- 689 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KAZA
Bu yıldızlar ansızın mı silindi geceden? Tıpkı nedensiz yere patlayan şu fren gibi, ölüm de damarlarımıza buradan mı dolacak? Şimdi, şehirlerarası otobüste bir boşluğa akarken, bu soru işaretinin, tam da cümle ortasına mı konması gerekti Meryem?
“ Ben sende bütün aşklarımı temize çektim…” Öyle miydi? Nehre düşen dalgın yüzünün aksi, ne de dalgalıydı bunu söylerken. Bir şavk parçacığı sudan kanatlanıp gelmiş ve yüzünün en manidar yerine bir kesi atıvermişti. En bıçaklık, en kendine yalan yerine… Ki insan kendine neler yapar da bir bıçağı daldıramaz döşüne. Ama o bıçak ki bir gün seni bulur ve kendini yalanının ellerine tutuşturup deşiverir orta yerinden heyulâyı. Çünkü yüzümüzü kaçırdığımız simli aynalarda durmadan bilenen bir şeydir yalan. Ve yalan en sivri yerinden, hayatın ışıklarının sivri ve parıltılı uçlarıyla yıldızlanmış akisleri ile parıldar durur bıçağın ucunda. Bir zamanlar en güzelinden bir gerçektir çünkü o da… O katıksız gerçekliğin duvarları yeşillere, çiçeklerinin rengine bulayan güzelim yediverenliği, tazeliği nerde soldurur kendini? Ha Meryem, nerde bozuldu senin de su katılmış çeliğinin ışıldayan sertliği? Bir çiçeği ama ve hem de kopardığın bir çiçeği severken…
Tam da virajı dönerken, herkes derin uykularda yaz düşleri görürken… Tam da virajı dönerken, otobüsün içine her nasılsa girmiş bir ağustos böceği karıncaya inat hala serenat yaparken… Tam da virajı dönerken, bitti denen yerden yeniden külleri karıştırmaya niyetlenirken… Tam da virajı dönerken, avucumda nicedir kollayıp, sakladığım o huysuz kelebeği gökyüzüne karıştıracakken… Tam da virajı dönerken; bir daha hiç dönülemeyecek bir viraj mı olmak mı vardı şimdi?
Az önce o kadar sessizdi ki ortalık, şimdi bu çocuk ve kadın çığlıklarından, acayip ve hiç duyulmamış inlemeler ve hayvan seslerine yakın bir uğultuyla yükselen böğürtülerden korkmuş olmalıydı gece de. Ters dönmüş bir otobüs, bir uçurum ağzından yere varmaya değin yol alırken; ah yapma, şimdi olmaz, buraya sıkışmaz hayatın pişmanlıkları… Az önce, gevşemiş bir yün yumağı gibi ağır ağır bir çileye dolanırken zaman, şimdi bu telâşa nasıl düşüldü? Yaşamak virajı burada, tam da yaşamın bu noktasında, iki ayrı yönü gösteren iki yol işareti gibi bu yol kavşağında ayrışacak ve kim hangi yola düşecek kim bilir?
Bir müddet boşlukta hiçbir şeye değmeden salınan otobüs şimdi ağaçlara ve sivri kayalara yedire yedire kendini, kıvılcımlar ve dumanlar çıkarta çıkarta düşüyordu. “Geliyorum” demeyen bu ağır olgu, şimdi tüm yaşananlardan daha ağır bir manaya evirilecek… Nasıl olacak bu? Herkesin hayatının, yaşadıklarının, dünün ve yarının beklentilerinin önüne nasıl geçiverecek? Az önce kucağında saçlarını sevip okşayarak uyuttuğu ama şimdi arkalara savrulan, yüzü gözü şimdiden kan olmuş küçük kızı için hiçbir şey yapamıyor annesi… Kırılan camlardan savrulan ve tam da döne döne sürüklenen otobüsün altına denk gelerek ezilen yaşlı adamın karısı ise yalnızca başının arasına aldığı kollarının açısı kadar görüyor dünyayı. Tavan raflarına konmuş küçük valizler, kitaplar, dergiler, boş plâstik çay bardakları, kolonyalı mendiller, biberonlar, cep telefonları, giysiler şimdi yer çekimsiz bir odadaymışlarcasına havada bir o yana bir bu yana salınıyor, âdeta uçuşuyorlardı. Camlar kırılıyor, parçaları insan yüzlerini binbir yerden kesip deliyor, insanlar kırılan cam boşluklarından geceye ve boşluğa savruluyorlardı. Hiçbir şey yapmak mümkün değildi artık... Bir tavana bir döşemeye, oradan da koltuklara çarpan bedenler bu korkunç enerji karşısında nihayeti bekliyorlardı. Şairin dediği gibi, “gecenin geç ve yıldızsız bir saatiydi” ve ölüm birazdan kime geleceğini bilmediğimiz kapı komşumuzdu artık…
“ Derdest yalnızlığımda başrol oynasın nihavent…” Bu ne şimdi? Bir şarkı sözü mü? Bir şiir mi? Kimin? Nerden düştü aklıma gecenin ve oradan hayatın karaltısına karışmak üzereyken? Ah evet, sana yazdığım bir mısra bu… “Havı dökülmüş sevincin” şairini severdin en çok… Metin Altıok’a hayrandın. Tüm ışıklar sönsün, mumlar yakılsın, hadi şimdi hüzün zamanı; kitaplar en acı mısralarının yapraklarını açsın, en buğulu sesler takınılsın, en kısığa alınsın diyaframı gözlerin… Hadi ama şimdi hüzünden gebereceğiz arkadaşlar: “ölümü özledim yaşamak isterken delice” diyeceğiz; “ölüm geliyor aklıma ölüm/ bir ağacın gövdesine sarılıyorum” diyeceğiz; “benim kumarım sevda üstüne / ve bir kez oynayabilirim ölümüne” diyeceğiz; “nice günler bu şeametli ölüm/oldu çok kimseye bir gizli düğüm” diyeceğiz… Şairin dediği gibi onbinlerce sigara içeceğiz, içkiler damarlarımızı acı çığlıklarla yankılanan mağaralara çevirecek. Susmak bilmeyeceğiz, çünkü çok sustuk… Bu devranı, hem de adam gibi yaşarken, ölümün lehine çevireceğiz… Hadi dedim, hadi arkadaşlar, ölümlerin en korkuncuna; yaşarken ölmeye gidiyoruz…
Her gün tımar ettim hüzünlerimi; bitlerini ayıkladım, acıdan böceklerini… Her gün bir yılkı atı gibi acıyı emeklettim bağrımda… Sulara gittim, iyi eden sulara; iyileşmedim… Ben senin, tavan arası yalnızlığındım Meryem. Unutulmuş ama hatırlansa çok sevilecek eski bir eşya gibi bedestenden alınmıştım… Eskidikçe, eskitildikçe değer arz eden... Ben senin, dikenleri içine büyüyen gülündüm Meryem. Her tanesinde sabır büyüten, sabır devşiren sonsuz bir tespih gibi çekildim aşkında. Meskûn mahallerde afişleme yapan bir devrimci gibi umutla tedirgindim… Özlenenle beklenenin, duyulanla söylenenin, önsezilenle gerçeğin bitişik odalarında soru işaretleriyle cümlelendim. Ardından kapılar çarpılan küt ve içe dokunmuş bir sedaydım sokaklarda. “Böyle bir sevmek görülmemiştir” diyor ya; işte bu yüzden, bu yüzden bu anlamsız örste, bu yüzden bu sevda çarkında bunca kabullenmiş örselendim ben. Un ufak edildim emek isteyen sevginin değirmen taşında… Ah Meryem, seni nasıl sevdim ben?
Başımdan kan sızıyor. Kemiklerim kırılıp etlerime saplandı, hissediyorum. Hangisi daha acı görünüyor Meryem? Kemikleri etlerinden fırlamış, ciğerleri patlamış bir adam mı; kalbi yerinden edilmiş, yalanlarla tökezletilmiş bir adam mı? Elbet birincisi acı sana; çünkü sen duygu sağanaklarında sellere kapılamazsın… Kontrollü seversin, çünkü acıya meylin yok… “Kimin var ki” deme, bak işte duymuyorum bile çatırsını kemiklerimin, hissetmiyorum bile çatlamış kafatasımın ağrısını… “Kimin var ki” deme, bak işte yolun sonundayım ve hayıflanamıyorum bile öleceğime… Aynalara yüzüm düşmeyecek artık, ” Ve ben ölüyormuşum /senin saçların uzuyormuş üstelik /ölünce ben, sigarayı da bırakıp taksit ödüyormuşsun…” bile diyemeyeceğim… Son kırıntısına kadar -hem de aşk adına- harcadığın bu hayatın esamesi bile okunmayacak değil mi Meryem? Ah Meryem, seni nasıl sevdim ben?
Kitabım çarptı gözüme bir ara; boşlukta savrulup duruyor… İşte şimdi fizikî manasına kavuştu o da; “tutunamıyor…” Kelimelerinin, zerrelerine kadar acıya tutunduğu o canım kitap, şimdi tutunamıyor… “Adı üstünde”liğe ne kadar yakınsa O, hüzünler katında da insanın yüreğine de o kadar acıyla tutunur… Bir gece kuşunun evrene yayılan ve yalnızca O’nu okuyup anlayanların işitebileceği bir tondan şakıyor işte şimdi hayat… Ölüm türküsü, mızrabın dilini son kez kanla dolduruyor… Hayat, son kez erekte olup son şarkısını söyleyecek ve ölümü dölleyecek işte birazdan…
“Crassshhhh!!!” böyle mi yazardı resimli romanında, uçurumdan düşen otobüsün yere çarpma sesini konuşma baloncuğuna ressam? Aynen öyle bir ses oldu… İnsan seslerini birden susturan bu yeni ve baskın ses bittiğinde, dönen tekerleğin gıcırtısından başka geceye ses veren kalmamıştı… Bu sesi duyduğuma ve bunları düşündüğüme göre ölmedim, ya da belki ötelendim çoktan da oradan düşünüyorum… Ama sisli dağ dumansılığına denk bu enkaz dumanını da görüyorum… Kanlar içindeki başımın uzadığı kırık cam boşluğundan, az ötedeki sahili okşayan dalgaları bile görüyorum… “Demek ölmedim”, demek, neye yarar Meryem? Soruların darağacı burası… Hiçbir şey yapamazsa, bu sorular ilmek ilmek boğacak, bu pişmanlık, bu yas evi gibi geceden büyüyen karanlık öldürecek öyleyse beni… Uzanıp kaldığım bu köşesi, şimdi bir araba kazasından mı tarumar hayatımın? Yoksa kendine, senin acılarından bir yol rol biçip, bir vücuda, bir şekle mi büründü ölüm?
Hafif, kısık sesle konuşur, sayıklar gibi inlemeler duyuluyor. Bir varoluşun manaya tutunuşu gibi, bir sorunun kendini kendi mekânında açımlaması gibi, ölümle hayat didişir gibi hezeyanla sayıklıyor bir şeyler… Sen hep kendi Tanrını yarattın Meryem… Sevda bozgununda ateşini şaşıran şaman gibi suya taptın zorda. Onda boğulurken ormanın nehre sarkan dalında dinlendin. Ağaçtan düşerken kanatlarına sarıldın bir masal kuşunun. Evirdin, çevirdin; yüzüne gözüne bulaştırdın neye inandıysan. Oysa burada acılar, uzak şehirlerde ocaklara bile düşmeden henüz, henüz saniyeler dakikalara ilişmeden, kalpler durduysa da kan sıcakken henüz, ben hala seni düşünüyorum… Ve uzakta, görüyorum, oysa ne de güzel bir gel-git’e başlamış denizde hayat…
Zamana, tam da hayatla ölüm arasındaki en kısa mesafede en çok ihtiyaç duyulduğu andayız. En ıssız yerinde ve en kervan geçmezinden yolda düştük ölümün kucağına… Yukarda, tonlarca ağırlaşmış başımı az oynatıp gördüğüm manzara nasıl da korkunç: dallarda, kayalarda insan bedenleri sallanıyor… Gökyüzünün açık mavi loşluğunda keskin çizgilerle siluetleşmiş insan bedenleri nasıl da net seçiliyor. Küçük çocuklar çoktan sessizce göğe karışmış olmalılar: Daha demin biri annesine, habire, ilk kelimesi “varınca…” yla başlayan cümleler kuruyordu… “Varınca… ” ların hayalleri, umutları, edimleri; her şey birden sonsuz bir cümlesizliğin içinde eriyip gitti… Kan boşalıyor, hayat çekiliyor bedenlerden ve ben iliklerime kadar hala başka türlü acıyorum Meryem…
Ayaklarım ne kadar soğuk… Issız bir dağ başında, üstümde, cam kırıklarından ay ışığında binlerce küçük elmas gibi şavkıyan bir sahne elbisesi var sanki. Birazdan tüm repliklerin ötesinde, hiç denenmemiş sözcüklerle son tiradımı atacağım… Bu kez “sahneye çıkmak” , “sahneden çıkmak” olacak ve ben buna hiç hazırlanmadım Meryem… Ömrün ipini çeken fren pedalı, burada bana sufle verecek mi? Nasıl ölünür bilmiyorum ki ben… Nasıl doğulur bildim mi ki? Tüm zamanlarda gidenler gibi kendimi doğaçtan bıraksam artık, seni de bıraksam ve yavaşça iliklerimden çekilsem…
…
Bahar dallarından, ağlayan söğütlerin ve kavakların gövdesinden kendini geceye bırakan yaldızlı pamukçuklardan oluşmuş bu serencamın altında yaşayan ölümdür şimdi… Hiçbir mirasa konamadan göçen-gidenlerin dünyasında en acı şey, en basit sevgi sözcüklerinin yerinde edilmediği pişmanlıklar ülkesinden ansızın gidivermektir… Yarım kalmış her anlam kopukluğunun, ömrü başka türlü ötelediği bir yere gelindiğinde “ah” lar, dağ başlarından haykırılmış ve uzunca koyaklarda sert kayalara çarpa çarpa dağılmıştır işte… Bu bir pişmanlık öyküsü müdür? Yazının dilinde çatal çatal zehirlenen bir sokumluk can gibi kırılmıştır orta yerinden hikâye… Ömür denizinin karanlık gövdesine oluk oluk can taşıyan dalga sesleri, rüzgârda efil efil tüllenen ölümün tiz kaşağısında pişmanlıklarla, vicdan hıçkırıkları ile susmuş ve kırılmıştır doru atın sırtında yalanın ağrısı… En güzel çağında bastırılan çocukluk, en çiçekli taçlarla rengâhenk zamanında sıvaları dökülen gençlik, en yaşanası bahçelerin hayalinde gülümseyen geçmişlik; insan olmanın tüm erdemleriyle kucaklaştırılmamış tüm yıkkınlar gibi eksik mi büyüdünüz siz de? Anladım demenin ne manası vardı, biliyorum demenin ne erdemi? Ki bu soysuz çağda hangi birine yetişebilirdiniz?
Dalgalar milyon yıllık bir alışkanlıkla otobüsün içlerine kadar geldiler… Köpükleriyle kanlı yüzlerini yıkadılar ölülerin, yundular ilkin doğanın elleriyle bedenlerini… Med tamamdı… Şimdi tüm bulanık görüntüleri, pişmanlıkları, kazançları, sevgisizlikleri, söylenmişleri, söylenmemişleri mavi bir tüle sarıp çekilme vaktiydi… Gecenin geç saati artık yıldızlanmış ve dalgalar tüm manaları yaldızlı ve ıslak kumlardan gerisin geri denize çekerken onun avuçlarından söktükleri bir fotoğrafta tek yürek ışıyan bir kadının yüzünü de karanlık sulara çektiler… Bir fotoğrafa alt yazı bir hayattı belki de bu… Bir fotoğrafa alt yazı bir hayat… Yalnızca alt yazı…
25 Ağu. 10
Üsküdar
YORUMLAR
Kaza ,
Sitemkar bir girişin ardında ölüme yakın benzetmedir frenin patlaması, insan hayatında boşluğa savrulmasıdır.Bu yüzden düşerken sorgulamalar vardır ,yıldızların ansızın neden silindikleri konusunda hayata ve aşka dair ruhun dönüşümü vardır ki bu insan sorgulamasının tutunamayan yanıdır.Ölüm ve yalnızlık üstelik yaşarken münzevi bir dairenin içinde kendi mağaralarını oluşturmanın acı gerçeklerinde yaşamak olacaktır ' tüm ışıkların sönüşü'.
Tutunamayanların duvara çarpış sesidir crashhhhh ve gitme arzusunun bağırışıdır belki de 'yavaşça çekilme' isteği.En sonunda bize kalan bir fotoğrafın dipnotlarıdır cehennemde yoksullar kadar acı çığlıklar..
İşte böyle olric ,işte böyledir tutunamaynların iç seslerindeki belki meryem belki bir başkası ,belki kendinle sohbet,iç seslerin yankısı
sevgiler sayın fetih