CEP
Ayağına takılan taşı cebine attı. Önce terli parmaklarıyla tozunu temizledi. Siyah, biçimli ama neye benzediğine karar veremediği kaygan bir taş. Sapan yuluğuna sığmayacak kadar büyük, az ilerisinde havlayan köpeği kaçıramayacak kadar küçük kara beyaz damarlı kaygan bir taş. İşe yarar mıydı düşünmedi ama attı cebine. O kadar doluydu ki cebi, bir ufak taşın ne ağırlığı olurdu. Cebin olduğu yerle içine atılanın özelliği güzel uyuştu.
Sakine Teyze’nin kızıydı Saadet. Güzel miydi değil miydi, Ağabeyime göre “güzel”, mahalleliye göre “gariban”, ailesine göre “olmasa da olur çocuklarından biri”. Gizemse eğer tam bahçenin orta yerinde, yoksul yarıları naylon kaplı pencereli evlerinde kışın duman tütmeyen yazın gölgesi olmayan yoluk asma çardaklı bahçe ve acının ağıtın eksik olmadığı bir ev. Ciğerleri sönmüş inşaat işçisi baba, yoluk asma çardağına hamallık yaptığı iple kendini asmış evin yakışıklısı. Ağız kenarları vitaminsizlikten pamukçuk yapsa da bıçkın esmer masmavi gözlüsü.
“Gittiii” diye bağıran kocaman koskocaman bir ana. Düzensiz beslenmeden şeker ve romatizmadan pelte pelte titreyen, kendini sağa sola savuran bedene “anaaam” diye tırnaklarını geçirerek tutunan masmavi gözbebekleri yaştan kıpkırmızı göz kapaklarına tutunmuş, inci gibi dişleri pembeden mora çalan dudaklarının içinde sesle tükürüğün acıya dönüşünün dayanılmaz Saadet’i.
Sırf eline dokunabilmek için annemin verdiği yemeği heyecanla kapıyı çalıp uzattığımda Sakine Teyze alırken, annesinin eteğine tutunup masmavi gözleri gözlerimden göğüs kafesimdeki cebime ne sıcak birikirdi. Ve sımsıcak yatardım o gözlerle. Bende benim cebimde. Benim olmasına bile kıyamadığım, tekrar görünceye kadar bende kalacak masmavi ıpıslak gözler.
Sesini anımsamıyorum. Ya hiç konuşmazdı, ya da ben duyamayacak kadar tutulurdum karşısında. Geceleri biriktirdiğim gözlerini cebimden çıkarıp konuşurdum oysa. O sesi hala bende; gözleri gibi canlı, dudakları gibi dolgun, titrek. Gecenin karanlığında konuşurduk gözleriyle. Bir tıkırtı olsa hemen cebime saklar, sessizlikte tekrar çıkarırdım. Bazen kafa tutardım korkularıma. Işık olurdu gözleri ve titrek dolgun gülüşleri. Çocuk korkularını yenmek için belletilen dua sığınmacılarım da olurdu yanımızda. “bize verme “ derdim. “onlara ver”, “artarsa bize ver.” , “artmasın ama, vereceksen bir şeyler, hepsini onlara ver”
Sabah kalkardım yok. Akşam yine yok. Ertesi gün, diğer günler, yok!
“Neden?” sorusu hiç çıkmadı ağzımdan. Çaresizliğin, bir gerekçe bulunacağının korkusu olacaksa yanıtı; sorulmamalıydı. Ne kendime ne ona …
Bende birikenler sadece Saadet’e ait olanlardı. Ondan olanlar ona ne verirdi ki. Bende çoğaldıkça Saadet, evlerinde hızla bir şeyler eksiliyor; acılar sessiz ağıtlar arasında mahallelinin “işte bu ev” fısıltıları yükseliyordu. İnşaat ustası babasının yarım ciğerleri de söndüğünde, Sakine Teyze’yi Salı Pazarındaki Darulacizeye yatırdılar. Annemle Salı pazarına gittiğimizde Sakine Teyzeyi ziyaret ediyorduk. Ne Saadet yanındaydı ne de sorabildim. Bir süre sonra uğramaz olduk.
Bir gün bitişik bahçemizdeki dökük briket duvarlarına kocaman bir taş attım. Omuzum acıdı. Cebimde ne varsa döküldü. Tekrar aynı taşı atmak için yere eğildim. Siyah, biçimli ama neye benzediğine karar veremediğim kaygan bir taş bana bakıyordu aldım cebime koydum. Masmavi gözleri gözlerimden göğüs kafesimdeki cebime nasıl biriktiyse siyah kaygan taş orada yerini buldu.
Herkesin cebi farklı yerinde;
Her cepte “olduğu yere uygun” bir şeyler birikiyor.
erdorumacaroğlu
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.