- 915 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
İSTANBUL MİMARLARI
İSTANBUL MİMARLARI
Ortaköy’de köprünün altındaki kafeteryada oturmakta olan Richard boğazın mavi sularına baktı. Erasmus projesiyle geldiği İstanbul Üniversitesi’nde daha ilk haftasıydı. İki yöne doğru gidip gelen yolcu gemileri, şilepler ve balıkçı tekneleri arasından gözleri sıyrılarak; Süleymaniye Kütüphanesi’nden aldığı ceylan derisiyle ciltlenmiş kitabı açtı. İstanbul’la ilgili tarihi bir kitaptı. İlk sayfada bir önsöz yer alıyordu. Fihriste ve kronolojiyle birlikte sayfa altındaki dipnotlarda çeşitli ebcet hesapları verilmişti. Londra’daki dil kursunda Türkçe öğrenmesine rağmen, 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’la ilgili hazırlaması gereken tezin daha başında oluşu ruhunu daraltıyordu. İki üç sayfayı çevirdiğinde boğazın mavi sularında kadırgalar, yelkenliler ve büyük sallar ruhunu kara girdaplarından arındırdı. Kitabın sayfaları arasında unutulmuş olan kart postala dikkatle baktı. Zarfın üzerindeki damga pulunun üzerinde lale resmi ve Osmanlıca yazılar vardı. Resimdeki tarihi Galata Kulesi’ni hemen tanımıştı. Cenevizlilerden kaldığını öğrenmişti. Birden kartın altındaki Fransızca yazı gözüne ilişti. “Constantinople–1920”
GALATA
Konstantinopolis’in Anadolu yakasında kızgın güneşin altında karınca ordusunu andıran insan seli vardı. Güneşten korunmak için zeytinyağı sürünmüş köleler taş ocaklarından getirilen kayaları ellerindeki kesici aletlerle şekillendirmekteydi.
İnşa halindeki yüksek Galata Kulesi’nden boğazın puslu karşı sahillerini gözlerini kısarak seyretmekte olan Mimar Medos düşünceliydi. Uzun zamandır üzerinde çalıştığı projede mutlaka bir eksiklik buluyor, sinirleniyor ve kölelere bağırıyordu: “Yirmi dördüncü kule bir ölçü yükseltilsin”
Sırtlarından kırbaçlanan köleler büyük kayaları odun kalaslarının üzerinden güçlükle kaydırarak yuvarlıyorlardı. Surların dibinde kurulan tezgâhlarda yontulan ve şekillendirilen taşlar savunma surlarına işleniyordu. Boğaza hâkim bir tepede kurulan kulelerin önünden tek bir kadırganın dahi habersiz geçmesi imkânsız gibiydi. Kentte bir yangın çıksa, borazanlar çalmaya başlıyor ve yangın söndürücü köleler olaya koşuyorlardı. Ufukta esrarengiz bir kadırga görülse borazanlar uzun süre çalıyordu. Savaşlarda ele geçirilen ve tersanelerde çalıştırılan esirler Galata Kulesi’nin tamamlanması için getirilmişti. Mimar Medos, borazancıbaşının Karaköy sırtlarından dörtnala gelen ulağı haber vermesiyle ufuktan gözlerini çevirdi. Beyazlamaya başlamış kırçıllı sakallarını sıvazladı. Ceneviz kentinde, başında sarığı bulunan ulak soluk soluğaydı. Kaftanının sağ cebinden çıkardığı rulo halindeki padişah fermanını uzattı. Mimar Medos okuması için başıyla ona işaret etti. Ulak fermanı okurken çevirmenler anında Ceneviz diline çeviriyorlardı. Osmanoğullarından II.Murat Cenevizlilerin sıkıntılarını anlıyor, yirmi dört kulenin ve surların tamamlanması için destek sözü veriyordu. Bu yardımın karşılığı daha sonraki görüşmelerde istenecekti. Mimar Medos’un Ceneviz kralıyla yaptığı olumlu görüşmeden sonra, II.Murat’ın teklifi çoktan kabul edilmişti.
Galata Kulesi göğe doğru yükseldikçe kule Bizans surlarından da görülmeye başladı. Konstantinopolis’in Anadolu sahilleri yeni bir siluete kavuşuyordu. Bu küçük kentin kuleleri ve savunma surları Bizans İmparatorluğu için tehditkâr görünmüyordu. Bizanslılar Cenevizlerin sömürge kentinden yükselen bu kuleye “Büyük Burç” adını verdiler. Cenevizlilerin “İsa Kulesi” olarak adlandırdıkları dev boyutlardaki kulenin taşlarının aynı boyda olması için aritmetik ve geometri hesaplarını iyi bilen köleler seçilmişti. Osmanoğulları’yla olan ilişkiler ve yapılan yardımlar kralı oldukça memnun ediyordu. Hatta Cenevizliler kulelerden birinin adına “II.Murat” adını vermişlerdi.
Mimar Medos, en uzak kuleye çıkarak altmış insan boyu yükseklikte tasarladığı Galata Kulesi’ne baktı. Hayalinde Kule’nin üst kısmını bir kez daha biçimlenirdi: Kemerli büyük pencerelerden oluşan gözetleme katı, üstünde çepeçevre bir balkon, küçük kemerli penceresi olan çıkma kat ve sivri, konik külahlı bir çatı. Konstantinopolis’i, Asya sahillerini, Altınboynuz’daki tersaneleri ve Boğaziçi’ndeki mermer ve ahşap limanları en güzel seyretme yeri olarak düşündü. Az sonra aklından geçenler Frenk diyarlarından ve adalardan getirilen şaraplar ve gülyağı kokulu kadınlardı.
*
Richard, garsonun sesiyle başını kitaptan kaldırdı. Bir isteği olup olmadığını soruyordu. Türk kahvesi istemişti ondan. Kitaba kendini o kadar kaptırmıştı ki, yan masaların dolduğunun farkında bile değildi. Kısa saçlı şık bir bayanın meraklı bakışlarını üzerinde hissetti. Aslında yüzü fazla aşinaydı. Hatırlamıştı, Londra Havaalanı’nda duty free mağazasında görmüştü onu. Richard bir sayfa daha çevirdiğinde güzel bir hikâyeye daldı.
KIZKULESİ
Bizans kralı korkunç bir rüyayla uyandı. Bizans şehri ve surları zehirli yılanlar tarafından sarılmıştı. Boğazın içinden karaya çıkan yılanlar saraya doğru geliyordu. Tam odasının kapısından bir yılan süzülmüştü ki gözlerini açtı. Uyandığında kan revan içinde kalmıştı. Rüya oluşuna sevinmiş olması bile endişelerini gidermeye yetmedi. Rüyasının gerçekleşmesinden korktuğu için anlatmaktan çekindi. Vezirini çağırdı. İmparatorluk sınırlarında yaşayan en iyi kâhini tez zamanda saraya getirmeliydi.
Kâhin elindeki küreye baktığında kızının on sekiz yaşına basar basmaz zehirli bir yılan tarafından ısırılacağını ve öleceğini söylüyordu. Kral inanmak istemese de gerçeklerden uzak kalamazdı.
Ülkenin en iyi mimarları saraya çağrıldı, uzun süren toplantılar yapıldı. Boğazın Salacak açıklarındaki kayalıklarına bir kule yapılması kararlaştırıldı. Kule karadan uzak olmalıydı ve hiçbir zehirli yılan buraya ulaşmamalıydı.
Önce papirüsler üzerine çizimler yapıldı. Çeşitli projeler üretildi. Kral çoğunu beğenmemişti. Yapı on bir sıra kesme taşlardan örülmeli, gece bile kadırgalar tarafından görülmeli ve gemilere yol gösterecek feneri olmalıydı. Yağ odası yapımı unutulmamalıydı. Düşman saldırılarından korunmak için etrafı surlarla örülmeli, güçlü görünmeli ve yedi tane top mazgalı yapılmalıydı. Kuzeyden esen sert rüzgârlar için kapısı güneyde olmalı ve burada büyük taşlardan yapılma kargir rıhtım olmalıydı. Bu rıhtımda bağlı kayıklar her zaman hazır olmalıydı. Kulenin üzerindeki kemerli pencereler ve çatısı kurşundan dökülmeliydi. Kule, İstanbul’un şiddetli poyrazına karşı koyabilmeliydi. Fırtınalı havalarda bile güzel kızının karaya ok atarak haber ulaştırabileceği mesafeye kurulmalıydı. Unutulmaması gereken bir konu da kulenin zemininde su sarnıcı bulunmalıydı. Saray en rahat yatak ve koltuklarla döşenmeli, prenses sıkıldığında Konstantinopolis’i izleyebilmeliydi. Bütün hesaplar buna göre yapılmalı ve maliyeti en kısa zamanda krala bildirilmeliydi.
*
Richard kitapta prensesin meyve sepetiyle gelen zehirli yılan tarafından öldürüldüğünü öğrendi. Birden sayfaların arasındaki renkli resimler gözüne ilişti. Bu tarz resimleri ilk defa görüyordu, sayfanın altına baktı; Surname-i Vehbi yazıyordu. Nakkaş Levni’ye ait İstanbul minyatürlerinde Sultan III. Ahmet’in şehzadelerinin sünnet düğünü töreni eğlenceleri yer alıyordu. Okmeydanı’nda sihirbazlar, cambazlar, hokkabazlar gösteri yapıyor, mehteranlar çalıyor, çengilerle rakkaslar dans ediyor, köçekler zil takıp oynuyor, Boğaziçi ve İstanbul oynuyordu. Haliç’in kıyısındaki köşkler, lale bahçeleri, kaplumbağalar üzerinde yanan mumlar, sularda salınan sandallar oldukça ilgisini çekmişti.
AYASOFYA
O gün İmparatorluk Sarayı’nın kabul salonunda İmparator Justiniaus dünyanın en ünlü mimarlarını toplamıştı. Uzun bir süredir yeni yapılacak Ayasofya Kilisesi için dönemin en ünlü mimarları aranıyordu. İmparatorun hayalinde canlandırdığı büyük yapıyı yapacak mimarlar bulunamıyordu. İmparator Justiniaus Paskalya Törenleri sırasında yaşadığı ilginç anıyı unutamıyordu. Törende bir arı elindeki ekmek parçasını kaptığı gibi uzaklaşmıştı. Haftalarca bu arının aranması için talimat veren ve ödül bahşeden krala sonunda sevinçli haber ulaşmıştı. Getirilen petek mabet şeklindeydi ve mihrap yerinde arı ve kutsal ekmek duruyordu. İşte yeni kilise bu petek modelinde olmalıydı. Kral Konstantin’in yaptırdığı ahşap çatılı iki küçük kilise şehirde çıkan isyanlarda yakılıp yıkılmıştı.415 yılında gösterişli bir törenle açılan ikinci ahşap kilise de hipodromda yapılan araba yarışları sırasında çıkan kanlı Nika İsyanı ile yakılmıştı. Bu isyan sonucunda şehir talan olmuş, on binlerce kişi ölmüş ve Ayasofya Kilisesi yakılmıştı.
Kral Justiniaus, duvarları mor zambak ve lotus çiçekleriyle süslenmiş sarayının geniş salonunda ellerindeki kadehlerden şaraplarını yudumlayan ünlü mimarlara baktı. İmparatorluk Sarayı’nda olmanın keyfiyle güzel bir sohbete başlamışlardı. Zümrüt ve yakut mozaiklerle süslenmiş zeminde, aslan heykellerinin arasında sohbet eden kişileri tanımıştı. Üzerindeki keten elbiselere ve ayaklarındaki deri sandaletlerle Trallesli Anthemios ile Miletoslu matematikçi İsidorus’tan başkası değildi bu. Yüksek sesle konuşmalarına bakılırsa tartışıyor gibiydiler.
Toplantı başladığında gül ağacından yapılma koltuklarda herkes kralın çevresinde hilal gibi oturmuştu. Kral önce mimarların projelerine ve çizimlerine baktı. Ahşaptan, toprak biriketlerden, kesme taşlardan yapılacak projelerle karşılaştı. Hepsinde birçok sütun üzerine kurulacak çatı ve birkaç kubbe vardı. Oysa kral tek kubbeli devasa duvarları olan ve heybeti Anadolu yakasından bile görünebilecek bir yapı istiyordu. Dönemin mimarisi bu olmamalıydı. İçlerinde hayalindeki projeye benzer bir çizim yoktu. Kral mimarların projelerini, gerekli malzemeleri, kaç mimar, heykeltıraş, ustabaşı, matematikçi ve köle çalıştırılacağı ve ne zaman tamamlanacağı hakkında bilgi aldı.
İmparator Justinyen “Âdem’den beri hiçbir asırda görülmemiş ve görülmeyecek” bir ibadethane yapmak için mimarlara kendi projesini sundu. Proje üzerinde çok tartışıldı. Sakiler içeceklerini tazelerken ve gümüş tabaklarda meyve servisi yapılırken bile tartışma devam etti. Mimarlar böyle bir yapı için o günkü imkânların yetersizliğini dile getiriyorlardı.
Görevliler yağ kandillerini yakarken toplantı devam etmekteydi. Bu kez mimarlar akşam yemeği için yemek salonuna alınmış kestane ağacından yapılma, üzeri manolya çiçekleriyle süslenmiş büyük masanın çevresinde toplanmışlardı. Yemekte kızarmış geyik eti, haşlanmış patates püresi, deniz levreği, salata ve ballı süt tatlıları vardı. Kızarmış geyik etinden tadan ve salataya uzanan İtalyan mimar konuştu:
—Yüce kralım, Projenize göre, koca yapının temelinin çok sağlam olması gerekir. Ortasında su sarnıcı da istediğiniz arı peteğini andıracak devasa yapının duvarlarının yapımı konusunda da hiçbir mimari sorunum yok. Ancak…
—Ancak ne?
—Yüce majesteleri, bu kadar geniş bir alana yapacağımız kubbeyi hiçbir duvar taşıyamaz.
—Taşıyamaz da ne? Size on gün süre veriyorum. On gün boyunca sarayda en güzel şekilde ağırlanacak, en leziz yemeklerden yiyecek, kimsenin giremediği özel hamamlarda ve fıskiyeli havuzlarda yıkanacak, çiçekli kameriyelerden boğaz manzarası seyredecek ve kuş tüyü yataklarda güzel kadınlarla uyuyacaksınız. Kısaca imparatorluğun bütün hazineleri hizmetinizde, en büyük idealimi yerine getirme konusunda hiçbir masraftan kaçınmayacağım ve sizden tek bir olumsuz yanıt istemiyorum.
Az sonra ihtişamlı yemek masasında ballı süt tatlılarına ara veren mimarlar şaşkın bir şekilde birbirine bakıştı.
Yıllar sonra Hagia Sophia’nın kesme taşlardan oluşan duvarları yükselmeye başladığında Konstantinapolis’in her yerinden gelen ziyaretçi akınına uğruyordu. Ünlü matematikçileri, heykeltıraşları, ressamları, onlarca mimarı, yüzlerce ustayı ve on binlerce işçiyi inşaat alanında görenler hayretler içinde kalıyorlardı. Limandaki büyük gemiler, kalyonlar ve kadırgalardan dünyanın her köşesinden, imparatorluk sınırları içerisindeki her bölgeden değerli eşyalar Konstantinapolis’e getiriliyordu. Hatta içlerinde eski tapınaklardan sökülüp getirilen büyük sütunlar, yüksek kapılar ve değerli taşlar bile vardı.
Şehir halkı büyük kıble kapısının kanatlarında Nuh’un gemisinin tahtalarından kullanıldığına inanıyordu. Ayasofya’nın güney tarafındaki dört mermer direğin üzerinde dört büyük melek; Cebrail, İsrafil, Mikail ve Azrail’in resimleri bulunuyordu. Ressamlar kurulan iskelelerle duvarlara Meryem Ana’yı, Baş Melek Gabriel’in Portreleri’ni, Dört Kanatlı Melek Figürleri’ni ve Hz Meryem ile Hz. Yahya arasında kalmış İsa resmini çizmişlerdi.
Kral Justiniaus güzel karısı Thedora’yı da düşünmüştü. Güzel karısının yılan fobisini biliyordu. Bu nedenle kurşun bir lahit yaptırmış ve kraliçe öldükten sonra kilisenin büyük kapısı üzerine gömülmesini emretmişti. Kilisenin tam ortasındaki su sarnıcı gizemli olmalıydı, kutsal sudan içenler çabuk iyileşmeli, güzelleşmeli, bu sarnıç sırlar barındırmalıydı.
İtalyan mimarbaşı Ayasofya’nın muhteşem görkemine rağmen yapının önemli hataları olduğunu biliyordu. Dikdörtgen duvarlar üzerinde kurulacak kubbe çok büyüktü, yan duvarlara büyük basınç yapıyordu ve mimarlık tarihinde ilk defa deneniyordu. Kısa bir süre sonra yan duvarlar dışarı doğru eğim vermiş ve basık kubbe çok geçmeden yıkılmıştı. Mimarlar uzun zaman sonra yapılan ikinci kubbeyi daha yüksek ama daha küçük çaplı tutmuşlardı. Ayasofya’nın gülkurusu boyası için yedi kıtadan özel bitkiler getirilmiş ve ünlü ressamlar tarafından boyanmıştı.
Açılış merasiminde borazanlar majestelerinin geldiğini haber veriyordu. Büyük önlemlerin alındığı, muhafız ordularının dört yanı sardığı avluda şehir halkı toplanmıştı. Kralın beyazlayan sakalları Ayasofya’nın yapımının uzun yıllar sürdüğünü gösteriyordu. İnsan seli arasından atların çektiği kraliyet arabası Ayasofya’nın büyük kapısında durmuştu. Yüksek kubbeyi hayranlıkla seyreden ve açılış ayininin de etkisiyle ellerini havaya kaldıran kral, Tanrı’ya şükrederken Süleyman Peygamber’in zenginliklerine üstünlük kazandığı için dua ediyordu.
*
Richard tozlu sayfaların arasında tarihte sörf yaparken İstanbul’un alınışını anlatan minyatür resimlerin içine daldı. Fatih’in gemileri kızaklar üzerinde kaydırılarak Haliç’e doğru yol alıyorlardı.
SÜLEYMANİYE
Topkapı Sarayı’nın Hünkâr Köşkü’nden Muhteşem Süleyman boğazı seyrediyordu. İstanbul üç kıtaya hâkim büyük bir imparatorluğa başkent olmanın gururunu taşıyordu. Göğsü altın simlerle işlenmiş kaftanıyla heybetli ve dik duruşuyla Kanuni’nin silueti ikindi güneşiyle yamaçlarda uzuyordu. Hafızların gece gündüz Kuran-ı Kerim hatmettiği sarayda Fetih Suresi okunurken yüreğinin derinden titrediğini hissetti. Peygamberin övgüsüne mazhar olan Fatih’e gıpta etti.
Sarayın erguvan ve lavanta kokulu bahçesini süsleyen rengârenk laleler göz kamaştırıyordu. O gün sarayda Osmanlı’nın muhteşem çiçeği kadar güzide bir konuğu vardı Muhteşem Koca Sinan.
Gümüş kadehlerden kızılcık ve nar şerbetleri içilirken Kanuni’nin Koca Sinan’dan arzusu vardı. Yaptıracağı cami dünyanın herhangi bir yerinde yapılan mabetlerle ölçülemeyecek kadar muhteşem olmalıydı. Padişahın huzurunda kaftanını ve kavuğunu düzeltmekle meşgul olan mimar gülümseyerek başıyla onayladı.
Topkapı Sarayı’nın dış kapısında Koca Sinan durdu ve Ayasofya’ya baktı. Padişahın bu emrini layıkıyla yerine getirmek için Allah’a dua etti.
İstanbul’un yedi tepelerinden birinin yamacında temel atıldı. Kaya zemine ulaşıldığında temelin oturması için üç yıl beklendi. Bu süre zarfında imparatorluğun her yerinden muhteşem yapıyı yüceltecek malzemeler getirildi. Yapı göğe doğru yükselirken Koca Sinan, dünyanın en büyük yapısına zarafet katmak için dört fil ayağı üzerine büyük kubbe ve etrafına dört küçük kubbeyi oturtmuştu. Mısır, Arabistan ve Marmara Adası’ndan getirilen bu dört somaki sütun Muhammed’in dinini sembolize eden kubbeyi tutuyordu. Mimarbaşı, Süleymaniye’de Kuran’ın güzel tilavet edilmesi için bütün kubbeleri çift kubbe seklinde yapmıştı. Mimarbaşı, Kanuni’nin heybetini ve Osmanlı’nın gücünü dört minareyle sembolize etmişti.
Mimar Sinan sanatkârların, süslemecilerin çalıştığı ulu mabette abanoz kapılara, billur kandillere, tunç şamdanlara, mermer minber ve mihraba baktı. En zarif hattatların elinden çıkma Kuran ayetleri, Allah, Muhammed lafızları, en zarif yapının duvarlarını ve kubbelerini süslüyordu. Cihanın en muhteşem mabedi açılış için İstanbulluları ve Muhteşem Süleyman’ı bekliyordu.
*
Richard kitabın kapağını kapatırken içinden bir şey düştüğünü fark etti. Yere eğilirken bunun Osmanlının sembolü kurutulmuş bir lale olduğunu anladı. Harward Üniversitesi’ne dönmeden önce hazırlayacağı tezin kapağında mutlaka lale resmi olmalıydı. Ortaköy Camii’nde ilk defa duyduğu akşam ezanı okunurken oturduğu masadan kalktı. İskeleye doğru yürürken boğazdaki yalıların ışıkları suya yansıyor ve yakınlardaki kiliseden çan sesleri geliyordu.
Eminönü Vapuru boğazın sularını iki kıtaya ayırırken Boğaz Köprüsü’nün değişen ışıkları geceyi aydınlatıyordu. Dolmabahçe Sarayı’nın önünden geçerken Atatürk’ün modern ülkesini düşündü. Birdenbire havai fişek gösterileriyle İstanbul, boğaz ve gökyüzü aydınlandı. Richard deklanşöre art arda basarken, Türkiye Cumhuriyeti’nin 86. yılı muhteşem bir görsel şölenle kutlanıyordu.
SON
2.MİMARLIK ÖYKÜLERİ YARIŞMASI YAYINLANMAYA DEĞER