- 1855 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KAN KIRMIZI KADİFE GİBİ GÜLLER
Gelen Msj: "T:30-Haz-03, S:07:37:14 / Günaydın canyüzüm... Nasılsın?"
Giden Msj: "T:30-Haz-03, S:07:40:00 / Günaydın cancağızım..."
Gelen Msj: "T:30-Haz-03, S:07:50:58 / Hediyeni anneciğime ilettim. Teşekkür için anneciğim bu hafta Lüksemburg’dan bizzat gelecek... Seninle tanışabilmek için. Nasıl iyi mi? Onun da sana küçük bir sürpriz hediyesi var. Öptüm..."
Gelen Msj: "T:30-Haz-03, S:20:52:42 / Yarın saat 3ten 5 e kadar biz beraber olabiliriz canyüzüm ama Asyakız’ın idmanları var ve 7 den sonra İnga yemeğe davet etti... Oraya sözüm var..."
Giden Msj: "T:30-Haz-03, S:20:54:00 / Çok sevindim cancağızım..."
Gelen Msj: "T:30-Haz-03, S:21:00:59 / İyi geceler güzel uykular..."
.........................
Tarık telefonu elinden bırakır bırakmaz heyecanla günlüğünü açtı. Cancağızından gelen bütün kısa mesajları günlüğüne tarihi tarihine, dakikası dakikasına kaydediyordu. Bu güne kadar sayfalar dolusu kısa mesaj almıştı. Ondan gelen bir noktayı, bir virgülü dahi çok önemsiyordu. Yaklaşık çeyrek asırdır böyle bir heyecan yaşamamıştı. Unuttuğu, kaybettiği, özlemini duyduğu bir şeydi bu.
Kısa bir süre önce geçirdiği kazada sol kolu omzuna yakın bir yerden kırılmıştı. Ameliyatla platin bir çubuk takmışlardı. Ama o bunu çok önemsemiyordu. Onu asıl sarsan kazada kafasına aldığı darbe sonucu sağ tarafının felç olmasıydı. Kendi kendine yetememek, birilerinin bakım ve yardımına muhtaç olmak kahretmişti onu.
Çevresinde onu seven dostları vardı. Bir an olsun yalnız bırakmıyorlardı. Fakat o çevresine yük olduğunu düşünüyordu. Bir an evvel iyileşmek için olağanüstü bir çaba sarf ediyordu. Bu çabalarının sonucunu da almıştı. Üç ay gibi kısa sayılabilecek bir sürede toplamıştı kendini. Şimdi artık kendine yetebiliyordu.
Gerçi hâlâ sağ bacağında ve sağ kolunda bir takatsizlik vardı. Günde birkaç sefer kramp giriyordu bacağına. Bir de sırtına ve boyun bölgesine zaman zaman bir hançer saplanıyormuş gibi ağrılar giriyordu. Fakat olsundu. Artık kendi işini kendisi görebiliyordu ya. Kendi başına gezebiliyordu ya. Hatta yeni bir proje üzerinde çalışmaya bile başlamıştı. Projenin sponsor görüşmelerini yapıyor, bilgisayarının başında saatlerce oturup yazıyordu.
Ancak kazayla birlikte tarifleyemediği bir yalnızlık duygusuna kapılmıştı ve her şeye rağmen içindeki bu hüzünlü duygudan bir türlü kurtulamamıştı. Dostlarının ilgisi, desteği, hoş tutmak için harcadıkları bütün çabalar, yüreğinin bir köşesindeki bu boşluğu doldurmaya yetmiyordu. Bu başka bir şeydi. Adını koyamadığı başka bir şey... Bu boşluğu yoğun hissettiği zamanlar ürperiyor, içi titriyordu. İçinde bir karanlık vardı; soğuk, buz gibi bir karanlık… Bir yanı eksik gibiydi. Bu eksiğin ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu, nasıl gidereceğini bilmiyor, bilemiyordu.
İşte bu boşluğu en yoğun bir şekilde yaşadığı bir anda tanışmıştı cancağızıyla. Onunla içindeki boşluğun aydınlandığını, ısındığını hissetmişti. Eksik kalan yanının tamamlandığı duygusunu yaşamıştı.
Kısa mesajları günlüğüne aktardıktan sonra ajandasını açtı, 1 Temmuz tarihini buldu. O gün yapılacak bir yığın işi vardı. Listenin altına ilave etti. Diğerlerinden ayrılsın diye de kocaman harflerle “bugün cancağızımla buluşacağım” diye yazdı...
- Hafta sonunda anneciği gelecekmiş. Benimle tanışıp bizzat eliyle verecekmiş sürpriz hediyesini... Müthiş!.. diye mırıldandı kendi kendine. Mutluluktan içi içine sığmıyordu...
...………………
Ve o gün...
Saat; 07:3o...
Tarık, mutfaktan bozma tek gözlü odasında uzandığı kanepesinden, aylardır ilk defa mutlu uyandı. Hemen kalktı, ağrılarına sızılarına aldırmadan... Ne kırılan sol koluna takılan platin çubuk, ne de felçli sağ bacağının verdiği sıkıntı umurunda bile değildi.
Ne zihninde, ne bedeninde, sabaha karşı dörde kadar bilgisayarın başından hiç kalkmadan çalışmış olmasına rağmen yorgunluktan eser yoktu. İyiydi, kendini çok iyi hissediyordu.
Duş alıp aynanın karşısına geçti. Yüzüne baktı... Gözlerine... Kaşlarına... Dudaklarına... Gözlerinin içinde gülücükler vardı. Minik minik, pırıltılı gülücükler... Gözlerinin etrafında ve yanaklarında; göğüs kafesinden yükselen hırçın dalgaların çarptığı, dalgakıranlar...
- Seni seviyorum kerata, dedi aynadaki yansımasına...
- Tabii seversin, dedi aynadaki yansıması ona; “bugün cancağızınla buluşacaksın...”
Keyifle sıktı tıraş köpüğünü yüzüne... Tekrar baktı suratına...
- Evet böyle bembeyaz olduğunda kesin uzatacağım sakallarımı ve hiç kesmeyeceğim” diye geçirdi içinden...
……………………..
Saat; 09:oo...
Dışarı çıktı...
Marktplatz’ı geçerken yapacağı işlerin listesine yeniden göz attı. Gün boyunca yapmayı planladığı şeyleri öğleye kadar bitirmek zorundaydı...
“- Biter mi?..”
“- Bitmez...”
“- Bitmezse bitmez... Yarına kalır...”
“- Yarın sponsorlarla görüşme var...”
“- Olsun... Ertesi güne kalır...”
“- Ertesi gün geç...”
“- Tamam... Ne olursa olsun... Öğleye kadar ne yaptıysam o... Öğleden sonra cancağızımla buluşacağım...”
Kendi kendisiyle konuşuyordu Tarık. Bunu sık sık yapardı. Bazen böyle kendi kendisiyle kavga ettiği bile olurdu. Onun bu halini görenler alaylı gülümsemelerle seyrederlerdi kendisini. Bunun farkına varırdı ama umursamazdı. Böyle zamanlarda kendi kendisiyle olmayı seviyordu. Onun için önemsemezdi alaylı bakışları. Adımlarını sıklaştırdı. Tramvay hattını geçti... Ve kendi kendine komut verdi:
- İlk hedef Bauhaus, ileri, marş marş...
Bauhaus’a doğru aksayarak sevinçle yürüdü...
………………………..
Saat; 12:25..
Mannheim Haptbahnhof...
İnanılmaz bir performansla, listenin hepsini tamamlamıştı. Bir sonraki güne hiç bir şey sarkmamıştı. Buna çok sevindi Tarık.
- Ya woll... Wundebar... diyerek kendi kendini tebrik etti. Bunlar yeni öğrendiği kelimelerdi... Ya vol; bravo, vundebaı; harika... Evet harika bi gündü bu gün...
……………………………
Saat;12:33...
Karlsruhe treni..
Bir yer bulup oturdu Tarık...
“- Neden bu kadar yavaş gidiyor bu tren?..”
“- Hem ne kadar çok ara durak var?..”
“- Duraklarda neden bu kadar çok duruyor?..”
İçi içine sığmıyordu... Bir sigara içmek istedi... Kalktı... Trenin bütün vagonlarını dolaştı. Yok, sigara içilecek yer yok, her yerde sigara içilmez logosu vardı... Tekrar oturdu.
"- En iyisi gözlerimi kapayıp cancağızımı düşünmek..." diye geçirdi içinden. Öyle yaptı... Adamın zihninde Rast makamında bir şarkının nağmeleri trenin gürültüsünü geriye itip öne çıktı...
“Bir göz aşinalığı var aramızda
Sanki seninle kırk yıllık dost gibiyiz ikimiz
İsterim ki seninle birleşsin kaderimiz
Sanki seninle kırk yıllık dost gibiyiz ikimiz.”
……………………………
Saat; 13:35...
Karlsruhe Haptbahnhof...
Yol bitmişti... Şimdi onunla aynı şehirdeydi Tarık... Saatine baktı... Erken gelmişti... Buluşmaları için; bir saat yirmi beş dakikanın, yani seksen beş dakikanın, yani beş bin yüz saniyenin bitmesi gerekiyordu...
- Uuufff!.. dedi sıkıntıyla...
Elindeki güle baktı. Kan kırmızıydı. Kadife gibiydi... İçindeki rast şarkı sürekli dönüyordu... Ruhu vecd halindeydi, gönlü sarhoş olmuştu... Zamandan ve mekândan sıyrılıyordu... Bu hal onda beklemeyi sıkıntı olmaktan çıkarıp keyfe dönüştürmüştü...
- Beklemenin bu kadar keyifli, bu kadar lezzetli olduğunu, olacağını bilmezdim. Cancağızım, bunun farkına vardırdığın, bunu öğrettiğin için sana teşekkür borçluyum, dedi.
.......................
“Güzelin sadece kaza-i şehvet için sevildiğini sanma. Güzel, sadece güzel olduğu için de sevilir. Hatta güzeli anlamak bir zevktir... İyiyi güzeli sevmek yetmez ona aşık da olmak gerektir. (Gazalî)”
......................
Saat; 14:15...
Tarık’ın cep telefonu çaldı. Hemen ekranına baktı. Arayan oydu. Heyecanla bastı tuşa...
- Efendim?..
- Merhaba...
- Merhaba cancağızım...
- Ya ben sizden çok özür diliyorum çünkü sanıyorum bu günkü buluşmamızı başka bir zamana ertelemek zorundayım. Çünkü....
- Evet...
- .......................
- Anlıyorum...
- .......................
- Estağfurullah, rica ederim...
- ......................
- Rica ederim, tabii neden olmasın...
- .....................
- Görüşürüz...
Dedi Tarık ve telefonu kapattı...
Boşluk...
Rast şarkı tam orta yerinden kesildi...
Sessizlik...
Trenler geliyordu, trenler gidiyordu, insanlar koşuşturuyorlardı, konuşuyorlardı ama ses yoktu...
Bu böyle bir müddet sürdü, sonra her şey normale döndü. Sesler, gürültüler, renkler gerçek kimliğindeydi tekrar. Her şey gerçekti. Gerçek olmayan bir tek şey vardı; adam... Bu kadar gerçeğin ortasında gerçek olmayan tek şey adamın kendisiydi...
Bahnhof’un orta yerinde öylece durdu. Sağından solundan insanlar geçiyordu. Yoğun bir trafik. Kalabalık... Ve bütün bunların ortasında tek başınaydı, yapayalnızdı. Şimdi yüreğinde bir hüzün, içinde bir gariplik, bedeninde yorgunluk vardı. Birkaç gün önce aldığı bir mesajı hatırladı:
Gelen Msj:“T:23-Haz-03, S:19:03:49 Sizi Almanya’nın en büyük hastalığından sanırım kimse uyarmadı... Lütfen dikkat edin “yalnızlık” salgını pek meşhurdur... Biz bir yorgun günü arkamızda bıraktık Asyakız’la. Umarım sizin için hayırlı bir gündü bugün. Saygılarla iyi akşamlar...”
Gülümsedi Tarık...
- Evet haklısın, dedi. Bunu anlamam için seninle karşılaşmam gerekiyormuş. Böylece bunun da farkına vardım… Sayende... Bunun için de bir teşekkür borçluyum sana...
Yere doğru sarkıttığı güle baktı. Kan kırmızı... Kadife gibi... Burnuna doğru yaklaştırıp koklamak istedi, kokmuyordu... Gül kokmuyordu...
- Oğlum bak yine Almanya’da olduğunu unuttun. Bu gül Alaman(!) gülü, kokmaz, dedi ve gülümsedi tekrar... Az ilerde yaşlı bir Alman kadını durmuş ona bakıyordu. Yüzünde muzır bir gülümseme, bakışlarında; “beklediğin gelmedi galiba” gibisinden bir ifade vardı. Yanına gitti.
- Guten tag oma... (İyi günler nine.)
- Guten tag... (İyi günler.)
- Haklısın gelmedi...
- Was?.. (Ne?)
Gülümseyerek elindeki gülü ona doğru uzattı:
- Du bist wundebar, oma... (Sen bi harikasın nine.)
Durup durduğu yerde genç bir adamın kendisine gül vermesi çok hoşuna gitti ihtiyar Alman kadının. Bembeyaz, bakımlı protez dişlerinin neredeyse tamamını göstererek güldü. Adamın uzattığı kan kırmızı kadife gibi gülü alıp hafifçe göğsüne bastırırken elleri titriyordu.
- Ooo, dankişön... (Teşekkür ederim.)
Tarık’a anlamadığı bir-iki laf daha etti ihtiyar kadın. Ama onu dinleyecek halde değildi Tarık. Gülümseyerek başını eğdi ve uzaklaştı yanından... Peronlara doğru yürüdü. Bu şehre geldiği gibi geri dönmek istiyordu. Bir, iki ve üç. Evet bu perondan kalkıyordu Mannheim treni. Merdivenlerden çıkarken birden aklına geldi:
- Dönüş biletim yok. Bilet almam gerek.
Merdivenin orta yerinde durup geri döndü. Bilet otomatına doğru ilerledi. Bu sırada genç bir adam otomattan biletini sabırsız ve telaşlı hareketlerle alıp hızla ona doğru koştu ve yanından geçerken sakat omzuna çarptı. Sendeledi adam. Gözleri karardı, karanlığın içinde benekler uçuştu. Dişlerinin arasına aldığı alt dudağının acısını hissedinceye kadar ısırdı. Burnundan derin derin soluklanarak bilet otomatına doğru yürüdü. Otomatın yanında durup bir an soluklandı. Yine gözlerini kapatıp kendini dinledi. Kıyaslamaya çalıştı; “kolum mu çok acıyor, yüreğim mi” diye... Yüreği ağır bastı... Listeden Mannheim’ın kodunu buldu. Tuşlara basarken yine aklına geldi:
- Nereye gidiyorum ben ya? Bu akşam Alman-Türk İş Adamları Dostluk Derneğindeki sohbete katılacağım. Geriye Gaye hanımla döneceğim.
Bilet almaktan vazgeçti. Dışarı çıktı. Çok yorgun hissediyordu kendini, adeta takati kesilmişti adım atacak hali yoktu. cafeye geçip oturdu. Oturur oturmaz garson dikildi tepesine:
- Bitteşön?.. (Lütfen siparişinizi alabilir miyim tarzında bir deyim.)
- Sence ben nerede hata yaptım şef?..
- Was?.. (Ne?..)
- İnşulugın... Ayn espresso und ayn mineral wassa bite... (Özür dilerim, bir kahve ve bir maden suyu.)
- Evet ben nerede hata yaptım?..
…………………
GSM Gelen“T:24-Haz-03, S:21:01:56 Bol şanslar canyüzüm ben Luxemburg’tayım selamlar...”
GSM Giden"T:24-Haz-03, S:21:05:00 Çok teşekkür ederim. Ah cancağızım şu an yanımda olmana o kadar çok ihtiyacım var ki... Umut yolla, enerji yolla bana..."
GSM Gelen“T:26-Haz-03, S:17:03:37 Selam canyüzüm ben Almanya’dayım dönerken uğrayamıyorum ancak aklımdasın...”
GSM Giden"T:26-Haz-03, S:17:06:00 Neden cancağızım?.."
GSM Gelen“T:26-Haz-03, S:17:37:17 Ben çok geç döneceğim o yüzden kızdın mı?”
GSM Giden"T:26-Haz-03, S:17:40:00 Hayır ama seni o kadar çok özledim ki be cancağızım..."
GSM Gelen “T: 27-Haz-03, S:07:37:14 Günay-dın canyüzüm... Nasılsın? Ben çoookk yorgunum...”
- Hah işte burada... İşte burada hata yaptın oğlum...
GSM Giden"T:27-Haz-03, S:07:40:00 Günaydın"
GSM Gelen “T:27-Haz-03, S:07:50:58 Sanki bir soğukluk hissediyorum aramızda? Umarım yanılıyorumdur...”
GSM Giden“T:27-Haz-03, S:08:00:00 Elbette yanılıyorsun... Telefon elimde, gözüm ekranda senden bir nokta bir virgül gelecek diye bekliyorum. Sen buna soğukluk mu diyorsun...”
- Evet işte burada hata yaptım... Bunları söylemenin ne anlamı var? Tut telefonu elinde bak ekrana kal öylece eşşek kafalı... Oğlum sen adam olmazsın...
Giden Msj:“T:27-Haz-03, S:08:50:00 Afedersin... Seni rahatsız ettiğim için bağışla beni. Sen nasıl istersen öyle, sen ne kadar istersen o kadar... Ben kendimi ve haddimi bilirim, nerede duracağımı da. Merak etmeyin frenlerim sağlamdır...”
Gelen Msj:“T:27-Haz-03, S:09:24:37 Tamam üzülmeyin ben 100 yıl süren dostluklara açım... Ben şimdi derse giriyorum...”
Giden Msj:“T:27-Haz-03, S:09:30:00 Tamam. En az yüzyıl dost kalacağım seninle... Sözüm söz...”
Gelen Msj:“T:27-Haz-03, S:16:31:53 Elbette 100…”
- İyi de niye hata etmiş oldum şimdi ben?.. Açık olmak, şeffaf olmak istedim... Ne içimden ne de dışımdan hiçbir şey gizlemek istemiyorum ondan. Çünkü önemsiyorum. Çünkü değer veriyorum. Çünkü her şeyimi onunla paylaşmak istiyorum.
- Saçmalama... Daha kaç gün oldu tanışalı?.. Daha ne kadar tanıyorsunuz ki birbirinizi?..
Tarık yine kendi kendisiyle kavga etmeye başlamıştı.
- Onun beni ne kadar tanıdığını bilmiyorum ama ben onu tanıyorum...
- Bu kadar kısa sürede mi?..
- Senin süre dediğin şey ne ya?.. Ben onu festivalde, yarı karanlık bir havada masada oturup konuştuğumuzda tanıdım...
- Nasıl?..
- Seyrettim... Coşkusunu gördüm, enerji-sini aldım... Korkularını hissettim... Onun korkulara, hayata, herkese ve her şeye nasıl meydan okuduğunu gördüm... Ve yirmi yedi yıl sonra ilk defa, bir kere daha işte bu, dedim... İşte bu; aradığım, hayal ettiğim... Bende eksik olanların hepsi var onda. Bunun için istiyorum onu. O-nu is-ti-yo-rum... Eksiklerimi gidermek, tamamlanmak için istiyorum...
- Sen dellendin yine...
- Hayır hayır... Dellenmedim, kendime geldim...
- Emin misin?...
- Evet... Hem de yüzde yüz...
- Sen bir çılgınsın... Ne istediğini, ne dediğini bilmiyorsun...
- Hayır ne istediğimi de ne dediğimi de biliyorum...
- Yani şimdi sen bu kadına aşık olduğunu mu söylemek istiyorsun...
- Evet aynen öyle demek istiyorum...
- Neyine, nesine?..
- Ne demek neyine, nesine?..
- Boyuna, posuna, endamına mı? Neyine aşık oldun?..
- Ben onu bir cinsel obje olarak hiç görmedim... Ben onun bedenini istemiyorum... Ben onu kadınım yapmak istemiyorum... Ben onun erkeği olmak da istemiyorum... Ben onun yüreğini istiyorum... Ben onun ruhunu istiyorum... Ben onun gönlünü istiyorum... Ben onunla aynı yatağı paylaşmak istemiyorum... Ben onunla ellerimi sürmeden, tenine dokunmadan, ruh be ruh, yürek yüreğe, gönül gönüle olmak istiyorum... Şehvetsiz... Cinsiyetsiz... Aşkla... Muhabbetle...
- Olur mu?..
- Olur...
- İmkânsız... Daha önce olmuş mu ki şimdi olsun?..
- Aşk; aklın düşmanıdır. Olanı ya da olabileceği değil imkânsızı ister. Eğer böyle değilse zaten o aşk değildir...
...........................
Dernekteki sohbette oldukça keyifsiz ve sıkıntılıydı Tarık. İçi boşalmış gibiydi. Zihni dağınıktı. Bir yandan ev işi pastalar çörekler yeniliyor, çaylar içiliyor bir yandan da sohbet ediliyordu.
Tarık’ın aklı başka yerdeydi. Konuşulanların çoğunu anlamıyordu. Ağırlıklı olarak Türkiye’deki siyasi gelişmeler üzerinde konuşuluyordu. Oradaki herkes -ki topu topu on kişiyi geçmeyen bir gruptu- Türkiye için, Türkiye adına kaygılıydılar. Özellikle laiklik elden gitmek üzereydi.
Derneğin adı Alman-Türk İşadamları Dostluk Derneği idi. Oysa oradaki herkes Türk’tü. Daha doğrusu Türk asıllıydı. Bir tek Alman yoktu aralarında.
Tarık aklından, aslında bu derneğin adı ; "Alman Vatandaşı Olmuş Türk İşadamları ve Alman Vatandaşı olmamış/olamamış Türk İşadamları Dostluk Derneği" olmalıydı diye geçirdi.
Sohbet’in hararetli bir yerinde telefonunun mesaj sinyali çaldı... Tarık sohbetin en hararetli yerinde telefona bakıp mesaj okumanın ayıp olacağını düşündü. Bir müddet telefona bakmamak için direndi. Ama fazla dayanamadı, lavaboya gidiyormuş gibi bir eda takınarak odadan çıktı… Tuvalete girdi, tuşlara basarak mesaj kısmına girdi. Mesaj ondan geliyordu:
Gelen Msj:“T:1-Tem-03, S:20:51:40 Şimdi dön-düm umarım hâlâ kızgın değil ve beni düşünüyorsunuzdur.”
Giden Msj:“T:1-Tem-03, S:20:54:00 Estağfurul-lah. Elbette düşünüyorum. Sözüm söz en az yüzyıl düşüneceğim seni...”
Tekrar sohbete katıldı... İçi biraz olsun ferahlamıştı... Açılmaya başlıyordu... Bir müddet sonra tekrar sinyal geldi. Bu defa gizleme ihtiyacını duymadan kalktı koridora çıktı, hemen açtı telefonu:
Gelen Msj:"T:1-Tem-03, S:21:27:07 İyi gece-ler... Öperim canyüzüm...”
Giden Msj:"T:1-Tem-03, S:21:30:00 İyi gece-ler... Cancağızım..."
Bu ikinci mesaj müthiş bir tesir yaptı Tarık’a... Bambaşka biri olarak girdi içeri... Birazdan tartışmaların en çok konuşan adamı oluverdi...
…………………………
Saat; 02.oo...
Mannheim...
Mutfaktan bozma tek gözlü oda...
Önce kendine bir kadeh rakı koydu ... Sonra bilgisayarını açtı... Müzik dosyasına girdi... Dede Efendi... Evvet tuş...
"Ey gü-li bağ-ı eda sana oldum müptela
Gel bana eyle vefa sana oldum müptela
Sevdiğim saydığım sana oldum müptela..."
Kadehinden büyükçe bir yudum aldı... Fonda Dede Efendi, elinde kadeh... Düşünde kan kırmızı, kadife gibi güller ve içinde o... Onu içinden çıkarıp karşısına oturtmak istedi, ama beceremedi, olmadı...
Bir kadeh daha...
Şiirler dosyasına girdi... Eskileri kurcaladı biraz... Sonra dönüp yeni bir dosya açtı... Uzun bir süre bir tuşa dahi basmadan öylece durdu.
Bir kadeh daha...
Kan kırmızı kadife gibi güller... Ve o... Hep o...
"- Ben yüz yıllık dostluklara açım..."
"- .................."
Sonra elleri yavaş yavaş tuşların üzerinde dolaşmaya başladı. Klavyenin üzerinde parmaklarını oynatırken kendini piyano çalar gibi hissediyordu. Bu onu sakinleştiriyor, huzur veriyordu...
.....................
Seninle yaşamak vardı
Çıkarsız dostluğu
Şehvetsiz aşkı
Yürekte sevdayı
Seninle yaşamak
Yaşamı ve yaşamla savaşı...
O kadar yakındın ki bana
Elimi uzatsam tutabilirdim
Ve o kadar uzaktın ki
Yıllarca koşsam ardından
Yetişemezdim...
Seninle bir anlaşma yapmak vardı
En az yüzyıllık bir anlaşma
“Aşka dair ne varsa
Taraflar sadıktır ona” diye...
Ben
Yüreğimi hokka yapmış
Gönlümü katip,
Duygularımı kalem
Öylece hazır, bekledim durdum
Şahidimdir cümle alem...
Ama
Sen
Gelmedin...
Şimdi,
Üç misafirim var evimde;
Biri yalnızlık,
Biri kimsesizlik,
Öteki de sessizlik...
Sensizlik ise yoldaydı
Henüz gelmemişti
Ama bekliyordum
Ha geldi ha gelecek diye...
Duygularımı batırdım yüreğime
Kan kırmızıya boyadım
Bütün duvarları.
Bakışlarımla
Senin resmini çizdim üstüne.
Ve gün ışıyana dek
Birlikte oldum seninle
Derken
Gün ışırken
Mannhaeim’da yeni bir gün başlarken
İşçiler sokaklara dökülmüşken
Tramvaylar dolup dolup boşalırken
Bir pena* köşe başında kusarken
Türk fırıncı açma simitleri
Peynirli börekleri vitrine dizerken
Bir alman köpeğini gezdirirken
Tuttum resmini indirdim duvardan
Duvar önce bulandı
Sonra ağladı...
……………………………
Gitmeyen, gidemeyen
Gidip de göremeyen
Görüp de bilemeyen için
Önemli Not:
Kan kırmızı, kadife gibi güller,
Almanya’da kokmuyor..
_________________________________________________
Pena : İşsiz, başıboş, serseri, evsiz, sokakta yaşayan.
Haptbahnhof: Merkez istasyon
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.