- 1760 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GURBETİN KOLLARINDA
Kronik gurbetlerin tutsağıyız çoğumuz; bir gurbet çığlığıdır konuşmamız, susuşumuz, bir sıla ufkuna dikmişiz gözlerimizi, bir özlem anıtı gibidir duruşumuz...
Her birimiz değişik gurbetlerin eritici kollarının acımasız kıskacında kıvranmaktayız.
Her birimiz sıla özleminin yürek bahçemize apansız düşürdüğü ateşle kucak kucağa yanmaktayız.
Kimimiz fiziki hasretlerin girdabında soluruz gurbetleri; kirli, boğucu bir havayı çaresiz solur gibi.
“Taze ölüyü bekleyişi gibi mezarın
Hastanın sabahı bekleyişi, şeytanın günahı bekleyişi” gibi bekleriz bâzı güzellikleri ve “çölde susuz kalmışın su özleyişi gibi.” Ama bilmeyiz ki o şey bizde bizim elimizde bizim yüreğimizde şekillenecek öncelikle...
Kimimiz fiziki vuslatlara rağmen bir rûh gurbetinin, bir yürek firakının çürütücü, özü yıpratıcı kemirgenliğiyle soluruz hayâtı; her aldığımız nefesle bir hücremiz can çekişir âdetâ, her an bir ateş yakar kavurur benliğimizi, öyleki hiçbir fiziki vuslat söndüremez yüreğimize düşen onulmaz ateşi, “âah” ederiz. Her “âh”ımız bir taş düşürür hayat sarayımızdan, yada bir yaprak ömür ağacımızdan. Düşen her taşla yıkılırız için için harâbeye döner hayatımız yada düşen her yaprakla solunumumuz zorlaşır âdeta, yaşamak bir yük olur omuzlarımızda.
Her “âh”ımız nemin duvarı çürüttüğü gibi gâm olur çürütür hücrelerimizi.
Her “âh”ımızla huzur denizinde fırtınalar kopar, hırçınlaşan dalgalar biteviye döver sinemizi.
Her “âh”ımız kara bir bulut olup çöreklenir ufkumuza, bir kasvet gecesi olup yıldırır gözlerimizi.
Her “âh”ımızla savruluruz hayâtın dipsiz dehlizlerine; çaresizliğin kasırgasında savrulan kuru bir yaprak gibi...
Anlarız ki; Rûhların yaşadığı gurbetler en şedididir gurbetlerin, biliriz ki; rûhların gurbetleri en mümbit tohumudur can yurduna ekilen dertlerin...
Ruh gurbeti mağdurları fiziki olarak birbirlerine çok yakın hatta tüm mesâfeleri yok etmişcesine yakın olmalarına rağmen, ellerini uzatsalar dokunacak hattâ tenleri birbirlerinin sıcaklığını hissedebilecek kadar yakın olmalarına rağmen, yürekleri birbirlerinden bitimsiz uzaklarda bulunan bir nevi firak mahkûmlarıdır. Bunlar süresiz sürgün yaşayanlar, rûh alemlerinde birbirleri adına hayat emmâresinden mahrum olanlardır...
Ama Ruhların sılasına kavuştuğu zamanlar gül yüzlü zamanlardır. Fiziken ve rûhen el ele olduğu, aynı damarda kan, aynı hücrede can olduğu zamanlar hayat şiirinin en tanımlanamaz anlatımlarla yazıldığı zamanlardır his ve duygu kalemiyle...
İnsan soyunun böylesi an’lara özlemden mahrûm olarak süfli arzulara, maddi ve fiziki çıkarlara endeksli olarak çektiği hasretten oluşan o baştan çıkarıcı girdap handiyse insanlığı boğma aşamasındadır...
Bir de fiziki olarak mesafelere tutsak olmuş, fiziki varlıklarıyla fırakın kahredici fırtınalarında savrulmalarına, araya acımasız mesâfelerin veya kuralların girmesine, bu mesâfelerin belkide hiç kapanmayacak olmasına rağmen, yürekleri aynileşmiş, aynı sevdâların, aynı coşkuların, aynı acıların gönüllü meftûnu olanlar. Aynı soylu duyguların, aynı erdem tutkusunun, aynı insanlık coşkusunun, aynı aşk güneşinin hayat veren sıcaklığını hücrelerinde duyanlar, hissedenler, yaşayanlar vardır ki, işte bunlara mesâfeler birer simge olmaktan öte bir anlam ifade etmezler. Yâni dostlar, yâr’ler, yarenler için, bir birlerini tertemiz duygularla seven, yokluğuyla sancı çeken, varlığıyla mutlu olanlar için mesâfe diye bir şey yoktur; zîrâ tüm yürüyüşler, bilerek veya bilmeden atılan tüm adımlar sonsuz vuslata doğru taşımaktadır bu sevgi hamallarını...
Gurbetler âh gurbetler!
Bir türlü tükenmek bilmez gurbetlerimiz, sanki biz bu âleme kronik bir gurbetzede olarak gelmişiz...
Kimimiz dostluğun ve kardeşliğin sılasını kaybetmişiz fütursuz bir şekilde oynarken onlarla, sonradan farkına varmışız, yüreğimiz “cızz” etmiş, anlamışız ayrı düştüğümüzü sılayla. Yokluğunu farkettiğimizde farkına varmışız kaybettiklerimizin ne kadar önemli olduğunun ama onulmaz mesâfeler girmiş yüreklerimizin arasına; gurbetin amansız sancısı sarmış ruhumuzu, ama sılamıza yeniden kavuşabilmekte bedeller istemiş bizden, farkına varmışız bu bedelleri ödemeden rûh gurbetinden kurtulamayacağımızın...
Güven gurbetine düşmüşüz kimilerimiz ve düşürmüşüz bize güvenenleride. Aynı gurbetin boğucu havasını solur olmuşuz dost bildiklerimizle. El ele tutuşuyor olabilsekte kimi zaman, yürek yüreğe tutuşamıyor olmanın buruk acısı biteviye kemirmiş içimizi; bir ağaç kurdu gibi. Bu gurbetin kopkoyu karanlığı istila etmiş ufkumuzu, üzerimize üzerimize gelerek şüphe yüklü bulutlarıyla kaçırır olmuş huzurumuzu. Kâinatta emsalsiz güzelliklerle bezenmiş davranış ve sözler bile hep bir şüphe ve endişe tablosu olup işlenivermiş beynimizin kıvrımları arasına. Güven güneşini kaybetmişiz ufkuyla birlikte âdetâ, yada ısıtamamış yüreğimizdeki buzulların buz tutturduğu güven damarlarımızı, bir yol bulamamışız güven sılasına, bu arayış içinde tüketmişiz adımlarımızı...
Kimilerimiz adâlet ve hakkaniyetle ayırmışız yollarımızı, bu alandaki gurbetin kahredici havası kurutmuş denge damarlarımızı. Böylece çıkarcılığın, menfaatperestliğin, istismarcılığın batağına taşınmışız mütemadiyen, ucuz yemlere aldanan av hayvanları gibi tav olmuşuz köksüz çıkarlara ve değişmişiz bunlarla “olmazsa olmaz”larımızı.
Her an muhatap olabileceğimiz istismar ve kullanılma canavarının kanlı pençelerinden kaçıp sığınabileceğimiz, her türlü hicran ateşiyle yanan yüreğimizi gölgesinde serinletebileceğimiz, kaybettiğimiz huzur iklimini yaprakları arasında yeniden bulabileceğimiz ulu bir çınarı kendi ellerimizle çürütmüşüz; kendimizi çürüttüğümüzün farkına bile varmadan...
Kendimizle gurbete düşmüşüz kimimiz. Bâzan kendimizi bulamaz, kendimizi anlayamaz, kendimizle dialog kuramaz olmuşuz. Duygularımız ve vâkıâmız, hayat gerçeğimiz çatışmaya başlamış birbirleriyle, onları barıştıramamış, yani kendimizle barışamamışız, kendimizle aramızdaki mesâfeleri aşamamışız.
Bir tarafta inançlarımız, değerlerimiz yer almış, diğer tarafta yüreğimiz ve duygularımız. Müthiş bir aile kavgasının, ficar savaşlarından daha şedit bir iç çatışmanın tam orta yerinde kalmışız. Bir ateş harmanı olmuşuz kimselerin farkına varamadığı, kendikendimize, için için yanıp kavrulmuşuz. Bir türlü dönememişiz sılamıza, sılamızın yolunu bulamamış gurbetin kollarına mahkûm olmuşuz...
Kimimizde sılalar sılasıyla düşmüşüz gurbete. Farkına varmışız kimimiz bu firâkın, kimimizde gurbeti sıla sanmışız, yegâne yâr sanmışız gölge varlıkları, sıla bellemişiz iyreti vatanı, bunu öylesine kanıksamış, öylesine özümsemişiz ki, öz sılamızı silmek istemişiz düşüncelerimizden, ondan kaçar olmuşuz...
Gurbetin kurşundan ağır yükünü nâzenin yüreklerinde taşımak zorunda kalan sıla tutkunları bilmelidirler ki; tüm sılalar bir bedel isterler kapılarını aralayabilmek için ona tutkun ve meftûnlara ve âğûşunu açar açabildiğince bu bedeli ödemeye tâlip olanlara...
Ne dersiniz dostlar; belkide gurbetlerimizi biz, kendimiz beslemekteyiz cimriliğin rahminde, yada bizden birbirimizden esirgediğimiz şeylerimizdir gurbetleri yüreklerimizden sürgün edecek iksir;
– Bir güneş gibi içimizi ısıtan samimi içten tebessümlerimiz,
– Belki; bir demet çiçek gibi rûhumuzun bahçesinden devşirdiğimiz göz aydınlığı, yürek coşkusu sözlerimiz,
– Belki; bir özge yâr gibi sarıp sarmalayan davranış ve yönelişlerimiz,
– Belki; engin bir rahmet denizinden özümseyerek ahlak edindiğimiz anlayışımız, affımız, merhametimiz.
Belki de bunlar sılaya çevirecek bir anda gurbetleri,
Belki de bunlar cennet bahçelerine çevirecek şu cihan cehennemini,
Belki de bunlar bir kuş gibi kanatlandırıverecek kanadı kırık yüreğimizi,
Ne dersiniz!?…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.