Kendimi arıyorken...
Ben de yalancı oldum sonunda, senin gibi. Gün içinde defalarca kendimi ipe sapa gelmez saçmalıklarla avutuyorum. Tüm hücrelerim seni ararken uydurduğum tozpembe yalanlarla kandırmaya çalışıyorum içimdeki “yok”tan anlamayan şımarık çocuğu. Başarabilsem ne ala. Tüm bu yorucu uğraşların yetersiz kaldığı zamanlarda, hayatımın sensiz halinin yalın, varlığımın sönük olduğunu fark ettiğim zamanlarda kaçıp gitmek istiyorum. Kimseyi tanımadığım, daha önce hiç gitmediğim, seni hatırlatmayacak bir yere… Öylesine bir keşif seli, beni de önüne katıp sürüklüyor bir süre. İlk günler güzel geçiyor elbette. Yeni yerler, yeni insanlar… Sanki her şey yolundaymış, oraya güle oynaya gitmişim, bu bir kaçış değilmiş gibi hissetmeye çalışıyorum. Bir zaman sürüyor gerçeklerle oynadığım bu saklambaç. Sıkılırsam, hemen mızıkçılık yapıp oyun değiştiriyorum. Birazda duygularla köşe kapmaca oynamak lazım tabii (!) O da mı işe yaramadı! Öyleyse, o an var olduğum yerin, zamanın çok farklı ve eşsiz olduğunu hatırlatıp duruyorum kendime. Yine de bu nafile çabalar bir yere kadar. Fırtına dinip, sular çekilince yüz üstü sert zemine çakılıyorum. O zaman anlıyorum ancak; hiçbir yer yeterince uzak değil, insan kendinden kaçamıyor.
Yazın coşkulu havası gözümü boyuyor bazen. Sensiz hayatım daha güzel görünmeye başlıyor gözüme. Umutlarım artarken, hayal kırıklıklarım azalıyor. Hatta bazen öyle kaptırıyorum ki kendimi, seni yabancılaştıracak maceralara atılıyorum. Sonrasında unutmak için tekilalar yuvarlıyorum. Tam “zaman geçiyor işte” derken davetsizce rüyalarıma giriyorsun. Ayrılık felaketinden ağır yaralı çıktıktan sonra, canımı dişime takarak kurduğum prefabrik dünyamın duvarları başıma yıkılıyor. Bu sefer, her gün kendimi her şeyin normal olduğuna inandırmak için uydurduğum yalanlara inanmak için yeni yalanlar uydurmak zorunda kalıyorum. Hal böyle olunca, doğan her yeni güne, giderek artan bir sahtekârlıkla uyanıyorum.
Arkadaşlarla rakı sofrasında içkiyi biraz fazla kaçırıp başım hızla dönmeye başladığı gecelerde ancak netleşiyor vaziyet: Koca bir yaz, her sabah, güneşi seni düşünerek doğurup, adettendir diye yakasına gözyaşlarımı iğnelemişim. Yetmemiş “özledim” diye bir ağıt yaktıktan sonra kulağına 3 defa “seviyorum” diye fısıldamışım. Gündüzleri Ege’nin o güzelim turkuaz denizinde kaybettiğim hayallerimi, gece mehtapta yeniden bulmuşum. Yakamozlar süslemiş gözyaşlarımı. Günler geçip de ayrılığın 40’ını çıkarınca, vurmuşum kendimi yeniden yollara. Yolda tanıştığım yabancıya sarılmışım biçare, seni unuttursun diye. Nafile… Dudağındaki tebessümün kenarında duran “çıkmaz yol” tabelasını fark edince gerisin geri dönmüşüm geldiğim yere.
Şimdi, koca bir yazı bitirip şehre döndüm. Ben buradan giderken her şey çok farklıydı. Sen hala kalbime ağır toplarla, tanklarla, makineli tüfeklerle saldırıyordun. Dinamitler patlatıyordun anılarımın üstünde. Bir şeyler değişmiş olmalı ümidiyle kendimi attım sokaklara. Dolaştım uzun uzun. Caddeleri, insanları, arabaları, evleri selamladım. Sonra gidip bir kafeye oturdum. Orta şekerli kahvemi de alıp etrafı seyre daldım. Dinledim içine doğduğum dünyayı. Bir an, içim ferahladı sandım. Hala orda mısın diye yoklamak için elimi göğsümün sol yanına götürdüm, bilinçsizce. Dokundum… Acımadı! Savaş sesleri de kesilmişti artık. Tüm cephelerden çekilmiştin belli ki. İçerde yeni bir hayat doğuyordu. Rahatlamış bir şekilde kitabımı elime alıp kaldığım yeri buldum. Tam okumaya başlıyordum ki caddeden geçen bir arabadan gelen müzik dikkatimle beraber dağıttı beni. Feridun Düzağaç dramatik sesiyle acı gerçeği vurdu yüzüme: “… Kendimi arıyorken, olmaktan korktuğum yerdeyim; sendeyim…”
Gülay GÜLEÇ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.