- 1303 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
SEVGİ YA DA SEVGİSİZLİK ÜZERİNE BİR DENEME...
Annesi Yahudi, babası Boşnak kendisi İzmirliymiş. -O kendini böyle ifade ediyordu.- Yirmi dokuz yaşındaydı. Üç yaşında bir oğlu vardı. Oğlunun babası Malatyalı, evli bir adammış. Çocuğunu doğurduktan sonra “ya o ya ben” diye diretince adam karısını tercih etmiş.
- Benim kimseye ihtiyacım yok... Böyle daha iyi... Özgürüm... İstediğim gibi yaşıyorum... Kimse bana karışamaz... İstediğimle birlikte olurum, derken yüzünde sahte bir güven ifadesi vardı.
Karşısında onu büyük bir dikkatle dinleyen Tarık’ın gözünden kaçmamıştı bu ifade. Tarık engelleyemediği çok ince bir istihzayla bakışlarını önüne doğru eğdi. Kadın fark etmedi bunu. Sürekli konuşuyor, hep kendinden bahsediyordu. Almanya’ya beş yaşında gelmiş. Meslek okulunu bitirmiş. -Bilgisayar ve ön muhasebe gibi bir şey.- Adı; Kader’miş... Daha önce bu isimde bir delikanlı tanımış ve ona bu ismi çok yakıştırmıştı. Fakat nedense bu hatunda, konsomatrislerin kullandığı takma adlar gibi gelmişti ona.
- Gerçek adın mı, diye sordu.
- Elbette, dedi kadın.
.........................
Tarık’ın tanıdığı delikanlı, uzun boylu, yakışıklı bir gençti. Çok güzel, tertemiz yüzlü, geniş omuzlu ve sportif bir vücuda sahipti. Ama bakışları merhametsiz ve ürkütücüydü. Kırk günlük bir bebekken anası terk edip kaçmış. “Okul mokul hak getire. Gazete bile okumaktan nefret ediyor”muş. On altı yaşında adam vurmuş, hapse girmiş, on sekizinde çıkmıştı. Tanıdığında yirmi bir yaşında ve asker kaçağı idi.
- Askere gidecem... Gidecem ama önce halletmem gereken bir iki iş var...
Derken bakışları daha ürkütücü bir hal almıştı. Dişlerinin arasından, dudaklarını incelterek söylediği bu; “halletmesi gereken bir iki iş”in ne olduğunu tahmin etmek zor değildi. Ama delikanlının dişlerinin arasından, dudaklarını kıpırdatmadan söylediği bu sözcükler iliklerine kadar titretmişti Tarık’ı. Çünkü dediğini yapan bir tip olduğu belliydi.
- Önce anamı bulacam...
- Nerede olduğunu biliyor musun?
- Hayır... Ama bulacam... Bir adamla beraber yaşıyormuş...
- Kim söyledi?
- Babam... Bir yerlerde şarkıcılık yapıyormuş... Bulacam onu... Bulacam... Bulup o herifle ikisini kurşun delisi edecem... Sonrada üzerlerine benzin döküp yakacam...
- !!!...
- .....
- Sana bu ismi kim koymuş?
- ......
- Bilmiyor musun?
- Anam koymuş...
Bu kadar güzel bir insanın, bu kadar katı olması adama acı vermişti. İçine girmek, içini deşmek istemişti. Mutlaka derinliklerinde bir yerler yumuşacık, ışıl ışıl olmalıydı. O ışığı bulup açığa çıkarmak için ömrünün yarısından vazgeçmeye hazırdı.
- Kader, dedi usulca, sen delikanlı bir adamsın. Sana bir şey söyleyeceğim ama doğruyu söyle.
Delikanlı kaşının birini kaldırıp; “bu ne biçim laf” gibi baktı yüzüne. Biraz da; ”ağzından çıkanı kulağın duysun” gibisinden bir tehdit de vardı bakışında. Umursamadı Tarık, görmezlikten gelmişti, bu tehditkâr bakışı.
- Sen hiç aşık oldun mu? Sevdiğin bir kız var mı?
Delikanlının yüzünde alaylı, küçümseyen, aşağılayıcı bir gülümseme belirmişti.
- Ne aşkı, ne sevdası abi ya... Benim on beş yaşımdan beri becerdiğim karının haddi hesabı yok. Benim hayatta beceremeyeceğim karı yoktur. Bütün karılar orospudur. Yanlış anlama hem de hiç birine zırnık harcamadım. Harcamam da... Karı kısmının hem önünü, ardını, ağzını burnunu becereceksin hem de malını mülkünü yiyeceksin... Acımayacaksın hiçbirine... Kaç tanesinin arabasını, evini sattırdım.
İyice hırslanıp öfkelenmişti. Belli ki en zayıf yerinden yakalanmıştı. Özellikle damarına basmıştı Tarık.
- Yani karı parası yiyerek mi yaşıyorsun.
Delikanlı kaşlarını çatıp, çakmak çakmak bakışlarını yüzüne dikmişti. Bir yay gibi gerilmişti. Hırçın öfkeli bakışlarıyla adamı tartmaya çalışıyordu. Her an kapışmaya hazır bir noktaya gelmişti. Bunu hisseden Tarık bir adım geri çekilmeye karar vermişti Sesini biraz alçaltıp yumuşatarak sakinleştirmeye çalıştı.
- Öyle ya, dedi, ben söylediklerinden bunu anladım. Yanlış mı? Yanlışsa söyle.
Bakışlarını Tarık’ın üstünden çekip, başını başka tarafa çevirmişti delikanlı.
- Peki ne yaptın bu kadar parayı? Araba paralarını, ev paralarını yani, ne yaptın?
- Kumar oynadım, garibanlara dağıttım, pavyonda karılarla yedim...
- Pavyon karılarıyla mı yedin? Yani bir karıdan(!) alıp başka bir karıya(!) yedirdin öyle mi? Hani sen karılara zırnık yedirmezdin?
- O başka...
- Nasıl başka?
- Ben becerdiğim karıya para yedirmem. Pavyondaki karılar harbi orospudur, garibandır... Hem onlara dokunmam ben...
Kelimeleri bulmakta zorluk çekiyordu. Çünkü pavyonda çalışan kadınlara farklı bakmasının sebebini kendine de anlatabilmiş değildi. Belki bir şeyler daha söyleyecekti. Ama birden vazgeçti. Oturduğu yerde hafifçe dikildi. İlgisi Tarık’ın arkasında bir yere yoğunlaşmıştı. Dönüp baktı... Üç-dört yaşlarında bir erkek çocuğu, ağlayarak annesinden bir şey istiyordu. Annesi de onu çekiştirip duruyordu...
- Oğlum yürüsüne!..
Çocuk inatla ayak diretince kadın dayanamayıp patlatmıştı tokatı. Kader tokatı kendi yemiş gibi hırslanmış;
- Ne vuruyorsun ulan çocuğa, orospu karı, diyerek fırlamıştı ayağa. Kadın korkuyla öylece kalmıştı. Çcuk da ağlamayı kesmiş bu tanımadığı adamdan korkmuştu. Tarık da ne yapacağını kestirememişti. Kadın:
- Sana n’oluyor ya!..
Diyecek olmuş, Kader hışımla kadına doğru bir hareket yapınca, Tarık onu engellemek için ayağa kalkıp önüne geçmiş ve göğsünü göğsüne yaslayıp usulca sarılmıştı Kader’e. Tam belinin ortasında bir tabancanın kabzası gelmişti Tarık’ın eline. Elini hemen yukarı doğru kaydırmıştı. Bu arada kadın çocuğunu kucağına almış ve hemen uzaklaşmıştı oradan... Kader tekrar yerine otururken dişlerini gıcırtadarak:
- ..... koduğumun karısı... Bunların hepsini geberteceksin... Testereyle keseceksin, alayını...
....................
Aloo... Tarık Bey... Burada mısınız?..
- Ha evet...
Tarık, Kader hanımın sesiyle; aydınlık, bol güneşli bir İstanbul öğle sonrasından, Mannheim’ın köşeli, yüksek taş binalarının arasında bir yere sıkışmış karanlık ve ağırlıklı olarak Türklerin geldiği cafenin gürültüsüne döndü. Kader hanım:
- Hayr’ola daldınız... Nerelere gittiniz böyle?..
Diye sordu... Tarık kaçamak bir cevapla savuşturmaya çalıştı.
- Bir yere gittiğim yok... Buradayım, sizinle beraberim ya, dedi...
Sözcüklerin arasına biraz da çapkınca bir gülücük sıkıştırarak, sözüm ona, kendince kompliman yapmaya çalıştıysa da kadın bu konuda oldukça profesyoneldi. Pek inandırıcı gelmemişti bu cevap... Sadece:
- Peki öyle olsun, dedi ve şu ana kadar Tarık’ın hiç duymadığı anlattıklarına kaldığı yerden devam etti...
Bir kaç gün önce başka bir Türk cafesinde bir şiir gecesi tertiplenmişti. Tarık’ı orada dinlemiş ve hayran kalmış. Şiirlerinin hepsi kendini anlatıyormuş. Hele okuma tarzına “gebermiş”... Kendisi de yazıyormuş. Çok şiirleri varmış. İki defter dolusu... Onları okuması için Tarık’ı ısrarla evine davet ediyordu... Tarık şöyle, erkekçe(!), alıcı gözüyle baktı kadına. Genel geçer ölçülerde oldukça güzel bir kadındı. Gözleri O’nunki gibiydi, renkliydi. Koyu buğday tenliydi. Yoğun bir solarium küründen geçmiş olmalıydı. Saçları koyu kestaneydi, dolgun ve şehvetli dudakları vardı... Kalçaları ve göğüsleri de öyle...
Cafeden çıkıp bir İtalyan lokantasına gittiler. Tarık’ın hiç bilmediği değişik soslu, içinde devekuşu eti olan makarnadan yediler. Oldukça kabarık bir hesap geldi. Hesabı ısrarla Kader ödemek istedi. Müsaade etmedi Tarık. Nedense yedirememişti kendine. Hesabı öderken İstanbul’daki Kader adlı delikanlı geldi aklına. "O olsa kesin hatuna(!) ödetirdi hesabı" diye düşündü. Kendi kendine gülümsedi.
Yemek boyunca şiirden çok cinsellik kokan bir muhabbetti aralarında geçen konuşmalar ve Tarık’a göre inanılmaz şeylerdi. Güvercin elli, bal renkli gözleriyle iki şişe biradan sonra yanakları pembeleşen sevdiği kadın geldi gözlerinin önüne. “Sevgili öğretmenim benim. Meğer ben senden neler öğrenmişim...” diye geçirdi içinden. Eskiden böyle bir muhabbette(!) ne diyeceğini, nasıl konuşacağını bilemezdi. Oysa şimdi gayet rahattı. Hatta sohbete hakimdi bile denilebilirdi. Bu tarz sohbetlerin formülünü bulmuştu. Gayet basit bir formüldü bu... Bir defa seks kelimesini hiç kullanmıyordu. Onun yerine aşk kelimesini yerleştiriyordu. Onun deyiminle “düzüşmek”, kendi deyimiyle “çiftleşmek” kelimesinin yerine de “sevişmek” kelimesini kullanıyordu. Böylece her şey çok kolaylaşıyordu. Hatta keyifli bir hal aldığı bile söylenebilirdi.
Kader’in evi Mannheim’ın biraz dışında bir yerdi. Dört katlı bir apartmanın son katıydı. Asansörü yoktu. Ve Tarık bu dört katı tırmanmak mecburiyetindeydi. Üçüncü kattan sonra felçli bacağı iyice ağırlaşmaya başladı. Bir an soluklanmak için durduğunda; “bir de bunun inişi var” diye düşünmeden edemedi. Ama kararlıydı, bu gece kendisinin dışında biri olacak ve finali ne yapıp edip göğüsleyecekti.
Kader’in evi; orta halli bir evdi. İki oda bir salondu. Odalardan küçük olanda oğlu yatıyordu. Eve geldiklerinde orta yaşlı bir kadın vardı. Kadın saatine bakıp Almanca bir şeyler söylendi. Tarık da saatine baktı; yirmi iki otuzdu... Kader, umursamaz bir tavırla oğlunun odasına geçti, kadın da ardından... Duvarda büyükçe bir nû tablo vardı. Yağlı boya bir çalışmadan baskıydı. İkisi tek biri ikili; üç parçadan oluşan geniş bir koltuk takımı. Bar tarzında bir büfe. Büfede içkiler, kadehler ve biblolar. Bibloları merak edip yaklaştı. Çıplak kadın-erkek figürleri ve ortalarında bereket tanrısı. Ev tam bir garsoniyer havasındaydı. Duvara monte edilmiş üç küçük raf ve kitaplar. Kitapların çoğu almancaydı. Aralarında birkaç tane Türkçe kitap da vardı. Nazım Hikmet ve Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiir kitapları, Necmi Onur’un “orospu” adlı romanı. Bir de Erıc Fromm’un “psikanliz ve din” adlı kitabı.
Kadın yine söylenerek çıktı odadan. Sırtına bir şey giydi ve çekip gitti. Ardından Kader geldi. Giden Alman kadının inadına son derece sakin ve umursamaz bir tavır içindeydi.
- Otursana, dedi Tarık’a, rahatına bak...
Tarık koltuklardan birine oturdu. Kader banyoya girdi. Tarık hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Akan zamana kayıtsız şartsız teslim olacak ve ne olursa olsun umursamayacaktı. Birden ayağına kramp girdi... Büyük bir acıyla ayağını uzatıp gerildi... Kader geldi... Tarık’ı acıyla gerilmiş bir halde görünce:
- Hayr’ola, n’oldu, diye sordu endişeyle...
- Baldırıma kramp girdi ama önemli değil, şimdi geçer, dedi Tarık. Kader çöküp oturdu ve elini Tarık’ın pantolonunun paçasından sokup baldırını avuçladı.
- Off, çok sertleşmiş, deyip ovalamaya başladı.
Göğüsleri, geniş yakalı bluzundan tamamen dışarı fırlayacakmış gibiydi... Sanki sadece bunu göstermek için oturmuştu. Tarık için bir kadının en tahrik edici yeri göğüsleriydi... Bacağındaki acıyı unutmuş, kadını kadın yapan bu güzelliğe takılıp kalmıştı. Kader bunun farkındaydı ve Tarık’ı etkilemekten keyif almıştı. Göğüslerini, biraz daha açığa çıkaran minicik bir hareket yaptı. Tarık’ın yanakları kızardı. Al bastı yüzüne. Kasıklarından göğsüne, göğsünden beynine sıcak bir baskı hisseti. Kalp atışları hızlanmıştı. Kader çapkınca gözlerinin içine baktı ve:
- Ben sert şeyleri yumuşatmayı iyi bilirim, dedi.
Kafasından aşağı kaynar suların döküldüğünü hissetti Tarık... Cayır cayır yandı... Fakat aynı zamanda anlayamadığı bir korku da düşmüştü yüreğine... Tarifi imkânsız bir korku... Korkunun verdiği telaşla:
- Tamam, dedi, geçti... Yeter... Sağol, çok teşekkür ederim...
Yüzünde istihzalı bir tebessümle bacağını bıraktı Kader. Sonra dönüp Tarık’ın yüzüne baktı. Tarık yüzüne bakan kadının bakışlarında pişmanlık mı, hayal kırıklığı mı, kızgınlık mı, sevgi mi vardı anlayamadı... Ama kesinlikle şehvet yoktu... Belki de kendisinden yirmi yaş büyük bu acemi çaylağa acımıştı kadın... Özür dileme ihtiyacı hissetti:
- Özür dilerim, diye mırıldandı belli belirsiz bir sesle...
Gülümsedi kadın... İşte bu gülümseyişi çözmüştü Tarık; Kader acımıştı kendisine... Acınacak duruma düşmek rahatsız etti onu. Alt dudağını acıtıncaya kadar ısırdı. -Böyle durumlarda hep yapardı bunu.- Geldiğine pişman olmuştu. O andan itibaren inisiyatifi kaybetmişti. Artık duruma hakim olan Kader’di.
- Kalk bir duş yap, rahatlarsın, dedi Kader.
Bu sözü tavsiyeden ziyade bir talimat gibi algıladı Tarık ve hemen kalktı. Kader de onunla birlikte girdi banyoya. Kader temiz havlular çıkardı. Baş yıkamak için ayrı, vücut için ayrı şampuanlar gösterdi. Lavabonun üzerindeki küçük dolabı açıp bir tıraş köpüğü, kullanılmamış bir tıraş bıçağı ve bir after-shaw koydu lavaboya.
- Tıraş olsan iyi olur, ferahlarsın, dedi.
Bu; gecenin ikinci talimatıydı. Bu sefer itiraz etti Tarık.
- Bıyıklarımı kesmem, dedi.
Kader “Bu da nereden çıktı” der gibi baktı yüzüne.
- Kesme canım, niye kesecekmişsin. Bir şeye ihtiyacın olursa seslen bana, dedi ve çıktı...
Arkasından hemen banyonun kapısını usulca kilitledi Tarık. Bir an durdu. Kendi kendisiyle baş başa kalmıştı. Bir müddet kendini ve çevresini dinledi. Derinden bir müzik sesi gelmeye başladı. Modernize edilmiş, Pir Sultan’dan bir semah; “Koyun olup me’ledik / Sürüye saydılar bizi...” Sesin evin içinden mi yoksa yan daireden mi geldiğini anlamaya çalıştı. Ses salondan geliyordu. Kader açmış olmalıydı. Birden telaşlandı.
“Peki ya çocuk?.. Ya çocuk uyanırsa?.. Niye geldim ben bu eve ya?.. Ne işim var burada?.. Kime, neyi ispatlamaya çalışıyorum?.. N’oldu bana?.. Ne yapıyorum ben, ya da ne yapmaya çalışıyorum?.. Hani benim inancım, ilkelerim, ahlâk anlayışım vardı?.. Nereye gitti bütün bunlar?.. Ya da nerede bıraktım?.. Ben mi onları bıraktım, onlar mı beni terk etti?.. Hani sevgisiz olmazdı?.. Hani sevişmek bir ibadetti?.. Hani?.. Hani?.. Hani.. Allah’ım yardım et... Değiştim mi?.. Bu kadar çabuk mu?.. Bu kadar kolay mı?.. Ahh!.. Sen yok musun sen!..”
Daha bir yığın soru zihninde uçuşmaya başladı. Sonra; “n’oluyor yahu?.. Kendine gel... Sakin ol biraz... Sakin ol... Sakin..." diyerek kendi kendine telkinde bulundu. Birkaç nefesi burnundan alıp ağzından verdi. Bir müddet sırtını kapıya dayayıp kıpırtısız durdu. Bu iyi gelmişti. Biraz sakinleşti.
"Demirci ocağına sürülmüş demir gibiyim. Yandım, kor oldum. Tam kıvamındayım. Bir ustanın beni ocaktan alıp, edep örsünün üstüne yatırıp, erkan çekiciyle döverek yeniden biçimlendirmesi gerek, yoksa çürüyeceğim..." diye düşündü.
Duşun altında gözlerini kapattı, öylece durdu... Başının üstünden ayaklarına kadar bütün vücudunu yalayarak akıp giden suyu hissetmeye çalıştı. Hep o vardı gözlerinin önünde. Güvercin elleri, bal rengi bakışlarıyla o; sevdiği kadın. Göz kapaklarının içindeydi sanki. Gözlerini kapayınca onu görüyordu...
Elleri... Bir çift beyaz güvercin gibi... Uçuyorlar, takla atıyorlar, süzülüyorlardı... Elleriyle kendi yüzüne dokunuyordu, saçlarına dokunuyordu, bedeninde gezdiriyordu, kalçalarını sıvazlıyordu. Bazen karnının üzerinde dolandırıp kasıklarına doğru götürüyordu. O zaman bütün kanının beynine doğru hücum ettiğini hissediyordu Tarık...
"Sana kendi ellerimle değil, senin ellerin olup dokundum hep. Sen bunu anlamadın, anlayamadın, anlayamazdın. Engelleyemezdin de!.." diye söylendi Tarık kendi kendine. Sonra yüzü, gözleri... Bal rengi gözlerinde çoğu zaman hüznü görüyordu... Kızgınlık, kırgınlık, küskünlük görüyordu... Kimi zaman kin dolu bakışlarında sevgisizlik, merhametsizlik vardı... Zaman zaman ıslak, acı dolu, merhamete muhtaçtı, şefkat dileniyordu... Dudakları... Küçük, ince, pembe dudakları... Öpmek istediği, ısırmak istediği, dişleyip kanatmak istediği dudakları... Kinlendiği zaman geriliyor, ağzının kenarında ince bir çizgi beliriyordu; güvercin elli bal bakışlı kadının. Her an saplanmaya hazır hain bir bıçak gibiydi, ürkütücüydü.
"Ağzının kenarında bu ince çizgi belirdiği zaman korkuyorum senden... Çok korkuyorum... Korkuyorum... Korku..."
Kapının tıklamasıyla kendine geldi adam... Kader banyonun kapısını tıklatıyordu... Yeni bir korku saplandı yüreğine...
- Tamam çıkıyorum Kader hanım, derken sesinin titremesine engel olamadı... Aceleyle sabunlanıp, aynanın karşısına geçti. Tıraş olurken eli titriyordu. Suratını kesmemek için temkinli davranmaya çalıştı. Bıçağı bıyıklarının etrafında gezdirirken daha bir özen gösterdi.
Kader orta sehpaya bir çilingir sofrası ha-zırlamıştı. Tarık gelip sofranın başına dikildi. Rahat görünmeye çalışıyordu. Birkaç çeşit meze. Çerezler, kavun, beyaz peynir, kadehler. Küçük bir vazoda sapları iyice kısaltılmış iki adet kan kırmızı kadife gibi gonca gül. “Ne zaman ve nereden buldu bu gülleri” diye aklından geçirmeden edemedi Tarık. İçki olarak yalnız rakı vardı. Her şey çok güzeldi, çok özenle hazırlanmıştı. Kader sehpanın kenarında yere oturmuştu. Kıyafetini değiştirmişti. Askılı bir elbise giymişti. Sütyensiz göğüsleri şimdi daha bir cüretkârdı. Tarık; “Bu kadın ne istiyor benden?.. Ya da ne umuyor?.. Eğer bir şey umuyorsa -ki umduğunun ne olduğunu da tam olarak kestirebilmiş değildi-. Bu ne olursa olsun, umduğunu bulamayacağından eminim... Yazık olacak kadıncağızın bunca emeğine...” diye geçirdi aklından. İçinde bir yerlerin tırnaklandığını hissetti, acı ile gülümsedi... Kader de gülümsedi.
- Nasıl, beğendin mi, dedi...
- Bir mum eksik, diye karşılık verdi Tarık.
- O da var, deyip hemen kalktı, Kader.
- Yok canım şaka yaptım, gel istemez, dedi ama Kader dinlemedi onu.
Tarık ikili kanepeye otururken o büfenin çekmecelerinden birini açtı. Yaklaşık otuz santimetre uzunluğunda, üzeri rengarenk süslemeli bir mum çıkardı. Yaktıktan sonra oval, kadehe benzer bir şeyin içine yerleştirdi. Tarık da sehpanın ortasında yer açtı. Kader mumu koydu ve yanına oturdu.
- Bu mumu kiliseden aldım, dedi.
- Kiliseden mi, diye sordu Tarık.
- Evet, dedi gülerek Kader.
- Paskalya bayramında arkadaşlarla kiliseye gittik. Oradan üç tane aldım. Dualı bu mumlar. Evde yaktığın zaman huzur ve mutluluk veriyormuş.
........................
“Şöyle küçük bir haç almak istiyorum. Ama istediğim gibi bir şey bulamadım.”
“Öyle mi?. Ne yapacaksın haç’ı?”
“Hiiç... Takmak istiyorum... Hoşuma gidiyor... Yani... Ne bileyim... Böyle... Sanki dengeyi temsil ediyor gibi geliyor bana...”
.........................
Kader bir yandan kadehleri doldururken bir yandan da konuşmasına devam ediyordu:
- Paskalyada birinci gün İsa peygamberin çarmıha gerildiği günmüş... Buz ister misin?...
- Evet...
- Su?..
- Mineral vassa... He ikisine de...
Tarık’ın hem rakı bardağına hem de su bardağına maden suyu koyduktan sonra kadeh kaldırdı Kader. Kendisi susuz içiyordu...
- Haydi bakalım, hoş geldin... Prozit...
Tarık da kadehini kaldırıp tokuşturdu...
- Şerefe, dedi...
- Olmadı, diye itiraz etti Kader... Kadehi tam ağzına götürüyordu ki, durdu Tarık...
- Neden, dedi...
- Çünkü burada insanlar kadeh tokuştururken birbirinin gözüne bakar.
- Ya öylemi?.. Öyleyse bir daha şerefe, pardon(!) yani prozit...
Kadehlerini, gözgöze, yeniden tokuşturdular. Kader kaldığı yerden anlatmaya devam etti:
- Çok güzel, çok gösterişli ayinler yapıyorlar. İçinde İsa’nın resminin olduğu, tahterevan gibi tabut yapmışlar... Her tarafta altın işlemeler var...
Kader konuşurken Tarık’ın aklı yine bal bakışlı kadına gitti…
......................
“Bunu sana aldım...”
“Bu ne?.. Ne var içinde?”
“Aç bak bakalım beğenecek misin?”
“Altın bir haç... Çok güzel...” dedikten sonra bal bakışlarını kendisine çevirmişti, güvercin elli kadın…
Bal bakışları ışıklar saçıyordu. Gülümseyen yüzünde masum bir pembelik vardı ve dudağının kenarında o ince, o hançer gibi, o hain çizgi yoktu.
Mutlu olmuştu güvercin elli kadın ve onu mutlu ettiği için bahtiyardı Tarık.
........................
Kader durmaksızın anlatıyordu:
- Sonra o tabutu alıp sokaklarda dolaşıyorlar. Tekrar kiliseye döndüklerinde herkes tabutun altından geçiyor. Çocukken oynadığımız “aç kapıyı bezirgan başı” gibi. Çok eğlenceli. Ben de geçtim. Altından geçerken Tanrıdan ne dilersen olurmuş...
- Sen de Tanrıdan bir şey diledin mi?..
- Hı-hı diledim...
- Ne diledin?..
Hemen cevap vermedi Kader. Başını hafifçe yana yatırdı. Bakışlarını kadehine dikti. İşaret parmağını kadehin etrafında döndürmeye başladı. Sonra bakışlarını adama çevirdi. Gözlerinde ihtiraslı bir pırıltı belirmişti.
- Aşk diledim, dedi... Şöyle güçlü bir aşk... Bütün varlığımı saracak, sarsacak bir aşk... Bu güne kadar bir çok erkek arkadaşım oldu ama ben hiç aşık olmadım... Olamadım...
Bu sefer Tarık bakışlarını ondan kaçırıp kadehine çevirdi...
.....................
“İsa aşk peygamberidir... Aşkın peygamberidir...” demişti ona. Bal bakışları gölgelenmişti güvercin ellinin.
“Bir şey anlatırken çok detaylandırıyorsun... Bu da beni yoruyor... O kadar çok şey anlatıyorsun ki... Henüz birini sindirememişken ikincisini, üçüncüsünü ve hatta dördüncüsünü yüklüyorsun... Yavaş yavaş anlat bana; sindire sindire… İsa aşk peygamberidir, aşkın peygamberidir diyorsun ama o hiçbir kadınla ilişki kurmamış. Annesi de onu hiçbir erkekle ilişki kurmadan doğurmuş... Hiç cinsel hayatı olmayan bir peygambere aşk peygamberi, aşkın peygamberidir diyorsun...”
“Ne kadar güzel...”
“Nedir güzel olan?..”
“Sorgulamaya başlamışsın...”
......................
Bunları düşünürken rakı kadehinden büyükçe bir yudum aldı Tarık. Kader de aynı şeyi yaptı. Karşılıklı birer sigara yaktılar. Kader gülerek:
- Biliyorsun benim damarlarımda biraz gâvurluk var. Eh ne de olsa annem Yahudi, dedi...
- O zaman kiliseye değil, havraya gitmen gerekmez miydi, diye karşılık verdi Tarık.
- Havraya da gittim. Ama orası açmadı beni...
- Neden?..
- Orada kadınlarla erkekler ayrı ayrı yerlerde duruyorlar... Bizde ki gibi...
“Bizdeki gibi!!!...” diye tekrar etti Tarık kafasının içinde.
“Siz kimsiniz?..”
“Biz Türk’üz, Müslüman’ız!!!...”
Kendi kendine gülmeye başladı; "hadi canım sende" der gibisine...
Ama Kader gülmesine bir anlam verememişti. Konuyu değiştirme ihtiyacı hissetti... Kadehini kaldırarak...
- Neyse, dedi, bırakalım şimdi bu konuları... İçelim...
- Yoo bırakmayalım... Gene içelim ama bırakmayalım bu konuları...
- Konuşacak çok daha güzel şeyler var bu gece...
Kader zeki bir kadındı... Yeterli olmadığı bir konuya girdiğini fark etmişti. Onun için konuyu hemen uzmanı olduğu alana, cinselliğe çekti... Hata yaptığını düşündü Tarık... Ürkütmüştü onu... Oysa az önce konuşurken daha saf daha temizdi... Hangisi gerçek Kader’di acaba?.. İnanmak isteyen, huzuru, mutluluğu, sevgiyi, aşkı arayan Kader mi, yoksa şu kadehini yudumlarken şehvetle gözlerinin içine bakan kadın mı?..
İçindeki kadına döndü yine…
..........................
“Sen bütün bunları yanlış yerde arıyorsun.”
“Senin bildiğin bir adres var mı?.. Varsa ver de oraya gideyim...”
“Hiçbir yere gitmene gerek yok... Bütün bu aradıkların sende... Ne arıyorsan kendinde ara... Eğer aradığın sende yoksa; kilisede, camide, havrada ne arasın?.. Oralar arama yeri değil...”
“Peki öyleyse neden gider insanlar oralara?..”
“Birçoğu senin gibi gidiyor... Bilmiyor... Sadece ‘belki’ diyor... ‘Acaba’ diyor... Oysa oralar ‘belki’lerin, ‘acaba’ların yeri değil...”
“Ya ne oraları?..”
“Oralar arayanların değil, aradığını bulanların kavuşma yeri... Mutlak sevgiliyle başbaşa kalınan zifaf odası...”
“Anlayamıyorum...”
“Bu iyi işte... Anlayamıyorum diyen anlamanın başlangıcındadır.”
“Nasıl yani?..”
“Hani; iki gönül bir olunca samanlık seyran olur, derler...”
“Evet?..”
“İşte onun gibi bir şey... Aradığını bulmuşsan, buluşup kavuşmuşsan... Kavuştuğun yerin ne önemi var?.. Kilise olmuş, cami olmuş, havra olmuş ne fark eder...”
........................
- Duyduğuma göre yalnız şiir değil senaryo da yazıyormuşsun, diyerek kendine çevirdi Tarık’ı Kader.
- Ha evet, dedi Tarık kendini toparlamaya çalışarak.
- Şimdi de Almanya’da yaşayan Türklerle ilgili bir senaryo yazıyor muşsun...
- Evet öyle bir niyetimiz vardı. Hatta bu-raya asıl bunun için gelmiştik. Bir yandan oyunlar devam ederken bir yandan senaryoyu yazıp burada bir dizi çekmeyi planlamıştık.
- Oyuncular Türkiye’den mi gelecekler?
- Bir kaç oyuncuyu oradan davet edecektik ama asıl kadroyu buradaki insanlardan oluşturmayı düşünüyorduk.
- Çok iyi beni de düşünün o zaman... Ben çok iyi oyuncuyumdur.
"Hah tamam işte" dedi içinden Tarık, "şimdi anlaşıldı bunca izzet ve ikramın esbab-ı mucibesi." Bunu tespit etmek bir yanını rahatlatırken diğer bir yanını rahatsız etmişti. Ama artık çok önemli değildi.
- Evet ama ben bu kazayı geçirince her şeyi erteledik, dedi Kader’e. Kader meraklı biraz da üzüntülü bir sesle:
- Yani vazgeçtiniz öyle mi, diye sordu.
- Tabii ki hayır ama, ne zaman başlayacağımız da belli değil... Zihnim çok dağınık...
- Neden?
- Bu kaza çok sarstı beni... Eskisi gibi değilim... Çabuk yoruluyorum...
- Şimdi de yorgun musun?..
- Hayır... Yani evet... Biraz...
- Seni dinlendirmemi ister misin... Ben çok güzel masaj yaparım...
- Yoo hayır istemem... Ben masaj yaptırmayı sevmem... Hiç sevmem...
- Neden... Masaj çok güzel bir şey... Gel bak uzan şöyle...
- Hayır bir dakika... Uuff...
- N’oldu?.. Bir yerin mi ağrıyor...
- Hayır... Bak ben sana bir şey söylemek istiyorum...
- ???.................
- !!!................
- Evet seni dinliyorum?
- Bak Kader... Benden ağabey olur, kardeş olur, baba olur, amca olur, dayı olur, arkadaş olur, dost olur ama......
- ???........
- Sevgili olmaz...
- Nasıl yani?.. Ne demek istiyorsun?..
- Çok açık söylüyorum... Benden olmaz...
- ???......
- !!!......
- İyi ama neden?..
- Çünkü ben...
- Evet???...
- Yani beni öyle düşünme demek istiyorum...
- Nasıl yani?..
- Yani n’olur beni erkek olarak düşünme... Beni bir erkek olarak görme...
- Nee???... Yoksa sen?.. Hah hah hah haa... İnanmıyorum... Hah hah hah ha... Yoksa sen kadınlardan hoşlanmıyor musun?... Hah hah hah haa...
- Hayır hayır hayır öyle değil... Elbette kadınlardan hoşlanıyorum... Ama sevgili olmak... Sevişmek... Sevişmek benim için bir ibadet biçimi...
- Hah hah hah haaa... Yoksa sen şu kadının şeyine tapanlardan mısın? Hah hah hah haaa...
- Hay Allah saçmalama nereden çıkarıyor-sun bunu...
- Hah hah hah ha... Sevişirken ibadet ediyormuşsun ya... Hah hah ha... İki rekat ta namaz kılıyor musun bari... Hah hah ha...
- Yavaş gül çocuğunu uyandıracaksın... Sen beni anlayamadın... Benim demek istediğim... Ben kadınla yatarım, kadınla sevişirim ama seni kadın olarak görmüyorum...
- Öyleyse ne işin var burada?..
- Unuttun mu sen davet ettin beni...
- !!!...
- İstersen şimdi hemen kalkar giderim...
- Nasıl gidersin?.. Nereye gidersin?..
- Bilmiyorum ama giderim... Önemli değil, bir yolunu bulurum ben...
- ???...
- İyi geceler... Her şey için teşekkür ederim...
- Saçmalama... Nereye gidiyorsun... Otur şöyle... Otur diyorum sana... Zaten yeterince çıldırttın beni...
- Peki...
- Hadi şerefe...
- Ben artık içmeyeceğim...
- İçeceksin... Hadi şerefe... O… çocukluğu yapma kaldır şu kadehini...
- Peki... Şerefe...
- Rakı koy...
- !!!.......
- Kendine de koy... Koy diyorum... Şimdi bas bas bağırmaya başlarım bak... Koy... Kendine rakı koy... Hah şöyle... Şimdi söyle bakalım ben kadın değilsem neyim o zaman...
- Çok daha önemli bir şeysin... İnsansın Kader, insan...
- Kim ben mi?...
- Evet sen...
- Hastir lan... Bak şair, sena-risst-çi... her neyse işte, Tarık beyefendi... Burası Almanya... Burada para var para... Hayat garantisi var... Sağlık garantisi var... Özgürlük var... İstediğini yaparsın... Bi Allah’ın kulu sana karışamaz... Zırt polis gelir, pırt alır götürür... Çünkü burada özgürlük var... Doğru bunların hepsi var ama o dediğinden yok... Burada o dediğinden yok tamam mı?.. Burada makine var... Makinenin parçaları var... Ama insan yok burada... Anladın mı insan yok burada... Arama... Yok...
- Bağırma!.. Duyuyorum seni... Anlıyorum ne demek istediğini...
- Anlıyorsun demek... İyi o zaman hadi yok olan insanın ve insanlığın şerefine içelim...
- !!!...
- Prozit...
- !!!...
- Öyle değil... Gözlerimin içine bakarak... Burada böyle...
- !!!...
Tarık denileni yaptı. Kadehinden bir yudum alıp masanın üzerine bırakırken kan kırmızı kadife gibi gülleri fark etti...
Ne kadar güzel ne kadar albenili görünüyorlardı.
Onlara bakıp acıyla gülümsedi.
Çünkü Tarık burada kan kırmızı kadife gibi güllerin, kokmadığını biliyordu...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.