan.
Ben çok severim Karaköy’ü.
—Emrin olur Peri Hanım.
Sen istedikten sonra.
Sevinip el çırpıyor, çok yaşa kaptan diye.
Bir ertesi sabah gene başlıyoruz.
—Kaptanım neredeyiz?
Tamam, yanaştık Karaköy Rıhtımına.
—AAA ne zaman?
—Sen sabah uyurken.
Çok erken yanaştık rıhtıma.
Gel güverteye çıkalım da göstereyim Karaköy’ü.
Balkona çıkıyoruz.
—AAA amma değişmiş Karaköy.
—Nasıl sevdin mi?
Çok severim ben Karaköy rıhtımını.
Bir ertesi sabah oyun yeniden başlıyor.
Bu sefer Napoli’den hareket ettik.
—Kaptan?
Ne zaman yanaşacak vapur Karaköy rıhtımına?
—On gün alır Peri Hanım.
Daha Adriyatik Denizindeyiz.
Napoli’den yeni kalktık.
Bu bize 10 günlük yeni bir senaryo kazandırıyor.
Sicilya, Messina boğazını geçiyoruz.
Etna yanardağını seyrediyoruz.
Pire limanına uğrayıp, Çanakkale boğazından Marmara denizine giriyoruz.
İşte İstanbul sahilleri gözüktü.
İşte Karaköy rıhtımına yanaştık.
Amma değişmiş Karaköy.
Ama hiç vapurdan inmiyoruz.
Arada sırada ,annem beni rahat bıraksın diye salona doğru sesleniyorum.
-Çarkçı, süvariye söyle.
Kaptan biraz yorgunmuş.
Bir iki sat uyumak istiyor dersin.
Vapura sahip çıksın.
Şimdi düşünüyorum da,
Acaba annem de mi benimle oyun oynuyordu?
Ama bir tek şeyi iyi biliyorum.
Bu oyunu benimle oynamaktan mutluydu.
Nisan ayında annem kalp çarpıntısından şikâyete başladı.
Nabzına baktım hiç düzen yok.
Ritim kalmamış ve çok hızlı atıyor.
Sayabildiğim kadarı ile 130 la 150 arası değişiyor nabzı.
Menemene özel bir hastaneye götürdük.
İyi bir kalp doktoru var hastanenin.
Muayene ettikten sonra, beni bir köşeye çekti.
—Attila Bey, hazırlıklı olun.
Yakında kaybedeceksiniz Peri Hanımı.
—Yapma Doktor.
Hiç tedavi imkânı yok mu?
—Maalesef.
Alzaymır iyice ilerlemiş.
Beyin, organlara kumanda edemiyor.
Kalpteki bu aksaklık da ondan.
Yakında yutkunma zorluğu başlar.
Hatta, hiç yutkunamazda.
Unutur yutkunmanın ne demek olduğunu.
Yemek yiyemiyecek.
Konuşamayacak.
Ve sonunda nefes almayı unutacak.
—Ne kadar sürer bu doktor?
—İki ay ömrü kalmış derim.
Doktorun dedikleri hep çıktı.
Önce konuşmayı unuttu.
Yirmi gün sonra da, yutkunma zorluğu başladı.
Yemeği kaşıkla ağzına veriyoruz.
Çiğniyor fakat yutmuyor.
Kaptan seni masasına davet etti diye kandırarak sofraya oturtuyoruz.
Çocuk yedirir gibi bin bir şaklabanlıkla, nasıl yutacağını göstererek, bizde yutkunarak zorla yemek yediriyoruz.
Bir hafta sonrada çiğnemeyi de unuttu.
Doktor, Enşur diye sütlü kakoaya benzer bir sıvı verdi.
Terkibinde, bir yığın vitamin ve besleyici protein var.
Büyük bir şırınga ile ağızdan beslemeğe çalışıyoruz.
Ağzını kapatıp adeta kilitliyor.
İki dudağını arasından şırınganın ucunu zorla sokup sıvıyı sıkıyorum.
Ağzında tutuyor sıvıyı.
Yutturana kadar anam ağlıyor.
Aklıma geldikçe de sarılıp, yanaklarından, alnından öpüyorum günde on, on beş kez.
Gözlerinin içi gülüyor.
Bir haziran günü, öğleden sonra saat üç gibi sigaram bitti.
—Günseli ben sigara almağa bakkala gidiyorum.
Bir şey istiyor musun bakkaldan?
—Ekmek kalmamış Attila.
İki ekmek al lütfen.
Tam alt kata inmiştim ki Günseli’nin çığlıklarını duydum.
Attila yetiiiiş.
Annem fena oldu.
Hemen üst kata koştum.
Annem oturduğu koltukta, gözler donuklaşmış, gık gık diye sesler çıkarıyor.
Nabzına baktım.
Tek bir vuruş.
On saniye bir şey yok.
Sonra gene bir vuruş.
—Yardım et Günseli çabuk, çabuk.
Ben omuzlarından kavrayıp kaldırıyorum.
Günseli ayaklarını tutmuş.
Yere yatırıp kalp masajı yapıyorum.
Bir ki, üç, dört, beş, kalbe bastır.
Ağzımı dudaklarına yapıştırıp hava üfleyip çekiyorum.
Bir ki, üç, dört, beş, kalbe bastır.
Ağzımı dudaklarına yapıştırıp hava üfleyip çekiyorum.
—Günseli, 112’yi ara derhal.
Hemen bir ambulans iste.
Günseli ağlayarak, hıçkırarak zor bela adresi veriyor.
Beş dakika sonra ambulans kapıya geliyor.
Annemin nabzına bakıyorum.
Tek bir vuruş bile yok.
Gelen ekiple, ambulansa taşıyoruz.
Foça devlet Hastanesinde Acile alıyorlar.
Bir beş dakika sonra da doktor yanımıza geliyor.
—Başınız sağ olsun.
Anneniz maalesef vefat etti.
Kurtaramadık.
Annemi, Foça’da yeni mezarlıkta toprağa verdik.
Foça tepelerinde bir yamaçta, kademe kademe, merdiveni andırır bir mezarlık bu.
Enfes bir deniz manzarası var.
Bütün Ege ayaklar altında.
Annem de tam ortalarda gömülü.
Bindiği yeni gemi bu.
İnşallah, Cennetin rıhtımına yanaşır.
Ama bildiğim tek gerçek var.
KARAKÖY RIHTIMINA ARTIK BİZİM VAPUR YANAŞMIYOR.
Attila Bozoğlu – Eski Foça
YORUMLAR
Hüzünlü bir öykü daha. Uzun da. Ama, Atilla Abi, biraz aceleye mi gelmiş? Sanki anlatımın zayıflamış bu öyküde. Çok yoğun, birbirini takip eden olaylar tempoyu düşürmese de, nasıl desem, anlatımını süslememişsin. Öyküyü sen idare edeceğine, olayları kovalamışsın sadece. Daha çok imge, tasvir, benzetme kullansan diyorum. Pelikan zamanındaki gibi.
Sağlıcakla,