- 770 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Duyguların Hasat Zamanı
En sevdiğiniz içkinin son kadehini tutarsınız ya hani ellerinizle… Sımsıkı sarılır ve sessiz fısıltılarla konuşursunuz ya kadehinizle… Bitmesini istemezsiniz ama son yudumun sizi göklere çıkaracağını da bilip, acele de edersiniz içmek için ya hani… İşte öyle bir şeydi yaşanan…
Ağustos ayını Eylül’e bağlayan gece… Gitme ile kalma arası bir an… İnce bir çizgi… Duyguların düşeyazdığı anlar… Veda anı…
Gündüzleri sıcaktan bunalıp, gün yüzünü geceye çevirdiğinde, üşüdüğünüz anların başlangıcı…
Her iklimin bir mevsimi olduğu gibi, hüznün de mevsimi Eylül… Ve ne çok yakışıyor Eylül ayı, Kurtuluş Parkı’na…
Yaprakların, gökyüzündeki kararsız halleri… İlkbahar ve yazın içe sinen tortularının ayazlamaya dönüştüğü anlar…
Eylül’e uyanan gecenin sabahıydı işte…
Pek heyecan taşımayan bir güne uyandı… Yıl içinde biriktirdiği heyecandan eser yoktu sanki… Ölgün adımlarla kalktı yatağından… Belli belirsiz adımlarla yöneldi banyoya… Gövdesi belinden ikiye ayrılmış gibiydi… Belden yukarısını emanet ayaklar taşıyordu sanki… Aynanın karşısına geçip, bir süre kaldı öylece…
Görünen yüz kendisi değildi… Ellerini aynadaki yansımalarının üzerinde gezdirdi… Çizgi düşen yüzlerine, mora dönmüş göz çukurlarına dokundu… Aynada bir başka ‘’ben’’ vardı sanki… Kendisini izleyen bakışlardan korktu bir an… Seyrekleşen saçlarına hayıflandı nedense…
Yılın ilk karları, sanki saçlarında toplanmış gibiydi… Belli ki bu kış uzun geçecekti… Yüreği bedenini terk etmiş, ayaklarını hissetmez olmuştu… Ve mevsim güze dönmüştü işte…
Sessiz ve çıldırtıcı bir fanusun içinde hapsedilmiş gibiydi… İnceden bir sızı hissetti yüreğinde… Yitip giden bir mevsimin ardından, sanki vedaya hazırlanır gibiydi… Her şey tekdüze görünüyordu gözlerine…
Bir şeyler giydi üzerine… Ne giydiğinin önemi bile yoktu… Bir an evvel dışarı çıkmak istiyordu… Günü karşılamalı; Eylül ayının gizemine bırakmalıydı kendisini işte… Gitmeliydi; yaprakların sararan hallerini görmeliydi işte…
Dışarıda anlamsız gölgeler uçuşuyordu… Her gün yürüdüğü kaldırımlar, yollar, korna sesleri… Gördükleri, duydukları, bir gölgenin yansımalarıydı sanki… Ve her şey öylesine sıradan ve tekdüzeydi işte…
Heyecan ve sevinç eksiliyordu hayatından…
Gidenlerin, bende bıraktıklarını sevmeyi öğrendim çoktan… Her gideni izlerinde sevdim ben… İçimde bıraktıkları gölgelerde aradım… Tenlerine dokundum habersiz… Kokladım üzerime sinen kokularını gizlice… Yetmiyor ki kelimeler… Ne söylesem eksik kalacak… Söz sınıra dayanıyor, yazı bitiyor böyle anlarda… Eylül; sen nasıl bir aysın söyle…
Duyguların hasat mevsimidir Eylül; bağ bozumudur gözyaşların… Buram buram hüzün kokuyor insan…
Yazın bunaltıcı sıcağında ısınır ya insanın duyguları… Ve buhar olup; çıkar ya duygular gökyüzüne böyle anlarda… Ve rastlayınca soğuk hava tabakasına… Birikir gökyüzünde, kümelenir ya hani duygular… Yoğun bulut kümelerine döner ya önce… Kabına sığmayan duygular, yağmur olup döner yeryüzüne…
Eylül; muson yağmurlarıdır içimde… Bundandır; hüzün ayıdır Eylül işte…
Eylül, insanın geri çekildiği aylardandır… İçine kaçtığı, kümelendiği… Yabancı bir toprağa gizlice girip, her an yakalanmayı bekleyen bir kaçak gibi olur insan… Minicik bir ayak sesinden, kendini izleyen bir gölgeden korkarsın, yakalanma telaşı sarar bedenini… Yitirir işte bu aylarda soğukkanlılığını insan… Her an birinin kapısını güm güm vuracağını bekleyen bir kaçağın titrekliğini yaşarsın işte… Eylül; kaçak bir aydır bence…
Güneş hızlı iner damların üzerinden yere… Alacakaranlık sarar her yeri birden… Gece erken dayanırken kapına… Gün çabuk biter… Rüzgâr serinliğini artırır aniden… İçiniz yazdan kalan sıcaklığı gizlerken, dışınız üşür birden… Belki de üşüyen içinizdir kim bilir… Geçmiş ve geleceksiz olursunuz bir an… Zaman akar mı, akmaz mı bilemezsiniz hiç… Ve belki de özgürlüktür bunun adı… Ne dersiniz…
Duygu ve sevgi olmadan da sevişemez ki insan… Çırılçıplak bir tene sarılır gibi olursunuz… Soğuk, katı ve cansız bir beden… Üşümüş bir tene duyulan arzu… Oysa içinizin bir yerlerinde Yaz’dan ve bahardan kalma duygular saklıdır… Biraz canlısınızdır; ancak çokça ölgün kalırsınız Eylül’de işte…
Oysa sahip olduğumuz bir yatak arkadaşı, bizim aynamız değil midir sizce… Önemimizin ve değerimizin yansımalarını yaşamaz mı insan O’nun teninde ve gözlerinde… Eylül sen nasıl bir sevgilisin… Ayna, hüzün, hadi söyle…
‘’Bir erkeğin en büyük mutsuzluğu, mutlu bir evliliğinin olmasıymış’’… Hiç boşanma umudu olmazmış insanın… Ve insan yaşarsa baharı ve yazı dolu dolu… Özgürce karşılayamazmış Eylül ayını… İçinin nikâhlanan yanlarını söküp atamazmış işte… Eylül; tutsaklık mı yoksa sizce…
Güz mevsimi dişidir bence… Ve hep seslenir diğer mevsimlere… İçinin derinliklerinde sıcaklık saklıdır onun… Dokunmayınca soğuk bir ten… İnce çizgilerde, alabildiğince ıslaklık gizli içinde… Bakışlar buğulu, nemli… Anlaşılmayınca, sert geçecek bir kışın habercisidir işte…
Eylül ayı kadın gibidir… Davetkârdır belki de… Sesleniyor diğer mevsimlere…
İçimde erkekliğinin sıcaklığı, kalbimde aşkın, dudaklarımda nefesin; geldim işte... Seninle öyle zenginim ki… Senden ayrılmanın karşılığında getirdim onları… Yoksa dayanamam ki… Ve bıraktıkların içimde…
Yine yüz yıl oldu görüşmeyeli, biliyorum… Dedim ya zaman ve zamansızlık saklı içimde… Özledim bende seni… Yağmurları özlediğim kadar… İzle beni, sana hasretim kadar yağacağım… Yıldızlar Yaz’a saklansa da… İnadına yıldızları göreceğim gözlerinde… Gözbebekleri yıldızlaşarak bana bakan sevgilimi özledim ben... İçim; dışımla yer değiştirmeli benim işte… Hadi dursun zaman, ak içime…
Gülmek isterken ağlarsınız ya hani doğum anlarında… Çocuk; göğe çıkan duygularınızın hasadıdır ya… Eylül ayı da hasat mevsimidir… Kadın olması da bundandır işte… Doğurgandır Eylül ayı bence…
Yine o en çok sevdiğim yerdeyim… Kurtuluş Parkı’ndayım… Öyle çok yıldız var ki… İlk kez bu kadar çok yıldızları görüyorum burada… Hem de bu mevsimde… Sen de ordasın bak… Vakitte akşam mı olmuş ne…