- 1750 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ELMACILIĞI KİM CILK ETTİ?
Elma yetiştirmeye en uygun İtalya’nın Po ovasından sonra dünyada ikinciye bizim Isparta ili Eğirdir ilçesindeki Boğaz ova gelir.
Bildiğim kadarıyla ilçemizin ileri gelenleri1960 lı yılların başında ilçemizdeki hava sirkülâsyonunun elma yetiştirmeye uygun olduğunu tespit edip ilk getirdikleri (şimdi yok denecek kadar azalan) Amasya dediğimiz yaza kadar depo dışında bile dayanan elma türünün fidanlarını küçük bahçelerine dikmişler.
Ben o yıllarda henüz yeni doğmuştum. 1966 yılında babamın getirdiği golden ve starking türü elma fidanlarını yeni aldığımız dört dönüm arazinin yarısına dikmiştik. Hatta getirdiği fidanların yarısını tarladan diktiğimiz çukurlardan çalmışlardı.
Ertesi yıl bahçenin kalan yarısını da aynı türlerden dikip doldurmuştuk. Tabi ben o yıllarda çalışmaları sadece seyrediyordum. O zamanlar fidanların arası atlarla sürülüyordu. Eski ırmak yatağına kurduğumuz benzinli Wiskinson marka zor çalışıp geç ısınan Rus motoru ile sadece fidanların sırasına el ile yapılmış arıklarla suluyorduk. Eski ırmak yatağındaki su bitince ertesi gün su birikinceye kadar bekleyip tekrar devam ediyorduk. Su motoru çalışmadığı zamanlarda da saatlerce uğraşıyorduk.
İlaçlama işini de bazen elimizle bazen de eşeğe çektirdiğimiz Yüz litrelik ilaç makinesi ile yapıyorduk. Su bitince eski ırmak yatağından kovalarla devamlı taşıyorduk. Zaten o yıllarda bugünkü kadar zararlı haşaratta yoktu. Üç nefes sigara içenin sigaraya alıştığı gibi biz ilaçladıkça haşaratlar arttı ve aynı oranda “İlaca nasıl dayanıklı nesil yetiştiririm” diye düşündü, bugün başarılıda oldu. 1973 yılı ilkbaharında mahalleye ilk traktörü babam almıştı. 1978 yılı ilkbaharında da ortak ilaç tonluğu almıştık.
Budamada deneme yanılma yoluyla yeni yeni öğreniliyordu. Makasların sapı bile dönerli değildi. Bizim ilk diktiğimiz ağaçların lider dalları kesik olduğundan dallar toplu değil hep çevreye dağınıktır örneği bahçemizde ve ilçemizde çok az kaldı.
İlk yıllarda hayvancılıkta olduğu için fidanların arasına mısır ve fasulye türü bitkiler ekildiğinden fidanların gelişmesi mükemmel olmuyordu. Daha sonraları başka bitkiler dikilmez oldu. Hatta eşinin ne zorluklarla yetiştirdiği fasulyeleri satmaya gittiği pazarda salak salak etrafına bakınırken çaldıranlar bile oluyordu.
1970 li yılların başında üç beş kasada olsa bazı fidanlardan elma toplamaya başlamıştık. Bırakın lastik kasayı, palsanı, ayaklı tahta kasa bile hiç bilinmiyor boyu eni biraz daha büyük kapaklı farklı boylarda tahta sandıklar kullanılıyordu. Hatta sandığa konan elmaların sapları diğerine batmasın diye özel makasla ortasından kesiliyor, kasalara özenle tek tek sıralanıyordu. Sapsızları da (O zamanlar üç beş kişi olan) tüccarlar hiç almıyordu.
Bu ovada en iyi fiyatla elmayı 1974 yılında Isparta’da düşen uçak kazasından binmeye geç kaldığı için kurtulan Malatyalı Turan isimli tüccar alıyordu. Bu tüccar yalnız ve oda işin acemisi olduğu için yerli bir kaç o zamanın uyanıklarına işçi çavuşluğu yaptırıyordu. Tabi o çavuşlarda masum iyi niyetli tüccarı kabaktan daha fazla oyuyorlardı. Tabi o oyulan yaralarda yıllarca kapanmıyordu.
Hiç unutmam 1975 yılı ilkbahar aylarıydı. Kovada yolu kenarındaydım. Tüccar Malatyalı Turan yoldan yayan aşağı geçiyordu. Bana selâm verdi. O zamanlar daha erken ilkbaharda köylüye çiçek parası dağıtılırdı. O “Geçen yıl iki buçuk lira olan elma fiyatını bu yıl ben on liraya çıkaracağım” demişti ve dediği gibi de yapmıştı.
Her halde ilkokulu bitirdiğim 1972 yılıydı. Tepeli köprüsünün yanındaki ilk zamanların bahçesinde kesinlikle insanların yemeyeceği büyüklerimizin toplamamızı istediği hayvan yemi meysu (o zamanlar meysu alan yoktu) elmaları biriktirirken bahçe bekçisinin ani taarruzuna uğramıştık. Benim başımın üstünden geçen sopa isabet etseydi kesin mevta olmuştum. Dünya o bekçiye de, sahibine de kalmadı, o bahçe çok el değiştirdi. İçimizdeki sivri akıllı biri (şimdi köyün en zengini sayılır) uzun bir sırığın ucuna çivi çakıp elmayı o zamanın kara deposundan çekip çıkarıyordu.
Liseyi bitirdiğim 1978 li yıllarda Eğirdir’in en zengini birinin elma bahçesine mahalleden üç kişi çalışmaya gitmiştik. Birimiz ısırmaya başladığı elmayı yemek için ağanın hanımından izin istedi. Hanım ağa izin vermediği için o kişi elindeki yarım elmayı yere atmıştı ve bir daha işine gitmemiştik. O zengin acımasız olduğu için hiç bir fırtınada sarsıntı geçirmeden yıllarca ayakta kalmayı başarıyor. Demek ki hayatta ayakta kalmanın birinci şartı acımasız olmak lazım!
Mahallemize Mart 1977 yılında elektrik geldi. Beş altı ay sonra başpapaz ilk siyah beyaz Tv yi almıştı. Şimdi bıktığımız renkli Tv yi o zamanlar bir Lassi köpek filmi için bile sıkı takip ederdik. Mahalleli genelde başpapazın evine gelirdi. O da hasetliği ve erken yatacağı için saat On’a geldi mi odada sinek olmasa bile kalkıp lambaya sinek ilacı sıkardı. Ahalide mesajı anlar kalkar giderdi.
1970 li yıllarda elmacılık fazla pirim yapmadığından göllere yakın köylülerin cebi ıstakoz ve balık sayesinde çok para görüyordu. O yılların para görmüş görgüsüzleri ta Antalya’ya çorba içmeye yemeğe gidiyorlarmış. Göllerdeki balığı ve ıstakozu da yine bazı egoist köylülerin yanlış hareketleri bitirmiş. Fazla kullanılan tuzlu ekmek göllerin dibinde tabaka oluşturmuş, ağa takılan küçüklerin geri atılmaması, hastalıklı kayıkların kullanılması veya hasta ıstakozların göllere atılması vb. mazeretlerle gölün verimliliği bitirilmiş. Şimdi gölün içindekinden fazla üstünde insan boyunu geçen sazlar oluştu. Yararlanan ve köylü kaldı ne de şehirli. Şimdi kravatlılar sadece bu konunun demagojisini yapıyorlar.
Yine aynı yıllar ve sonrasının milyonerleri sayesinde ilçemizin ve çevre illerin meyhaneleri ayakta kaldı. Akşam Antalya’da içmeye başlayıp Yeşil ada da sonlandıranlar az değil. Hâlâ devam eden meşhur meyhurlar eksik değil ekmek parasına muhtaç olsalar da.
1980 li yıllara kadar şehirlerin oteline karşılık köylerin köy odaları vardı. Köy odası olmayan yerlerde de belli aileler gelip geçen kör, topal veya yolda kalmışları misafir ederlerdi. Ne yazık ki bu üç beş asil ailenin yerinde kalan evlatları genelde soysuz çıktı. Babasının yerini tutacak bir tane bile evlat olmadığından adım gibi eminim.
1980 li yılların başında köyümüze bir Arap tüccar köklü bir yatırım yapma niyetiyle arazi alıp işe başlamıştı. Yine memleketin önde gelen uyanıkları da ona hizmet ediyormuş gibi gözüküp acısı ömür boyu unutulmayacak şekilde mükemmel kazıklar attıkları için ilk adım olarak yaptığı bina iki defa el değiştirdi. Şimdi köyün, köylünün hizmetinde kullanılmaktadır. Tabi başka yatırımda yapmamıştı.
Daha nice tüccarlara kılıfı uydurulmuş minare gibi kazıklar atıldığından gelmez oldular, yerli uyanıklarda onların boşluğunu doldurdular. Tabi memleketin çıkarına değil, kendi ceplerinin çıkarına. Ama şu anda onlarda tüccarlık yapıyor sayılmazlar. O zaman tüccarlara veya vatandaşlara attıkları kazıkların acısını onlardan yeni yetişen uyanıkların çıkardığından ben eminim, sizde emin olunuz.
Daha dün 1986 yılında mahallemizin başpapazının düğününde gelin arabası benim 1977 model 131 Murat olmuştu. Şimdi ise hepsinin burnu Kaf dağını da geçti. Burunları düşse almak için tenezzül etmeyecekler. Önlerini göremez hale geldiler. Çünkü bu memlekete kültür girmeden önce para girdi. Tabi kültürün en iyisini hayat fakültesi verir, okuyup alana.
1970 li yılların sonuna doğru bir metre dahi bedelini ödeyip tarla almamış iç güveyisi biri o yıl üç milyon Türk Lirası elma parası almış.
“Neden kahvehaneye çıkmıyorsun?” diyen başka bir köylüye “Benim
muhatap olacağım adam yok” demiş.
Kültürlü biri olsaydı böyle demezdi. Kültürden önce para girdiği için köylümüz genelde çok fazla bozuldu. Tabi bugün ise bu kişinin ne evinde nede evlatların da huzur var.
Bazı köylülerimizde geçmişte kendine sosyal güvence yaptırmadığından şimdi aklı başına gelmiş olmalı ki bütün malını damadının üzerine aktararak oğlu üzerinden tedavi oluyormuş. Tabi aynı kişi altmışını geçince yani hayızdan kesilince toplumdaki adet üzeri hacca da gitmiş, gelmiş. Yani ilk dördü tam olmasa da beşinciyi yaparak adını değiştirmiş.
Bunun yanında yıllarca faize para yatırıp o parayla ya da kredi çekerek faizli parayla hacca gidenler bile eksik değil.
Bir insan hata yaptığı zaman hemen hacılığını öne sürüyorlar. İlk dördü kendilerinde de olmadığından hiç dikkate almıyorlar. Marifet takkedeymiş gibi hacı takkesini çıkarıp küfredenler bile var. İslâm’ın şartı beştir. Allah ilk önce hacıya gidip gitmediğini değil, şirksiz şahadeti olup olmadığına bakacak, soracaktır. Bu ülkede hacı hocadan önce şuurlu insan, Müslüman aranmalıdır, olunmalıdır.
1980 ve öncesi yıllarda köylerde traktör çok azdı. Eğirdir’in en zengini kırk dönüm bahçesini bir Leyland traktörle yıllarca işlemişti. Bugün ise sıfır alınanı üç yıl sonra boyası bile çizilmeden keyfi değiştiriliyor. Üç yüz haneli bir köyün bütün işlerini halen eldeki traktörün dörtte biri kadarı bile yapar. Ama birlik ve beraberlik, kooperatifleşme olmadığından, hasetlik, hazımsızlık ve fesatlık yüzünden trilyonluk ölü yatırımlar boşta yatıyor.
Fidan seçimi 1960 yılından günümüze hiç değişmedi. Bu sektörde uyanıkların elinde olduğu için köylüde tam bilgi sahibi olmadığından karışık fidanlarla bahçeler kurulmaktadır. Sonuçta tabi tam net olmamaktadır. İstenilen verim (Mükemmel besleme ve bakım yapan çok az çiftçi var ama) ne kadar iyi besleme ve bakım yapılsa da anaç uygun olmadığından alınamamaktadır. İlçemizde fidan yetiştirimi
ve satımı ile ilgilenen kişilerin onda dokuzunun dürüst olduğu
söylenemez.
Eskiden ülkemizin çok az ilinde elma yetiştiriliyordu. Şimdi en az elli ilimizde elma yetiştiriliyor. Çoğu ilimizde yeterli soğuk hava depoları olmadığından ilçemizdeki depolara satın alan tüccarlar tarafından getirilerek Eğirdir elması olarak satılmaktadır. Tabi sonuçta şekil, renk ve tat konularında kalite farkı olduğundan bizim pazarımızı
etkilemektedir. Komşu devletlerde de şimdi elma yetiştiriliyor. Bazı komşularda iç huzur olmadığından ihracat olmuyor.
Günümüzde bir çok elma çeşidi çıktı. Ancak yeni türlerin bizim ovamıza uygun olmadıkları kanaatindeyim. Çünkü tam çiçek zamanı ovamızda gece ve gündüz sıcaklıkları oldukça çok değişken olduğundan soğuğa denk gelmektedir. Budaması konusunda da fazla bilgisi olan insanımızda yok gibi. Bunların hassas bünyesinin her işkenceye dayanıklı diğer elma türlerine alışık vatandaşlarımız tarafından anlaşılması zaman alacak ve zor gibi. Ömürlerinin de (denenmiş değil ama) her halde yirmi yıldan fazla olacağını sanmıyorum. Aynı sistem bakıma yani vermeden almaya çalışırsak belki yeni ağaçlar eskiler kadar da yaşamayacaklar.
O zamanlar kışın saklanabilecek soğuk hava depoları yoktu. Şimdi çok ama hepsi resmiyette bittiği halde bitmemiş inşaat halinde gözüktüklerinden hiç biri tam vergi vermiyorlar. Genelde (bir kaçı hariç) konulan elmaların muhafazasından çok aldıkları ücretle ilgileniyorlar ve üreticiden tam aldıkları KDV yi genelde makbuz, fatura kesmedikleri için devlete ödememektedirler. Onlarda köylümüzü nasıl kolay ve fazla çarparız hesabı içindedirler.
Depo yöneticilerinin ihmalleri yanında 2000 li yıllarda kullanımı artan plastik kasa ve palsanların su ve nem tutmadığı için elmayı tam korumadığı görülmektedir. Belki içlerine mukavva kutu parçası ya da gazete kâğıdı konursa faydası artabilir. Eldeki plastik kasalar kullanıla bilir. Yine eski ayaklı tahta kasa ve tahta palsanlara döneceğiz gibi. Çünkü onlarda elma daha sağlıklı çıkıyor.
Eski ve yeni tür ağaçlardaki budama ise halen yüzde doksanı- mızın tam bilmediği bir konu. Şimdi kolu ve bileği yormayan döner saplı çok güzel budama makasları çıktı. Aslında başparmaktan kalın dalın kesilmemesi, budamaktan tıraş olmanın anlaşılması gerektiği halde bilgisizce sanki budama değil de, kıyım yapıyoruz. Yerinde ve zamanında konuşulmayan bir sözle zamanında ve yerinde uygun şekilde kesilmeyen bir dalda aynı zararı verir. Gök ayının yenisi, eskisi takip edilmiyor. İnsan sağlığına bile fayda ve zararları tespit edilen gök ayının durumunun bütün bitkilerde de etkili olduğu kabul edilmeli artık. Yenisinde kesilen yaralar kurtlanıyor ve kapanmıyor, dikilen fidanlar büyümüyor. Diğer bitkiler içinde bu olaylar aynıdır. Ama hâlâ altmış,
seksen yaşında da olsa tecrübe etmemiş ya da buna inanmayan üreticiler
eksik değil. Bir insanın her konuyu görmesi, yaşaması gerekmez.
Sulama işine gelince 1972 yılında Devlet Su İşleri ovaya kanalet döşedi. Çok fazla rüşvet yiyen bir ilçe müdürü vardı. Toplanıp verilen haraçlarla bizim bahçeden üç yüz metre aşağıda sonu kalmıştı. Yıllarca bekçisi ve çiftçinin çiftçiye saygısı olmadığından yukarıdakilerin suyumuzu keyiflerine uygun kesmeleri sonucu bahçelerimizi sularken çok sıkıntı çekmiştik. 1986 yılında Toprak su işleri yeniden bahçe arası kanaletler döşedi. Yine ovayı tam bilmeyen, borusu çok öten doddilerin çıkarına uygundu. 1980 yılı başlarında Antalya sebze seralarında kullanılan damlama sulama sistemi 2004 yılında köyümüze yapıldı. 1986 yılında yapılabilirdi. Devletin ikinci defa masrafı oldu. Daha düne kadar damlama yapılmayan bahçelerimizde bugün elimizi zorla bile yıkayamayacağımız su ile sulama yaptırılmaktadır. 1970 li yıllarda su sıkıntısı olmadığından çok akan kanal bugünkü kadar kirli değildi. Yetkili hiç birimiz bu konuya değinmemektedir. Kanal içine dikilmiş şahıs ağaçlarını makam sahipleri güçleri yetmediğinden kestiremedikleri için ve varsa başka sebeplerden dolayı kanal temizlenememektedir. Yetkili büyükler benim gösterdiğim yerde el yıkasınlar, ben orada boy abdesti alırım. On beş günde bir ucunu açtığımız damlama borularından asfalt zifti gibi çamur akmaktadır. Depolarda elmanın bittiği Temmuz ayında ihracat primi çıkarıyorlar ya da süslü sözlerle genelde seçim arifelerinde gönlümüzü alıyorlar, yemişlendiriyorlar.
İlçemizdeki bütün soğuk hava depoları ve Asya Meyve suyu fabrikasının atık sularında hiç arıtıcı yoktur. Hepside temizlikte kullandıkları amonyak gazını ve diğer atıklarını kanala gizli borularla dökmektedirler. Daha dün 1980 li yıllarda bu kanaldan her çeşitten balık tutuyorduk. Aynı dönemde kanalda yüzen, yüzme öğrenen gençlerde vardı. Şimdi bırakın yüzmeyi, balık tutmayı, belki başka canlılarda yok
oldu, nesilleri kesildi. Bu kanal beton içine alınarak sadece sulama için
belirli yerler yapılarak temiz su kullandırılabilir.
Bu kanalı beton içine alma önerim Ispartalı Başbakan ve Devlet Su İşleri Genel Müdürü varken zamanın çok akıllı siyasilerimiz gündeme getirmişler. Ama iktidarlarının ömürleri yetmemiş. Şimdide aynı konuya eğilecek pek akıllı siyasilerimiz olmadığına göre bizden sonraki nesil inşallah çözer. Kanalı beton içine alma yapılırsa hiç istimlâk yapmadan yolda genişletilerek Antalya yolumuz biraz kısaltılmış olacak tabii. Bazılarına yeni iş kapıları da açılır böylece. Pazarlamada öğrenenlerimiz olur o zaman.
Halka yılda sadece üç ay hizmet veren Davras kayak merkezine yılda bir defa keçi veya koyun çevirmesi yemek için en az on trilyon harcama yapanlar bu kanalın ıslahına yanaşmamaktadırlar.
Her insan kesinlikle nankördür ama elma ağacı hiç bir zaman nankör değildir. Oda bir canlı olduğu halde rastgele bakışımızla bile bizi her yıl meyve vermektedir. İlk yıllarda dikilen fidanlar bile yıllardır verdiğimiz pis suya, rastgele kestiğimiz dallarına, ölçüsüz, bilinçsiz verdiğimiz gübrelere, hatalı ilaçlama sonucu hastalıklara ya da haşaratlara yedirmemize yani zor şartlara rağmen yinede çoğu elli yıl ayakta kalmayı başardı.
Fidan seçiminden budamaya, sulamadan ilaçlamaya, gübreleme- den meyve seyreltmeye kadar bütün işler dört dörtlük hatasız yapılsa inanın babamızdan gördüğümüz eski elma ağaçları yetmiş, seksen yıl meyve vererek yaşayabilirler.
Ama günümüzde bile bize Avrupa da yasaklanmış tarım ilaçlarını hâlâ kullandırıyorlar. Çoğunluğu kanser etkili ilaçlar bunlar. Bu ilaçların alınmasının değil satılmasının yasaklanması lazım. Bir de kanaldan veya başka yerlerden alınmış PH sı uygun olmayan pis sularla ilaç hazırlanırsa daha bahçeye atmadan etkisi bitmektedir. Satın aldığımız ilaç tonlukları da tam ölçülü olmadığından katılan ilaç tam etkili olmamaktadır. Önce tonlukların net kaç litre su aldığı tespit edilmelidir. Suya göre ilaç konmalıdır. İlaç çok fazla olursa zararı olur, az olursa etkisi olmaz. Boşa emek harcamış oluruz. İlaçlama normal bir pul ve basınç ile yapılmalıdır. Fazla geniş pulda basınç azalacağı için zerreler iri olacağından ağaçtan ilaç yağmur damlaları gibi akmaktadır. Kuru yer bırakılmadan ve ilaç üstünden akmayacak şekilde ilaçlama yapılmalıdır. Meyvenin pas olma sebeplerinden biride ilaçlama ve ilaç karışımlarıdır. Başkasına ilaçlama yaptıran çiftçilerimiz kendi eliyle tonluğun içine ilacı dökmelidirler. Bazı uyanık ilaç atıcıları dolu ilaç kutusunu tonluğa açmadan atıp ağaçlara su sıkıp sonrada içinden çıkardığı ilacı kendi bahçelerine atmaktaymış.
İlçemizin havası ilkbaharda güneye gittikçe soğumakta,
sonbaharda da tam tersi olmaktadır. Kovada kanalı üzerinde kurulu her köprü arası hava sıcaklığı en az bir derece değişmektedir. Dağdan kanala kadar uzanan bir bahçede dağın dibinde sabah saat altı otuzda ağaçlar çiğle tamamen ıslakken, saat sekizde kanal kenarında çiği tamamen kurumuş ağaçlara aynı ilaç atılıyor. Dağ kenarındaki ağaçların elması hiç pas olmazken kanal kenarındaki ağaçların elması hayli pas oluyor. Bu durum kanalın etkisinden olmalıdır. Kanaldan kalkan buhar ve kanal içinin bataklık olması ilkbahardaki kara leke mücadelesini zorlaştırmaktadır. Göldeki, kanaldaki ve çevredeki kirliliği bazı duyarsız çevre köylülerimiz su aldıkları yerlere kullandıkları ilacın boş ambalajını da atarak artırmak tayız. Aslında bunların toprağa gömerek ya da yakarak imhası gerekir.
Kireç ve göztaşı ile hazırlanan bordo bulamacında ayar tam tutturulamadığı için sonuç alınamıyordu. Hâlâ ya beyaz ya masmavi ağaçlarını ilaçlayanlar var. Bu iki ilaçlamada hatalıdır. Renk ağacın veya bahçenin her yanında aynı olmalıdır. Kara leke döneminde zamanla yarışmak gerekir. Bir saat bile çok önemlidir. Mantar hastalığı olan kara lekenin zekâsı dünyadaki en zeki insanın zekâsından bile bir adım öndedir. Günümüzde hazır bordo bulamaçları çıktı ama köylünün refah düzeyi biraz cık artınca henüz ağaçlar uyanırken hemen ilaçlama yapmadıklarından, bu ilaçlamayı bazısı teke düşürdüğünden, bazısı da kurala uygun atmadığından kara leke sorunu yıllardır kökünden tam çözülemedi gitti.
1993 yılı Yirmi Mart günü göktaşını ve kireci hazırladım. Sabah
fırtına var diye atmadım. Üst bahçedeki komşu o fırtınada göktaşını attı. Ben ona gülmüştüm. Yirmi kadar ağacı kalmış. Diğer ilaçları bütün ağaçlarına aynı verdiği halde diğer ağaçlarında tek kara leke yokken kalan yirmi kadar ağaç benim bahçe gibi simsiyah kara leke idi. Esas gülünecek ben imişim ama o an bilmedim.
Toprağa ölçüsüz verilen salma ve pis su ve ihtiyaç olup olmadığı bilinmeden verilen gübrelerle toprağımızı da bozduk. Bütün katı gübreler mutlaka bir parmak kalınlığında da olsa toprak altına alınması gerektiği halde çoğumuz yağmur yağarken ya da dinince açığa atmaktadır. Katı gübreler hemen ve tamamen erimediğinden artıkları kalmaktadır. Hâlâ damlama olan bahçelerde bile sıvı gübrelere dönülmemesi şaşırtıcı. Bilgiç geçinenlerin hali! Organik gübrelerin kullanımı genelde bilinmemektedir. Topraktaki mineral denge bozuk olduğundan ve organik gübre verilmediğinden rastgele verilen gübreyi de toprak tam alamamaktadır. Gübrelerle toprağı işleyen solucan ve benzeri canlıları da öldürdük. Tahlile gönderdiğimiz topraklara da inandırıcı tahlil sonuçları gelmemesi bu işten de bizi iyice soğuttu.
Beş on sene öncesine kadar meyve seyreltme bilinmiyordu. Bugün çok güzel makaslarla bunu yapan çoğaldı. Yalnız Temmuz’un ilk haftasına kadar şuurlu bir şekilde bu iş yapılmalı, değilse güneş yakması artıyor. İlle de teklenecek diye bir durum yok, güz rüzgârları döküyor. Herkes seksen mm çapında elma yetiştirse bu sefer yine tüccarlar büyük diye almazlar.
Ovanın bir kısmında taban suyu çok yakın. Önceden açılan hendekler çeşitli sebeplerle kapatıldı. Bazı haset fesat çiftçiler bilerek hendek doldurup birde utanmadan (Fakülte mezunu olduğu halde) her kış mevsiminde bahçe suyunun akıp akmadığına bakmaya geliyor. Taban suyu kış ve yaz ağaca zarar verdiğinden ağaçların erken ölmesinin nedenlerinden biridir.
Dağdaki hayvanlara zarar veren canavarları öldürdüğümüz için domuzların üremesi arttı ve bahçelerimize hayli zarar vermektedirler. Yol kenarına çekilen tel bile fayda etmedi, mahalle arasından ve kanaldan atlayarak bahçeleri talan ediyorlar. Meyve ve damlama borularına çok zarar veriyorlar.
Elma meyvesi bütün kurallara en mükemmel şekilde sıfır hata ile
yetiştirilirse en az yetmiş yıl yaşayacağından ve düzenli her yıl meyve
vereceğinden hiç kimsenin şüphesi olmasın.
1970 li yılların başında ovada Tapu Kadostra memurları ölçüm yapmıştı. Köylerdeki o zamanın kelek kesenleri aracılığıyla ceplerini iyi doldurmuşlar. Rüşvet vermeyene kâğıt üzerinde tapu vermişler. Asılda hiç bir şey yok. Sonuç mahkemeye gitmek! Malum memleketimizdeki mahkemelerin durumu ortada! Sınır meselesi olan bahçelerde günümüz memurlarına ölçüm yaptırsan güneyden başlarlarsa bahçe iki metre kuzeye, kuzeyden başlarlarsa iki metre güneye kayıyor. Belki yüz yıl önce kazılmış hendekleri bozanlar bile var. Bozulmamış hendekleri tarlaların ölçümde geçmesi çok düşündürücü. Mahkemede yeminli yalancı şahitlik ya da ayakkabısına toprak doldurarak “Bastığı toprak üstüne” yemin yapanlar bile var.
Daha hâlâ tapu meselesi çözülmemiş köylerimiz veya mevkilerimiz olması sahipsizliğimizin göstergesi.
Hani bir atasözümüz var ya “Her musibetin başı an (sınır) ile ….
dır” diye, boşuna dememişler. Köylerdeki kırgınlıkların hepsinin altında genelde hasetlik, fesatlık, hazımsızlık, aç gözlülük yani cahillik sebebiyle yapılan olayların altında bunlar yatar. Sanki götüren cepsiz kefenden başka bir mal götürüyor? Onun gideceği de şüpheli ya.
Genelde herkes “Müslüman’ım” der ama Allah’ın emri olan öşrü kuralına uygun vermez. Bahçesine gelen dini gurup hortumcularına ya beğenmediği ağacı gösterir ya da bir iki kasa vererek gönderir. Bu toplayıcılarda, halk da hangi ayette yazdığını bile bilmiyor ya. Aslında kuralına uygun gerçek ihtiyaç sahiplerine verilse depo veya bahçelerden uyanık tüccarlar dolandırmazlardı. Her yıl giden para vergi ya da öşür olarak geri dönse neler olmazdı ki.
Dedelerimizden alınan vergiler kadar olmamak şartıyla günümüz çiftçisinden de geliri oranında vergi alınmalıdır. Ancak büyüklerimiz köylüyü oy deposu gördüğünden ve gaflet uykusundan uyandırmamak için vergi alınmamaktadır. Aslında geri dönmesi şartıyla vergi alınmalıdır.
2000 li yılların birinde Eğirdirin yetkilileri üç beş yardakçı muhtarla Asya Meyve suyu fabrikasına başımızı tutuverdiler. Dokuz yüz kilo meysuluk elmayı iki defa nöbet tutarak, dokuz saatte dökebildim. Asya meyve suyu fabrikası içindeki beyinsizlerin yüzünden köylünün kıymetini bilmedi. Yakın köylerden traktörle getirilmiş meysuluk meyveyi ucuza alırken, dış illerden kamyonla geleni pahalı alıyor ve onlara bekleme ücreti ödeniyor. Belgesi yok ama fısıltı dedikodu gazetesi o dönemde …. milyar liranın büyüklü küçüklü bir
çok hortuma aktığını yazdı. Ama hangi hortumlar? O başlar kesilince
ardından o üç beş yardakçısı onun anasına avratına çok küfrettiler.
Bir başka durumda köylerin kahrını genelde o köyde yaşayanların onda biri kadar insan çeker. Onda dokuzu onların kıyıda, kuytu köşe de dedikodusu ile uğraşırlar. Toplantıda adı geçse dahi susarlar ama evlerinde hanımlarının yanında erkek kesilirler. Bu onda bir kişi devamlı muhtar, aza, kooperatiflerde yönetici, partilerde delege olduklarından yani birinden çıkıp birine girdiklerinden fazlasıyla bıkarlar. Bıktıkları ve kendi işlerini bile düzenli takip edemedikleri için biraz da köyün işini boşlayıverirler. Hatta hortumda yaparlar.
Bazı köylülere neden böyle yaptıklarını sorduğumda “Eğer aynı
kişileri seçmezsek darılıyorlar. Hatır koyuyorlar. İlle de seçilmeleri
gerekiyormuş gibi bir havaya giriyorlar” dedi.
Allah Eğirdirlileri gerçekten cennette yaratmış. Bu göl ve özel havaya sahip ovası bulunmaz bir nimettir. Ne Antalya’nın nemli kavurucu sıcağı var, ne de Afyonkarahisar’ın kuru ayazı var. İkisinin ortası bir iklimi yaşamaktayız. Yani biz Eğirdirliler olarak doğuştan Allah tarafından torpilliyiz. Şahsen mahşerde Allah bana sorsa cenneti Eğirdir’e kurmasını isterim. Bilene, anlayana, gezip görene. Tabi köyü, Eğirdir, Isparta dışına çıkmayanlar bu farkı fark edemezler.
Köydeki mahallemizde zamanımız imamlarının üstünde bilgi ve görgüye sahip bir imam görev yapmıştı. Bir gün mahalledekilerin şahsiyet durumunu sordum. Altı ayda herkesin kan tahlilini tam yapmış sanki. Ben desem kimse inanmazdı ama o deyince tabi insanlar inanırlar. İmamlar genelde görev yaptıkları yerin başpapazının emrinden çıkmazlar. Ama bu imam farklıydı. Zaten başpapaza boyun eğmediği için oradan sürgün gitmişti. Tek cümle ile “Bu mahallede üç deyyus var. Bu üç deyyus olduğu sürece bu mahallede hiç bir şey olmaz abi” demişti. Tabi yüzde yüz haklıydı yine anlayana.
Ama orada oturmadığı için diğerlerinden geri kalmayacak dördüncü deyyustan haberi yoktu. Dördüncüsü kardeşinin dediği gibi “Dayısı gibi firavun”un tekiydi. Kardeşi biliyor da diğerleri bilmiyor mu? Herkes birbirini ayna gibi bilir ama dilsiz şeytanlık yapılır.
Çoğu köylümüzün evinin içindeki dekorasyon, perde ve koltuk takımları belki Vali’nin evinde bile görülmez. Saat on bire kadar ilaç atıp da Eğirdir’in en lüks lokantasında yemeğe geliyorsa bazılarının keyfine diyecek yoktur.
Eğirdir ve köylerinde kesinlikle fakirlikten bahsedilemez. Ancak çalışmaya niyetli ve gayretli olmak lazım. Üç kişili bir evde tek düzenli
bir gelir olmadığı halde herkesin en lüks cep telefonu varsa, hepsi sigara
içiyorsa ve günlük ekmek parasına muhtaçsa diyecek bir söz yok.
Atatürk “Köylü milletin efendisidir” demiş ama şimdi efendi
kelimesi devlet dairesinde “Hizmetçi, temizlik yapan, çay getirip boşunu götürerek hizmet eden, azarlanan” manasında işlem görmektedir. Şimdi gerçek efendi milletin saflığından yararlanıp yönetenler olmuş. Efendi olduğumuz için değil ağır uykusundan uyandırılmamış, bilerek cahil bırakılmış olduğumuz için uyanmamamız istendiğinden vergi alınmamaktadır. Çünkü devlet vergi alırsa köylüde tabi geri dönüş özlük haklarını isteyecek. Bunun için hasta haneler hasta köylülerle dolup taşmaktadır. Daha düne kadar sosyal güvenceleri bile yoktu. 1980 yılından önce hastası olan zengin veya fakir köylüler muhtardan mühürlü fakirlik belgesi alır, hastasını çıkarırdı. Bir de cahili idare etmek kolay olur.
Çocukluğumda yoğurt pazarında manzarayı seyrederdim. Bir gün ben yumurta satarken başka bahane bulamadı “Yumurtalar neden küçük?” dedi. Bende “Ben yumurtlamadım ki!” demiştim. Şehirli uyanıklar bazı garip köylülerin elinden yoğurdu, yağı, yumurtayı vb. neyi varsa bağırda bağırda, ensesine vura vura gönülsüzce istedikleri paraya alırlardı ve “Parasını da dükkânda ödeyelim” derlerdi. Sonrada dükkânlarında kalmış gitmiş malzemeleri satarak onları güzel bir kazığa çekerlerdi. Gerçi hâlâ yapanlar var ya. Nesilleri henüz tükenmedi. Ancak peynirini, yağını toptancıya verip parasını bankaya faize yatırıp müdürler tarafından karşılananlarda vardı. Bu durum onları balon havalarına sokuyordu.
Şimdide “Ensesi kirli, kıllı köylü ne anlar, alır, sesi çıkmaz, ensesine vur ağzından lokmasını al” zihniyeti yeni yeni birazcık yıkılmaktadır.
Memurluk yaptığım dönemde boğaz ova köylülerini genelde bildiğim için devletten verilecek öğrenci bursu evraklarını incelerken trilyonluk köylünün çocuğuna da ihtiyaç belgesi o köyün muhtarı tarafından verildiğini görmüştüm.
Ne yazık ki kültür seviyemiz yükselmeden deste deste paraları gördüğümüz için hayli yozlaştık. Burunlarımız belki on defa Kaf dağını aştı. Küçük büyük belli olmaz oldu.
Haydi, bölgemizde elma olmasaydı da diğer bazı bölgeler gibi bizlerde buğday, arpa veya benzerlerini ekseydik halimiz ne olurdu? Masrafımızı bile alamazdık. Ancak karnımızı zor doyururduk. En fazla üç yılda sıfır traktörler alabilir miydik? Şu boğaz ova göç vermeyen yerleşim yerlerinin başında gelir.
1970 li yıllarda on dört buzağımız, toplam otuza yakın büyükbaş hayvanımız olduğunu hatırlarım. Onları gütmek ve ahırdan pisliğini atmak hiç birimize ağır gelmiyordu. Ancak bu refahtan sonra onu tekrar yapabilecek çok az köylümüz var. Orman Müdürlüğü sahiplendi dağda davar güdecek yer, kıl çadırlarda karlı kışın soğuğunda, yakıcı yaz sıcağında yatacak insanlar kalmadı sayılır. Üreten değil tüketen bir toplum olduk. Tabi girdilerde günümüzde çok yüksek!
Hele o yıllarda her evde kurulu olan on sekizli dokuma halılar
tarih oldu. Evler gece gündüz kirkit sesleriyle çınlardı. Halılarımız unutulduğu gibi yeni neslimiz buğdayın bitkisini unuttu.
1990 lı yıllarda aslı köylü olan bir misafirimizin çocuğu anıran merkebi duyunca “Anne anne eşek korna çalıyor” demişti.
Ya da sudan yararlanıp mısır, sebze, patates ekseydik başta domuzlar olmak üzere zararlılardan nasıl kurtarır sonuca ulaşırdık? Deste deste milyarları rüyalarımızda bile göremezdik. Ama belki insanlığımızda bu derece yozlaşmış olmazdı.
Köylüde aynı memurlar gibi günde sekiz saat bahçede çalışmalıdır. Çalışmak isteyene yılın her günü küçük büyük her türlü iş olabilir. Hatta bahçede dinlenilmeli. Bırakın günde sekiz saat çalışmayı ilaçtan ilaca, sudan suya bahçeye uğrayan çok sorumsuz köylümüz var ne yazık ki! Elli yıldır bahçe işiyle uğraşıyor. Budamadan anlamıyor, hâlâ ilaççı ne ilacı verirse alıp atan, sonucunu takip etmeyen çok köylümüz var. Bildiklerini topluma aktarabilecek köylü sayısı bir elin parmakları kadar bile yok. Ama işkembeden atıp tutmaya, kenar ve kuytu yerlerde dedikodu yapmaya geldi mi hepsi âlim geçiniyor.
Budamada bile üç beş ağaç farklı budanmalı, hatalar yaşanarak
görülmelidir. Bahçe işleriyle ilgili sohbetler olmalıdır. Devamlı konken masasında çökmekle, bazı işleri başkasına yaptırmakla çiftçilik olmaz.
Çiftçi yüzde yüz başarılı olacak diye bir kural yoktur. Hatta mümkün değil. Hep yeni sene iyi olur der geçeriz. Ama mühim olan hataları azaltmak, en aza indirmek gelecek yıl aynısını yeniden tekrarlamamaktır.
Hâlâ başkasına muhtaç olmayacak kadar kasası ve traktörü olmayan hayli köylümüz var. Bazı depolar sandık verse de iş gören insanımızın sayısı azaldığı için fakir köylülerimizin işi çok zor.
Aynı dünyadaki gibi mezarlıkta da yeni gelen mevtaya diğer eski mevtalar “Hoş geldin” deyip köydeki son haberleri sorup öğrenmeye gelirlermiş. Yine bir gün köyde mevta defnedilmiş. Meleklere hesabından sonra o mezarlıktaki onu tanıyan köylüleri toplanıp yanına gelmişler. İçlerinden biri hemen ilk soru olarak “Köye muhtar kimi seçtiniz” demiş. Yeni gelen mevta hoş beşten sonra soruya “Filanın Bekir seçildi” demiş. Soruyu soran mevta “Arkadaşlar başka soru sormanıza gerek kalmadı, durum anlaşıldı. Filanın Bekir muhtar olduysa gerisini anlamak zor değil, vay köyümüzün haline” demiş. Başında
biraz daha durup dağılıp gitmişler.
Günümüz internet çağında bile sağlığa sayısız faydası olan elmanın yeteri kadar reklâmı yapılamamaktadır. Köyü hakkında bilgi yazanlar bile tam detaylı bilgi verememektedir. Çünkü her köye Bekirleri kooperatif yöneticileri, aza, muhtar, delege, ilçe ve il genel meclisi üyesi seçtik.
Soruyorum size günümüzde hangi köyde “Filanın Bekir” muhtar seçilmedi? Hep hainlerden acizlenen, suçu başkalarında arayan bizlerin hiç mi suçu yok? Çuvaldızı kendimize, iğneyi başkasına batırmamız gerekmiyor mu? Hepimiz her türlü seçimde oyu verirken köye, ilçeye ve memlekete hizmet edecek olana değil de şahsi çıkarlarımıza uyacak kişiyi düşünmüyor muyuz?
Hem yaşadığın yere filanın Bekir’i muhtar seç, hem hiç bir şahsi sorumluluğunu yerine getirme olur mu?
Oğluna, kızına, damadına ve yakınlarına devlet dairesinde iş bulmada yardım eder düşüncesiyle çıkarından başka bir şey aklına
getirmeyen bizlerin hiç mi sorumluluğu yok?
Artık köylümüzde aklını başına toplamalıdır. Günümüzde açılan
büyük marketler küçük bakkalları bitirdiği gibi büyük çiftliklerde küçüklerini bitirecektir. Devir birlik olma zamanıdır. Dört yüz ton elma üreten çiftçi kilosunu iki yüz liraya mal ederken bütün işleri kendisi ve malzemesiyle yapan beş yüz liraya, her işi başkasına yaptıranda yedi – sekiz yüz liraya mal etmektedir. Topraklarımız belli bir planlama olmadığından miras ve çeşitli sebeplerle küçülmüştür. Gül, ceviz, vişne, badem, kiraz veya başka bitki dikilecek yerlere de elma dikilmektedir.
Köyün en akıllısı diye adam yokluğunda muhtar edilen kişi iki kaliteli kara leke ilacını karıştırarak atıp da tüm ağaçlardaki meyvelerin dökülmesine sebep oluyorsa nankör olmayan elma ağaçları ne yapsın?
Bir memlekette olan iyi veya kötü bir olay orada yaşayan herkesi etkiler. Bu memleket hepimizin! Alırken hepimiz hücum ediyoruz. Verirken hep geri kaçmaya çalışıyoruz. Devlet dediğimizde bizim gibi insan ve numunelerimiz olduğunu unutmayalım. Tabi bu tür sahtekâr- lıklara birazda bizi devletimiz yöneltiyor. İsterlerse hiç bir yerde kuş değil sivri sinek bile uçurtmazlar. Ama yol vermek isterlerse fil bile sallana sallana geçer gider. Kimse at gözlüğünden baktığından görmez.
Şimdi aynı anne ve babadan çoğalmış toplam yüz kişi bile olmayan bir küçük mahallede dört deyyus var ise diğer yerleşim yerlerinin deyyus sayısını siz düşünün.
İsmet İnönü’nün bir sözü vardır.”Bu memlekette dürüstler kötüler kadar cesaretli olmadıkça hiç bir şey olmaz”. Yani derneklerde, kooperatiflerde, aza ve muhtarlıklarda, belde, ilçe ve illerde çoğunlukla yönetim, söz hakkı “Filanın Bekirlerde” deyyuslarda olduğu sürece vay halimize! Vay her karış toprağı şehitler kanıyla sulanmış memleketimin haline.
“Yani bütün iplerin puştların elinden” kurtarılması gerekir.
Ben, sen, o ve bizler hepimiz silkinip ayağa kalkmadığımız ve üstümüzde bu ağır gaflet uykusu olduğu sürece daha çok boynumuzun üstünde boza pişirirler.
Dursun Yeşil – 24.01.2010