- 1265 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Geceyi Yürüyen Adam
Geceyi yürüyen adam, ruhu acıkınca, ilk molayı çocukluğunda verdi. Oturup bir ilkokul sırasına, öğretmenlerinin ilk öğretilerini anımsamaya çalıştı. Aklında kalan bir şey yoktu; bir okul şarkısından başka: ’ çiçekli bahçemizin yollarında koşarken, bu gün okullu olduk sınıfları doldurduk, neşeliyiz (belki, / sevinçliyiz / di kelime; tam olarak hatırlayamadı) hepimiz, çünkü okullu olduk... ’. Böyle bir şeylerdi .
Oysa; ne evin bahçesi koşacak kadar büyüktü ne de çiçekliydi. Okula başladığı için sevinip sevinemediğini de bilemedi. Yeni bir yoldu sadece yürünmesi gereken. O gün başlayıp, bir fakülteden mezun olana kadar sürecek on altı sene. Yedek subay okulunu da sayarsak, de ki onyedi..
Yan sırada oturan adam, ’ Sen, kaymakamın oğlu değil misin ’ diye sordu.
’ Evet ’ dedi, geceyi yürüyen adam. ’ Bu benim suçum değil, benim seçimim de.. ’
Kalktı sıradan, bahçedeki çocukluk seslerini çiğneyerek, dışarı çıktı. Genç bir şair
kardeşinin * çok sevdiği dizeleri geçti aklından : ’ En büyük ihaneti çocukluğuma yaptım / Büyüdüm.. ’.. Okul bahçesinin bittiği yerde bulutlar başlıyordu. Bu yüzden nerede olduğunu anlayamadı, ilk bulutun içine yürüdü. Güneşi göremese de terlediğini farketti. Biraz ferahlayabilmek için, okul yıllarını silkeledi üstünden, bir kaç eski sevdanın tozu kaçtı gözüne, yaşardı. Yanaklarından süzülen gözyaşını alıp, yüreğinin tavan arasındaki çeyiz sandığına koydu.
Bir sokağı andırır gibi, birbirine yanaşık duran iki bulutun üstünde solmuş resimler asılıydı. Hepsinin altında, isim çerçeveleri içinde ’ özlem ’ yazıyordu, nedense. Pek bir anlam veremedi ama cız etti bir yerleri, farketti. Sokağın ismi var mı diye bakındı, yoktu. Adına bakılmadan geçilen sokaklardan biri gibiydi işte, o kadardı. ’ Bizi nereye götürdüğünü bilemediğimiz sokaklardan biri.. ’ dedi. Solmuş resimlerdeki yüzler de pek tanımış gibi bakmıyorlardı zaten. Belli ki kendileri de çekip gitmişlerdi çoktan; bir yerlere ve birilerine.
Bulutlar kayboldu birden, yerini, dört bir yanı dikenli tel tel örgülerle çevrili tozlu ovalara bıraktı. Yelkovan dikenleri * uçuşup duruyordu etrafta. Bazıları gelip, orasına burasına çarpıp acıtıyordu , kaçamıyordu hepsinden. Kaçmak istemediğini farketti, üstelik. Dikenlerle birlikte yuvarlandı uzun süre. ’ Gerekirse hepinizle yüzleşirim gene. Çekinecek bir şeyim yok benim..’ diye söylenip durdu, yuvarlanırken.. ’ Pek farkımız yok, rüzgarlarımız farklı sadece. Ben de hepiniz kadar iyi, hepiniz kadar kötüyüm...’
Tozlu ovanın bitimindeki tel örgüye, birlikte takılıp durduklarında, geceyi yürüyen adam; kendini, üstüne yığılmış yelkovan dikenlerinden ayırabilmek için kimliğini çıkardı cebinden. Kimliğin üstünde farklı bir resim vardı, aldırmadan yürüdü. Tel örgünün bir yerlerde bitiyor olacağını var sayarak.
Kimliğini cebine koyarken, cebinin değişik kimlik fotokopileri ve ikametgah ilmühaberleriyle dolu olduğunu farketti. Kimbilir, kaç il ve ilçede, mahallede, kaç değişik muhtardan kimlik sureti ve ikametgah almıştı bu güne kadar. Böyle birisi, aynı kişi olabilir miydi? ! . ’ Beni ilgilendirmez.. ’ dedi, kendi kendine.. ’ Ben kimim ki? .. ’
Tel örgü, biteceğe benzemiyordu. Zaman zaman iyice daralıyor, bazen biraz genişliyor ama bu fazla uzun sürmüyordu. Bir ara, hapishane parmaklıklarına döndü tel örgüler, neyseki bu da uzun sürmedi.. En dar yerlerinin birinde bir nikah dairesi, onun yanında doğum evi vardı ve inanılmaz kalabalıklar vardı girişlerinde, her ikisinin de.
İçerdekilerse, çıkış kapısını bulma telaşında içindeydiler.
Bir yerlerde, bir dere çıktı karşısına. yumuşak bir toprağın içinden kaynıyor, giderek genişliyordu. Suları sığdı. ayakkabılarını çıkarıp derenin içinden yürümeye başladı, ferahlamıştı biraz. Tel örgüler mi bitmişti yoksa? . Sağına soluna bakındı, duruyorlardı, araları ıramışlardı birbirlerinden. Yürüdükçe, tek tük ağaçlar görünmeye başladı, birbirinden değişik ağaçlar. Kimi en ufak bir esintide bütün yapraklarını kaybeden, kimi en acımasız fırtınalara direnen, kimi; ötekinin gölgesinde kalmış, gelişememiş, kimi; köksüz, kimi hastalıklı, kırılgan, böceklenmiş, bodur.. Başka çaresi yoktu, geçilecekti bu ormanın içinden..
Ormanın ve derenin içinden yürümeye devam etti. Diz kapaklarını bile bulmayan su, akıp gidiyordu sessizce.. Suyun verdiği ferahlık da akıp gidiyordu birlikte. Adam yürüdükçe, su bulanıyordu geçtiği yerlerde.. ’ Sığ sular çabuk bulanır..’ dedi, kendi kendine.. ’ Bu yüzdendir benim denizlere sevdalanmam...’
Bir keresinde, sessiz bir koya demirlemişti teknesini, rüzgar , denizin yanağını oynaştıran orta güçte bir karayel olsa da teknenin demirlediği yere ulaşamıyordu. Koy, yanındaki küçük tepelere el vermiş, soyutlamıştı kendini hoyrat kuzey rüzgarlardan. Dingindi. Adam gibi.
Güzel bir siyah zeytin, üzerine güzel bir zeytinyağı gezdirilip, güzel bir kekik ve kırmızı pul biberle harmanlanınca; güzel bir rakı mezesi olmuştur hep. Koyun kumsalından toplanan beş on tane cikcik * de varsa hele, değme rakının keyfine.
Cikcikleri bıçağıyla açıp, ufak bir tabağın içine topladı, biraz zeytinyağı döktü üzerlerine, biraz da karabiber. Rakıdan bir yudum aldı. Etrafına bakındı. Koyu çevreleyen tepeler, mutsuz insan yüzleriyle doluydu. Onlara seslenir gibi ’ Hayat, bu işte.. ’ dedi.
’ Kendinle barışıksan ve yalnızsan, ne problemi olur ki insanın.. ’. Tepelerdeki yüzlerin çoğunluğu, başlarını sallayarak onayladı adamı.
Devam etti: ’.. Bir çoban düşünün, ne kadardır bir çobanın dünyası? Azığı, kepeneği ve kavalı yanındaysa, kurt girmemişse sürüsüne, ne ister başka, çoban? ! ! . Otlağını, dağlarını, yaylarını bilir, o.. Az bilir.. Bu yüzdendir huzurlu ve mutlu oluşu..
Bu yüzdendir benim, bildiğim her şeyi unutmak isteyişim.. ’. Gene, baş sallandı tepelerden, azdı karayel..
Dere aniden bitti. Önünde, ikiye ayrılan bir yol belirdi. Yolun biri, çiçeklerle bezeli, rengarenk çiçeklerle süslü, uçuşan ezgilerin , tek tük çiftlerin gezindiği güzel ama kısa bir yoldu. Olduğu yerden bile sonunu görebiliyordu yolun. Keçiboynuzunun içine serpiştirilmiş bal kadar bir şeydi bu yol.
Öbür yol, tozlu, zorlu, inişli çıkışlı, sarp geçitler olmasına rağmen daha kalabalık ve daha uzundu. Yürüyenler, pek hoşnut görünmese de, zamanla içlerinden bir kaçı yere düşüp kalsa da, gene de yürüyorlardı durmadan. Her atılan adımdan sonra, yolun arkada kalan kısmı siliniyor ve asla geri dönülemiyordu. Zaman zaman yollarına çıkan – büyük olasılıkla, öbür yoldan karışan – çiçek kokularını, notaları fazla önemsemeden, fazla uzun sürmeyeceğini bilerek ama kabullenerek , asık yüzle ama nedense hem mutsuz görünüp hem de fazla acele etmeden, ağır ağır yürüyorlardı.
’ Geri dönmek..’ dedi, geceyi yürüyen adam; ’... bir tek klavyenin tuşlarında mümkün.. ’. Sonra, yolun sonunda görülen parlak ışıklara bakmamaya çalışarak, kalabalığa karıştı..
Ayakkabıların da dereye girdiği yerde unutmuştu, üstelik.. 30.03.05 *
* murat köse, istemsiz ihanet, hayal dergisi, sayı 1, sayfa 56
* cikcik: beyaz, yuvarlak; kum midyesi de denilen bir çeşit midye.
* yelkovan dikeni: yel önünde uçuşan dikenler.
* 30.03.05 (doğum günüm) :))