- 768 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ÇİRKİN ÇOCUKLAR
MEKTUP
Yapayalnızım. Odamın penceresinden dışarıya bakmak istiyorum. Tozlu perdelerin arasından süzülüp giren kirli İstanbul havasının dumanlı rengini taşıyan sabah güneşinin suratıma ne yaptığını, beni neye benzettiğini söyleyecek birinin olmadığını, üzüntüyle bilerek, ben seni bekliyorum.
Salonumun penceresinden dışarıya bakmak istiyorum, camı açmadan. Az önce sağlıklı insanların evlerinde yaptıklarına benzer bir şey yapmak adına çay demlemiştim. Oysa şimdi kendime çektiğim numaranın farkına vardığım için, daha doğrusu en baştan beri bildiğimi bildiğim yalan yüzünden, demlediğim çayın fokurtusu benim kendini kandıran ruhumun sesi oldu. Acizliğimi, yalnızlığımı, bitkinliğimi, bezginliğimi, hiç bitmeyen sıkıntımı bana hatırlatan fokurtuyu duymak istemediğimi tiksintiyle bilerek, ben seni bekliyorum.
Yarım paketlik sigara dumanı geceden kalana eklendi ve ben camı açmadan dışarıya bakmak istiyorum. Saatlerdir uzandığım koltukta, yakınlarımı, beni sevenleri… Ve evet şimdi ufacık bir gülümseme dudaklarıma ilişti; bir damla gözyaşı sol gözümün çukurundan, sol yanağımın üstünden ışık gibi aktı, dudağıma takıldı, istemeden dilimin damlası oldu. Tuzlu tadı mutlu etti beni. Oysa o gözyaşı, hüznümün madde denen elbiseye bürünmüşüydü. Hüznüm, bir damla içindeki tuzdu veya onu hapseden damlaydı. Tuz mu damlanın tutsağıydı, damla mı tuzun tutsağı bilemiyorum. Yemeğime ekeceğim her zerre tuzun, hüznümün göz denen limanından çıkan kristal gemiciği olabilme ihtimalini hiçbir zaman unutmayacağım. Şimdi aşıma lezzet verenin, yarınımın hüznü olacağını bilerek, ben seni bekliyorum.
Saatlerdir uzandığım koltuktan kalkıp camı açmadan dışarıya bakmak istiyorum; bakamıyorum. Gözlerimi tekrar tavana dikip bir nefes daha çektim sigaramdan, bilmem neden ağlamaya başladım. İnsan ağlarken ne de bencil! Şimdi yeniden seni ne çok beklediğimi hatırlıyorum...
Son otobüsü bekleyenlerin durağında, ağzı içki kokanların donuk ve uzun bakışlarını seyrederken, elinde aceleyle alınmış nevalesiyle yorgunluktan beli bükülmüş kıllı kollu ocak başı ustasının üzerine sinmiş ağır kebap kokusunu burnumda hissederken, seni bekliyordum.
Kapıdaki koruma mahalleden arkadaşı olduğu için, taklit marka kotu ve tişörtüyle girdiği zengin diskosuna, geceyi birlikte geçireceği bir kız bulma umuduyla giriş parası vermeden giren kaporta tamircisi, boyacı kalfası, motor ustası… Bol jöleli mahalle yakışıklılarının, aşağılık kompleksinin her zerresine sindiği yoz lakırdılarını dinlerken, ben seni bekliyordum.
İlk mektebi yarım bırakmış, hazır giyim atölyesinde çalışan, ergenliğini tek eteklikle geçiren ergen kızına hafta sonu gelecek görücüyü düşünürken; yıllardır İstanbul’un bacalarının ve otomobillerinin kirlettiği kışının gri dumanında yaşamasına rağmen o peynir, çiçek ve koyun karışımı köy kokusunun hala bedenini terk etmediği yaşlı ekmek savaşçısının mala, sünger, murç ve çekiçten oluşan takımlarını bedeninin bir parçasıymış gibi taşırken; uzaklara attığı umut dolu, dert yüklü bakışı gördüğümde, ben seni bekliyordum.
Karılarını döven; ama sevenler, çocuklarını döven; ama sevenler önümden gelip geçerken, ben de gün gelirde seni bulursam, “Sana elimi kaldırabilir miyim?” diye korkuyla düşünürken, seni bekliyordum.
Lambanın soluk ışığında, çırılçıplak kadın resimleriyle dolu dergilerin birinci hamurdan yapılmış sayfalarını, hangi sayfada durup otuz bir çekeceğim diye çevirirken, ben seni bekliyordum.
Yan komşu kavgasının apartmanda yankılanan çirkef bağırtılarını, onları dinlediğimi fark edeceklermiş gibi utanarak dinlerken, “Acaba bizde bulsaydık birbirimizi ve evlenseydik, komşular gibi çirkinleşir miydik?” diye düşünüyor, beklediğimi bilmeden seni bekliyordum.
Yanıp sönen şehir ışıklarının yağmur yemiş dolmuş camından süzülüp, yolcuların bedenlerinde yaptığı ışık oyunlarını öylesine izlerken; aniden karnıma saplanan yokluğunu hisseder ve telaşla dolmuştan inerken; seni her unutuşumda, hayatta ve onun anlamsız sahnelerinde kendimi her kaybedişimde, sanki sen, sert bir yumruk olup karnıma girerdin. Ve ben yıllardır çektiğim o tanıdık acıyı, fahişelerin koynunda, meyhane masalarında, gerçekleri gizlemek için herkesin mecburen anlaştığı arkadaş sohbetlerinde, yalnız gidilen sahillerde, uzun yürüyüşlerde, takıntılarda… Yok edeceğimi sanarak seni bekliyordum.
Ben seni beklerken “Kimler beni bekliyordu?” diye düşünür ve benim seni beklediğim gibi birinin de beni beklediğini, safça umut ederdim. Sevmek beklemektir, diye arabesk arabesk düşünürken; en büyük aşığın ölüm olduğunu ve bizim onu hayatla anlamsızca flört ederek kıskandırdığımızı hisseder; “Sen beni en sonunda öldüreceksin,” diye serzenişte bulunduğum seni, gerçekte ölümle özdeşleştirdiğimi ve aslında ben de birilerinin ölümü olmak istediğimi ürkerek fark etmiş, seni bekliyordum.
Uluslararası marka cep telefonumun her sabah beni uyandırdığı o bilindik sesle, benim gibi milyonlarca insanın uyandığını ve bu durumun gerçekte beni kimseyle yakınlaştırmadığını, aksine daha da yalınlaştırdığını bilmeme rağmen, yıllardır o bilindik melodiyi neden hala değiştirmediğimi düşünürken; senin de şu sıralar benim gibi, gözlerini ovuşturup odandaki bir noktaya anlamsızca uzun uzun bakarken kaşındığını, sonra kalkıp tuvaletini yaptığını, duş alıp üstün körü fırçaladığın dişlerine aynada baktıktan sonra, kahvaltı yapmadan evden kaçar gibi çıktığını ve yarın ve yarından sonraki yarın ve ondan sonraki yarın da, hep aynı uykusunu alamamış, şişmiş yüzünle işine gittiğini hayal edip, seni bekliyordum.
Zor bela bir araya getirilen toy delikanlı harçlıklarıyla, vajina fethetmek için gündüz vakti gidilen kerhane odalarının birinde, ter ve sperm kokusuyla karışmış yoğun sigara dumanı içinde, elindeki küçük aynasından yansıyan o güzel gözleri gördüğümde, senin o olduğunu sanarak yanına gittiğim genç fahişenin sen olmadığını ve tam da bu yüzden onu yaşadığı çirkin hayattan çekip çıkaramayacağımı, sonunda sana kavuşamayacağım herhangi bir çabanın içine giremeyecek kadar bencil olduğumu bir kez daha anlayarak, seni bekliyordum.
Komşu bahçelerin erik hırsızları, topları patlatılan yaramaz veletler, misket ve gazoz kapağı koleksiyoncuları, bakkal alışverişlerinin vazgeçilmez personelleri, top cambazı, düz duvar tırmanıcıları, saklambaç ustalarıydılar. Dizleri hep yaralı olduğundan, çok geç anlarlardı kalplerindeki yaraları. Et olarak teslim edilirken, kemikleri babasında kalanlardı onlar; çocuklarımızdılar, yaramazdılar, çok azı usluydu ve adları ‘Melekti’ onların. Yalın ayakları, anne eliyle koparılmış ekmekleriyle, ceplerinde sapanları, koyunlarında süslü bebekleriyle, dünyamızın yorulmak bilmez anarşistleriydi onlar. Ben de onlardan biriydim. Küçük ellerimle, küçücük ellerini tutup; başlarımız dönene kadar dönmek ve dünyaya kafa tutan kahkahanı görmek için, ta o zamanlar, seni bekliyordum.
Çirkin çocukların, çok az; güzel çocukların, bolca sevildiği çocuk parklarında, restoran masalarında, düğün bayram ziyaretlerinde, mahalle aralarında… Çirkin bir çocuğun gözleriyle gözlerim kesiştiğinde, ona acıdığımı hissetmesin diye umursamaz davrandığımı hatırlar, bir gün çok çirkin bir çocuğum olmasını dilerken; senin çirkin yerlerini ne çok seveceğimi, bir gün güzelliğin çirkinliği kıskanacağını umut ederken, seni bekliyordum.
Gerçek çirkindir, son çirkindir. O halde gerçek sondur, diye akıl yürütürken; bir gün ölecek olan bedenimin ve bedeninin kokuşacağını, çürüyeceğini, ifadesiz, anlamsız kuru bir kafa ve kemik yığını olacağını, yakışıklı ve güzel bir kafatası olmadığını, eğer yan yana gömülürsek bütün çirkinliğine rağmen el ele tutuşan iskeletlerimizin güzel görüneceğini hayal eder ve gerçeği hiç sevmediğimi fark ederken; seni beklemenin de aldanış olduğunu, gerçek denen iskeletten çok korktuğum için, seninle sonsuza karışmak istediğimi düşünürken de, seni beklemekten alamıyordum kendimi.
Seni gerçeğe olan korkum mu yarattı? Hayır, sen hep vardın, korku yoku var edemez. Sen, ruhumun koynunda uyuyordun ve korku denen büyücü seni uyandırdığında beni de uyandırdı. O, uykuları bölen; huzuru bozan; vücutlara silahlar kuşandıran; dev kaleler, ihtişamlı surlar inşa ettiren; toplar, tüfekler, nükleer bombalar yaptıran, insanı insana kırdıran büyücü, bendeki seni uyandırdı. Ama ben, bendeki sende kalmak istemiyorum. Ruhumun her zerresine işlemişsin sen… Sen… Sen… Artık ete ve kemiğe bürün, gel. Bendeki seni al: Sana olan özlemime bakarken; yoğunluğundan gözlerim kamaşıyordu ve ben sızlayan gözlerimle, seni bekliyordum.
Sevdanın büyüğüne neden kara denir? Yoksa, sevdanın delicesi mi kara sevda olarak dillendirilir? İnsan karada, karanlıkta bilemez, göremez sanır. Oysa renkler, aydınlık, ışık yanılsamamıza; gerçeği olduğundan farklı görmemize yol açmaz mı? Tam da karanlıkta ruhumuzun çoğu zaman pek aldırış etmediğimiz sesi, daha da yükselerek çırpınmaz mı? Seni karanlıkta daha güzel görüyordum sevgilim. Sevişirken, düşünürken, hatırlarken… Gözlerimi karanlık için kapatıyordum ve sen, o uçsuz bucaksız körler tarlası adını verdiğim karanlıkta yeşerip büyürken, ben sabırlı bir çiftçi gibi hasadı bekliyordum.
Ben hep seni bekledim sevgilim. Her neredeysen söyle ben çıkar gelirim. İstersen, yolculuklara çıkarım, bilmediğim şehirlere gider; görmediğim ülkelerde ararım seni. İstersen, divane olurum sevdiğin şehrin tam göbeğinde, elimde şarap şişeleriyle. İstersen, kör olurum; seni daha iyi koklarım diye. İstersen, minik çocukların tombul yanaklarına öpücükler kondururum; belki sen de öpersin onları diye. İstersen, dokunurum her nesneye; senin ellerin dokunmuştur diye… Ya sen gel, ya çağır beni.
(Çirkin Çocuklar öyküsünden bir bölümdür...)