- 824 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
EVET DİYECEĞİM, AMA NEDEN?
Geçenlerde yolumu CHP’li genç bir hanım kesti. 12 Eylül referandumunda ne diyeceğimi sordu.
Ona EVET diyeceğimi söyledim. Yüzü düştü ve
-EVET diyeceksiniz ama neye EVET diyeceğinizi biliyor musunuz? Dedi.
Elbette biliyordum. Ona uzun uzun anlatmadım tabi.
Eve geldiğimde DVD arşivimi karıştırdım ve EVE DÖNÜŞ filmini buldum. O filmi tekrar seyrettim. Film beni çocukluğuma götürdü ve neden EVET demem gerektiğini bana bir kez daha anımsattı.
Çocukken yaşadığım her şeyden mutluydum, biri hariç.
Düzenli tek eğlencem; Kumbara Dergisiydi. Küçük olduğum, okuma yazma bilmediğim için bana dergiyi vermek istemeyen genç memurun elinden dergiyi kapabilmek adına havada kırk takla atmaktan mutluydum.
Beni her gördüğünde elindeki itfaiye hortumuyla tepeden tırnağa ıslatan itfaiye erinin anasına avratına sövmekten, onun bana kahkahalarla gülmesinden mutluydum.
Liseli kızların Orman haftasında diktiği çam fideleri büyüyüp de çocuk olmasınlar, bana yeni rakipler gelmesin diye koca bir fidanlığı tarumar etmekten mutluydum.
İçinde cadıların yaşadığı ve o yüzden yaklaşmamamız gerektiği söylenen tarihi kaleden korkmaktan, hakkında çocukça tevatürler üretmekten mutluydum.
Evimizin arkasındaki top arabasının hedefine bizim evi yerleştirip, havaya uçurmaktan mutluydum.
Dikiş ipiyle çaydan balık avlamaya çalışmaktan, sümüklü böcek ve kurbağa kovalamaktan, onları kovalarken ayakkabımı bataklıkta bırakmaktan mutluydum.
Baharda çiğdem toplamaktan, don lastiğinden yaptığımız sapanla kuş vurmaya çalışmaktan, kalburla karga yakalamaya uğraşmaktan, söğüt dalından düdük yapmaktan mutluydum.
Kışın kendi imkânlarımızla kızak yapıp, yaptığımız kızaklarla yardan aşağı son sürat kayarken dilimi koparmaktan, ağaçtan düşmekten mutluydum.
Kafamı bozdu diye en yakın hatta tek arkadaşım olan Arif’i Belediyenin havuzuna atıp, arkama bile bakmadan ve hiç kimseye haber vermeden eve gidip yatmaktan mutluydum.
Mahalle savaşı yapıyoruz diye kiremitle birbirimizin kafasını yarıp yine de ölümüne arkadaş kalabiliyor olmaktan mutluydum.
Yılda bir iki haftalığına kasabaya gelen panayırda cambazları seyretmekten, panayırda su ve şerbet satıp kazandığım parayla elektrikli trene binebiliyor olmaktan mutluydum.
“on saçma getirene bir tas langırt topu bedava” kampanyasından faydalanabilmek için askerlerin atış talimi yaptığı korulukta saçma arıyoruz diye tavuk gibi toprağı eşelemekten mutluydum.
Dedemin avize kancasına kurduğu salıncakta sallanarak siyah-beyaz televizyonda ajans haberlerini seyretmekten mutluydum.
Kırk yılın başı elimize geçen üç kuruş parayla bakkala koşmaktan, bakkalın çay bardağıyla ceplerimize bayat sarı leblebi doldurmasından mutluydum.
İstanbul’dan getirtilen ve kasabada başka emsali bulunmayan üç tekerlekli bisikletin peşinden koşmaktan, belki bize de sıra gelir diye asker nizamı dizilmekten mutluydum.
Ve daha pek çok küçük şeyden mutluydum…
Evimizin karşısında küçük bir tepe vardı. Mahallenin tüm çocukları orada toplanır, orada güreşir, orada dövüşür, orada şeytan uçurtması uçurur, orada bulutları seyreder, hayal kurardı.
Tepenin önünden ince, uzun bir yol geçerdi. Yolun başında Hükümet konağı sonunda da derme çatma bir Tutukevi vardı.
Avlusunda jandarmalarla yakalamaca, boş koğuşlarında saklambaç oynardık.
Buralar kocaman yürekli insanların yaşadığı; uzak, sahipsiz, fakir, herkesin ötekini ismen tanıdığı küçük yerlerdi.
Hiç kimsenin bir diğeriyle sorunu yoktu ama anladık ki, 1980 yılının Eylül ayı ortalarına gelindiğinde başkalarının bu insanlarla büyük bir sorunu varmış.
O güne kadar kimsenin gelip geçmediği o yoldan artık saat başı jandarmalar aralarına aldıkları birini kasabanın sonundaki Tutukevine götürmeye başladılar.
Bu, bizim için “adam tanımaca” diye yeni bir oyunun ilham kaynağı olmuştu.
Oyunun tek bir kuralı vardı; jandarmaların arasındaki adamı ilk kim görüp, tanıyacak. En çok adam tanıyan oyunu kazanıyordu.
Ne yazık ki, tanıdığımız o adamlar içimizden birinin ya amcası ya dayısı ya da babası çıkıyor kaybeden yine biz oluyorduk.
Bir gün akşamüzeri aynı tepede yalnız başıma oturmuş, yoldan geçenleri seyrediyor aynı oyunu kendi kendimle oynuyordum.
Yolun başında iki jandarma göründü. Aralarında gri takım elbiseli bir adam vardı. Çok uzakta olduklarından yüzlerini yalnızca hayal meyal seçebiliyordum ama adamın siması hiç de yabancı gelmiyordu. Bir süre sonra iyice yaklaştılar. O tanıdık adamın babam olduğunu gördüm.
Jandarmalar babamı hapse atmaya götürüyorlardı. Öyle de olmuştu. Babamı hapse atmışlardı. Tıpkı diğer arkadaşlarımın ve pek çok çocuğun babasına yaptıkları gibi.
O günlerde kasabanın üzerine bir ölü toprağı serpildi. Kimse kimseyle konuşmuyor, kimsenin yüzü eskisi gibi gülmüyordu. Sokaklarda müthiş bir sessizlik vardı. Köpekler bile havlamıyordu sanki.
Ben görüş gününü o günlerde öğrendim. Daha düne kadar avlusunda oyun oynadığımız, koğuşlarında jandarmalardan saklandığımız o küçücük binaya artık izin almadan girilemiyordu. Görüş günü denilen zamanlarda demir bir kapının arkasından babamın sadece gözlerini görebiliyordum.
O günlerin üzerinden tam otuz yıl geçti. Pek çok şey unutuldu belki ama bir tek bu anı zihnimin derinliklerinden silinmedi.
Bugün kime sorsanız,
-Unutamadığın, en güzel anılarını anlat diye. Hiç şüphesiz size pek çoğu çocukluk anılarını anlatacaktır.
Yaşadığı olumsuzluklara rağmen hayattan keyif alabilen tek varlık çocuktur çünkü.
Yakın tarihe dair çok şey okudum. Kimine şaşırdım, kimine üzüldüm, kimine güldüm geçtim ama bir tek bunu okumadım. Bunu şahsen yaşadım. İnanın, okumakla yaşamak arasında mukayese götürmez büyük bir fark var.
Bazı acıları içinizde hissetmek için onu yaşamanız gerek.
İşte bundan sonra bu acıları kimse içinde hissetmesin diye, başka çocukların hayallerinde benimki gibi gölgeler kalmasın diye, onlar bu acıları sadece kitaplardan okusunlar diye ben bu Anayasa değişikliği referandumunda EVET diyeceğim.
26 Ağustos 2010
Erdal Fikret AKSAN
YORUMLAR
bir hayır diyen olarak umarım pişman olmazsınız diyorum zira 12 Eylül darbecilerine zamanında evet diyenler de pişmanlık duydular eminim ki.Televizyonlarda şahit oluyoruz bakan referandumu anlatıyor iftar sofrasında vatandaş itiraz ediyor, ardından yaka paça atılıyor mekandan.Eğer istediğiniz böyle bir demokrasiyse, böyle bir özgürlükse buyrun evet deyin.
Erdal Fikret Aksan
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
Cahit Sıtkı
Güzel günler göreceğiz çocuklar,
Güneşli güzel günler.
Motorları maviliklere süreceğiz,
Işıklı maviliklere süreceğiz.
İnanın, inanın buna çocuklar…
Nazım Hikmet
Umarım herkesin istediği gibi olur.
Zihniyet değişmedikçe bu ülkede barış ve kardeşlik ortamı zor sağlanacak.Şunu iyi biliyorumki arka özürlüler evet diyecek insanları şimdiden ablukaya almaya çalışıyorlar.Anlamadığım nokta insan gibi yaşamak acaba neyin korkusu
Biz ne zaman insanca yaşayacağız.İnsn gibi yaşamak hakkımı aramak için iki defa evet diyeceğim.
Erdal Fikret Aksan
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
Cahit Sıtkı
Güzel günler göreceğiz çocuklar,
Güneşli güzel günler.
Motorları maviliklere süreceğiz,
Işıklı maviliklere süreceğiz.
İnanın, inanın buna çocuklar…
Nazım Hikmet