SİS-1
Evlerin arasındaki boşluklara çöken, bir adımlık mesafeyi, binlerce metre uzaklıklara mahkum eden sis’in demi, umutsuz bakışlar takındığın, sahibinin acı çektiğini haykıran kahverengi gözlerine ne kadar benziyor. Biliyorum, bana bakarken o masum gözlerin benden öteleri görebiliyor. İçinde, çok derinlerde bir yerde, acılarının her çeşidiyle seni incittiğini biliyorum. .
İçime işleyen, ruhuma uzanan bakışlarının sıcaklığında eriyip yok olduğumu hissediyorum. Gözlerimi ne yana çevirsem, senin gözlerin düşüyor önüme. Çığlık çığlığa hastanenin acil kapısına getirildiğin ambülanstan, indirilirken narin bedeninin acılarla kıvrandığı o an.
Telaşla sedyeyi taşıyanların kolları arasından kahverengi gözlerini kırpmadan ruhuma işleyen bakışların gözlerimin önünde hala. Bunları sana söyleyecek cesaretim, kuvvetim olmadığı için, sana olan ebedi aşkım sonsuza kadar kalbimdeki musallada bekleyecek. Ne hayat bulacak, ne ölüm.
Akşamın ağırlığı, her basamakta biraz daha artarken, hızlı adımlarla tırmandığım hastane merdivenlerinin üzerim doğru geldiği anlarda her yeri kahverengi görüyorum. Yer ve gök ve deniz kahverenginin en harika tonlarıyla sükûnet içerisindeler. Acılarınla dertleştiğin, ruhunun yanı başında sabırlı bir halde seni kolladığı hastanedeki odanın önündeyim. Burada sana benim kadar muhtaç olması mümkün olmayan, akrabalarının yanındayım. Yanlarına sokulup konuşmalarını dinliyorum. Hep senin hakkında konuşuyorlar.
Her şey seni anıyor, sen beni. Senden bahsedenler gözyaşlarıyla son veriyorlar sözlerine. “Hastanız nasıl diye soruyorum?” , “Çok fena, çok fena! Doktoru en azami bir ay bir ömrü kaldı diyor, ama Allah’tan ümit kesilmez” Diyorlar, onlara göre sen bir ay sonra silinip yok olacaksın, geride sana ait anılardan başka hiçbir şey olmayacak. Onların gözünde bir meczup olduğumun farkındayım. Bakışlarından, tavırlarından, benimle konuşurken birbirlerine göz atmalarından hakkımdaki kanaatlerini anlamak zor değil. Belki bir meczup olduğum doğrudur. Sana olan aşkımın, bana yaptıramayacağı hiçbir şey düşünemiyorum, hiçbir şey!
Gecenin en tehditkar en soğuk anlarında aklıma düştüğünde başımı alıp, kendimi yollara atıyorum. Saatlerce yürüyorum, ayaklarımda derman tükeninceye, takatsizlikten düşünceye kadar, nerede olduğumu bilemeden, düşünmeden. Sabahın ilk ışıklarıyla, ilk belediye otobüsleri, ilk yolcular, seyyar satıcılar, şehir uyanıyor onların gürültüleriyle.
Cami merdivenlerinden inen adamlar, birbirlerine beni işaret ederek dua ediyorlar “Allah bu hale düşürmesin kimseyi” Sonra hep beraber yüksek sesle haykırıyorlar “Amin!” Bilmiyorlar ki: bu hal nasıl bir haldir? İlahi kapıdan bekledikleri yavan menfaat, yüreklerini saran ölüm korkusunun eseri değil mi? Alınları secdeye vardığında hissettikleri altlarındaki halının tüyleri ve ağır kokusu değil mi? Arşa açılan elleriyle yaptıkları yakarışın, bulundukları mabedin kubbesine çarparak yere düştüğünü görmüyorlar mı? Takındıkları aciz tavırlar ile yaptıkları, kanatsız dualarının uçamadığını, süründüğünü anlamıyorlar mı? Bir vazifeden başka anlamı olmayan işlerinin, riya koktuğunu fark edemiyorlar.
Oysa aşk bir vazife idrakiyle yaşanan hal değil. Şartsız, sualsiz tam teslimiyetin adıdır. Hayretin hayranlığa tahvil edilmesidir. Örtülerin kaldırılıp, asıl olanın zahir olması, zahir olana ilhak’ın, ruh ve bedenin barışarak karışmasıdır aşk. Hayranlık duyulanın, hayran bırakan hususiyetlerini ebedi muhafaza edebilmesi de ayrı bir teslimiyet uyandırır, hayran olanda. Siyah ve beyaz akan iki nehrin, buluştukları yerde birbirlerine sarılarak kavuşmasıyla, beyazın ve siyahın hususiyetleri tümüyle yok olmasıdır aşk. Beyazın ve siyahın kavuşarak yok oldukları yerde, yeni bir isim, yeni bir renk doğar. Ayrı mecralardan akan ırmaklar bir yatakta buluşur ve isimlerini terk eder. Yeni isimle akan ırmaklar denize kavuşunca,
İçerisinde kendilerini yitirdikleri denizin adıyla anılırlar. Onlar denize varmadan ırmak, ırmak olmadan yağmur, yağmur olmadan bulut, bulut olmadan deniz değil miydi? Şimdi tekrar denize kavuşup onun içerisinde kendilerine mahsus varlıkları benlikleri yok olarak, tek bir deniz olmuyorlar mı? Onlar deniz olmadan ırmak, ırmak olmadan yağmur, yağmur olmadan bulut, bulut olmadan deniz değil miydi? İşte şimdi tekrar denize ulaşıp, onun içerisinde kendilerine mahsusu isimleri, varlıkları yok olarak, bir tek deniz olmuyorlar mı? Bir bardak su bir ırmakta, bir ırmak bir denizde erimez mi? İşte ben bu hal üzere yitirdim kendimi, düştüğüm yollarda aradığım varlığım değil, yokluğumun nerede yok olduğudur, hangi denizde kaybolduğumdur.
Hal bilmeyenler ve duymayanlar, bazen acıma hisleriyle bazen de alaycı bakışlarıyla kendi acizliklerini itiraf ederler. Varlığı ölçen aletlerle, yokluğu ölçmeye çalışırlar. Buğday tarttıkları terazi ile merhameti anlamaya çalışırlar, ne yazık! İçlerini sıvayan hüsran, taassuplarını bereketlendirerek, kelimelerdeki manayı yitirirler.
Kulağımı okşayan müziğin sesini takip ederek membaına vardım. Denizin derinliklerinden gelen nağmeleri, denize kulağımı dayayıp dinledim. Derinliklerden denizin yüzüne vuran müzik sesi, küçük dalgacıklar oluşturuyor, onları kendi ritmine uygun titremelerle raks ettiriyordu. Denizin kıyısındaki taşların aralarına düşen insan ruhlarından parıldayan gözlerin bana doğru dikildiğini gördüm. Bana;” Biz aşıklarız, hem öyle aşıklarız ki; aşkımıza karşılık bulamadık ve bu hale geldik. Deniz bizleri aldı bu kıyılara terk etti” dediler.
Dilenci bakışlarıyla bana seslenen bu ruhlardan hisseme düşeni aldım, gönül heybeme koydum. Baktım ki; geçici heveslerle yoğunlaşan hislerin etkilediği yürekler, içlerinde zuhur eden uçucu tutkuları, el altında bulunan en muhteşem duygu vehmetmekte, haddini bilmeyenler tarafından. Kelimelerin kalıbına dokunulmadan, içleri boşaltılarak, aynı kalıba, başka bir mana doldurulmaktadır. Bu ise kargaşaya ve anlamsızlığa yol açıyor. Denizin sularına dalan karabatak, yaratılışının armağanı olan hususiyetleri ile, su içerisinde bir müddet kalıp, tekrar su yüzeyine çıkar, vakit gelince kayalıklardaki yuvasına döner.
Onun denizden temin ettiği menfaatten başka arzusu yoktur. İşte kıyıya vuran ruhların hali o karabatağın hali gibidir. Onlar da aşk olduğu vehmine kapıldıkları tutkularının karşılığını beklediler, bir şey bulamayınca sürüklenerek kıyılarda terk edildiler. Oysa aşk hiçbir karşılık, bedel kabul etmeyen, vefakar ve fedakar bir gayretin adıdır. İçimi yakan, bedenimi eriten, aklımın sesini kısarak, yüreğimin şarkılarını dinlediğim hal’in adıdır. Yalnızca senin, soğuk bir kış gecesinde sarıldığım, sığındığım sımsıcak bir paltoyu andıran varlığının adıdır, aşk. Her zerremde hissettiğim varlığının, diğer tüm arzularımı, tutkularımı kovarak, beni hürriyet hakikatlerine kavuşturan inancın adıdır.
Gördüğüm her varlıkta, her anımda sen benimlesin, ben seninleyim. Her yerde sen, senin olduğun her yerde ben varım. Bu halde iken bana ismimi soranlara, senin adını söylesem, yanlış olur mu? Benim adım “okyanus”, ben o alemin bir zerresiyim, dağları aşıp ırmaklara, oradan denizlere ve nihayet huzur dolu varlığında kavuştum, zerre iken derya oldum.
Göklerin kahverengi olduğunu bilmezdim, güneşin kahverengi ışıkları olduğunu da. Deniz kahverengi sularında yüzen kahverengi martılar ve i balıklarla ne kadar ağırbaşlı görünüyor. Kahverengi çiçeklerin ve kuşların zarif halleri serpiliyor kahverengi toprağın üzerine, yumuşak ve duygu dolu.
Her yanı saran bu rengin sihriyle uçuşan kelebeklerin kanatlarına çizilen, muhteşem desenlerin kendi tercihleri olmadığını düşündüm. Kanatlarında taşıdıkları sanat şaheserlerini oraya nakşedenin mükemmel sanatçı, her kanada ayrı bir desen vermiş. Hatta bu desenleri çizerek ruhlarına teslim etmiş ve onlar da kendilerine ayrı ayrı verilen bu şifrelerle farklı desenlere sahip olmuşlar.
İşte şimdi bu hal onları ne kadar muhteşem gösteriyor. Bir de kendi halime baktım, bana “ ey okyanusun kendini derya zanneden zerresi, ne istersin?” deselerdi, aklıma bir göz, kulak, dil ve akıl bile istemek gelmezdi de kendimi kalpsiz bir taş olarak, denizin kıyısında dalgaların oynaşı bulurdum.