12
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2913
Okunma
Ailemin tek kız çocuğuydum!
Annem ve babam iki erkek çocuktan sonra bir kızları olması için çok dua etmişler.
Ben dünyaya merhaba dediğim gün onların bayramıymış adeta. Büyük ağabeyim on iki, küçük ağabeyim ise on yaşındaymış. Anneme doğunun riskli olacağı söylenmesine rağmen, bir kızı olur ümidiyle aldırmamış bebeğini.
Ağabeylerim de en az annem ve babam kadar çok sevinmişler gelişime!
Evde bayram sevinci yaşatan ben onların tek eğlencesi, ailenin gözbebeği olarak büyütüldüm. Bir dediğim iki edilmezdi ailede. Bunun imkânlarını da sonuna kadar kullandım.
Babam en çok eğitimime önem verir; “Kız çocuğu muhakkak okumalı. Erkek çocukları bir şekilde hayatını kurtarır ama kızlar öyle mi? Kızlar okuyacaklar ki ayakları yere sağlam bassın, kimseye muhtaç olmasınlar. Hele koca eline hiç bakmasınlar. Hayırlısı var, hayırsızı var” derdi.
Ben de okumayı çok seviyordum, bu konuda babamı ve annemi hiç üzmedim.
İlk önce işletme fakültesine gittim. İki ağabeyimde doktorluğu tercih etmişler ve babamın yaşlılığında ona yardım edecek kimsesi yoktu. Babama hiç değilse bunu borçluydum. O artık iş yapamaz hale gelince onun işlerini ben devralacaktım. Hem seviyordum babamla birlikte çalışmayı ve onunla olmayı.
İşletme fakültesini bitirdiğim zaman hukuksal bazı sorunlarımız çıkmıştı işle ilgili ve biz o konularda yeterli bilgiye sahip olamadığımız için avukatımıza güvenmek zorunda kalmıştık.
Asıl bizi zor duruma sokanında avukatımız olduğunu öğrenince bu kez hukuk okumaya ve babama daha yararlı olmaya karar verdim.
Maddi kaybımız büyüktü ama zararın neresinden dönülse kârdır dedik. Ben mezun olana kadar başka bir avukatla çalışmaya başladı babam. Mallarımızın hepsini kurtaramasak ta bir kısmını kurtarmıştık.
Hukuk fakültesinden mezun olduğum zaman artık iki üniversite bitiren iki yabancı dil bilen ve kendinden emin, ayakları yere sağlam basan bir insandım.
Bir insan için bundan daha mutlu ne olabilirdi ki!
Tekrar babamla çalışmaya başladığımda artık her türlü konularda tek başıma karar verebilecek konuma gelmiştim. Babamda bana güvendiğini belli etmek için işi yavaş yavaş üzerime yıkmaya başlamıştı. Bu beni daha çok çalışmaya ve kendimi babama daha çok kanıtlamaya sevk ediyordu. Bundan asla şikâyetçi değildim.
Kısa bir sürede babamın bana bıraktığı bir parça sermayeli işi iyice büyütmüş ithalat, ihracat işlerine adım atmıştım.
Tüm bu başarılarımda en büyük yardımcım, küçüklüğünden beri babamın yanında çalışan Selimdi. Kendisi ortaokul terk olmuş olsa da yılların birikimiyle çoğu üniversiteliden çok daha bilgiliydi.
Orta ikinci sınıfa giderken babasını kaybetmiş Selim ve ailenin tek oğlu olarak ailesinin tüm yükünü o yaşlarda üstlenmiş. Annesi babamın yanına bırakırken “Eti senin, kemiği benim. Sen adam et oğlumu da eli ekmek tutsun” demiş. Uzaktan akraba olan bu aileye babam elinden gelen yardımı yapmış ama Selim’i okula tekrar döndürememiş.
Çalışkanlığı ve dürüstlüğü sayesinde babamın sağ kolu olup çıkmış yakın zamanda.
İşleri ben devralınca da benim sağ kolum gibiydi adeta!
İkimiz tam bir uyum içerisinde çalışırdık.
Yaşım yavaş yavaş ilerleyip kırklara merdiven dayadığı zaman hayatımdaki tek eksikliğin sıcak bir yuva olduğunu anladım. Annem ve babamla mutluydum ama herkes odasına çekildiğinde yanımda sıcak bir nefesin yokluğunu artık daha çok hisseder olmuştum.
Kimseye âşık olamıyordum. Birçok kişiyle tanıştırıyorlardı beni ama nasıl birini aradığımı bilmediğim için belki de, bir türlü ısınmıyordu içim.
Herkesin aklında belli belirsiz bir takım kıstaslar vardır seçecekleri eş konusunda ama ben başlarda evlenmeyi düşünmediğimden olsa gerek hiçbir fikrim yoktu bu konuda. O yüzden zorlanıyordum belki de kim bilir?
Otuz yedinci yaş günümü kutlarken fark ettim!
Ben aslında kimseyi aramıyormuşum, çünkü sevdiğim insan zaten yanı başımdaymış; Selim.
Evlenmek istediğimiz fikrini ailelerimize açtığımız zaman babam çok sevindi. Artık gözleri arkada kalmayacaktı. Ailem içinde, benim içinde paranın pulun önemi olmamıştı hiçbir zaman. Aileler arasındaki bu derin uçurum bizim için engel teşkil etmiyordu.
Bir iki ay içinde babamın düzenlediği düğünle dünya evine girmiştik.
Selim başlarda pek istekli görünmese de, babamın hatırını kıramayıp zoraki bizim için aldığı eve taşınmıştık.
Evliğimizin ilk yılı mükemmeldi benim için.
Selim benim hamileliğimi bahane ederek ilk başta işe gelmemi engelledi. Buna beni ne çok düşünüyor diye sevinmiştim. Hem doğumdan sonra nasılsa işime tekrar dönecektim.
İlk işe gelmemi engelleyen yasaklar yerini yeni yasaklara bırakmıştı kısa sürede. Ben kişiliğimden sevgim yüzünden taviz verdikçe, o çok daha farklı şeyler istemeye başlamıştı benden.
İlk önce dediğim gibi işe gelmemi engelledi. Daha sonra akşam gezmelerini bıraktık.
Arkadaşlarımla görüşmem, tiyatro ve sinemaya gitmem yasaklandı. Düzenli gittiğim spor salonundan kaydımı da sildirtmişti benden habersiz.
Okumayı çok sevdiğim için işten arta kalan vakitlerimde kitap çevirileri yapıyordum ve o da engellenmişti ne yazık ki!
Bana yaşama hakkı tanımıyor ve ailemin sonsuz sınırları, onun dört duvar olarak belirliyordu.
Beni son yıkan ise perdeleri açmamı yasakladığı andı.
Artık kocamı tanıyamıyordum. Eski Selim gitmiş yerine tanımadığım bir uzaylı gelmişti adeta!
Aileme de bir şey söyleyemiyordum tercih kendimindi çünkü. Onlar beni ayakları yere basan, kendine güvenen bir birey olarak yetiştirmişlerdi.
Oysa şu anda kızlarının yerinde ruhsuz ve bir bitkiden farkı olmayan Damla vardı.
Bir takım gariplikler onlarda fark ediyorlardı ama bir anlam veremiyorlardı bendeki garipliğe. En sonunda doğum sendromu teşhisi koydular kendi aralarında.
Yeni doğum yapan kadınlarda olurmuş böyle arada sırada uyumsuzluk.
Kızım iki yaşına bastığı zaman yedim ilk dayağını ve artık ben bile tanımıyordum kendimi.
Bu ben olamazdım!
Bir şeyleri değiştirmeliydim ama nasıl?
Ne bitirdiğim iki üniversite, ne de konuştuğum onca yabancı dil çare bulamıyordu sorunuma.
Yoksa aslında bir sorun yoktu da ben mi abartıyordum?
Ya da halen abartıyorum!
Çünkü tek tük attığı dayaklar, artık günlük dayaklara bıraktı yerini ve ben halen onunla yaşamaya devam ediyorum…