- 1607 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
SANAYİ MAHALLESİ (7)– 12 EYLÜL 1980
SANAYİ MAHALLESİ (7)– 12 EYLÜL 1980
Arif’i kırmadan nasıl konuya gireceğimi bilemiyorum.
En iyisi çekmiş olduğu paradan başlayayım.
—Kasa defterine baktım da Arif, bu ay 2000 liraya yakın para çekmişsin şirketten.
Hayrola, eve eşya falan mı aldın?
—Yok, be Attila abi.
O kadar çektiğimi zannetmiyorum.
—Çek şu iskemleyi yanıma.
Tarih, tarih defterden gösteriyorum.
Arif sus pus oturuyor.
—En son otomatik çamaşır makinesi aldıydık sana.
Ne yaptın bu kadar parayı Arif?
Aklıma kötü şeyler geliyor.
İçki içen adam değilsin.
Kumar mı oynuyorsun?
Yoksa esrar mesrar boktan şeylere mi alıştın?
Bak sen Bilecik’e gittiğinin ertesi günü, Meryem geldi atölye’ye.
Kıza beş kuruş bırakmamışsın.
Hamile bir kadına nasıl yaparsın lan bunu?
Beni de töhmet altında bıraktın.
Utanmadan birde Attila Abi para vermedi demişsin.
600 lira verdim Meryem’e.
İstediği erzakı da aldırıp eve gönderdim Erdem’le.
Kız’a da sakın çatayım deme.
Ağzını burnunu dağıtırım bak Meryem’den böyle bir şey duyarsam.
Şimdi bana gerçeği söyle.
Arif birden hıçkıra, hıçkıra ağlamaya başladı.
—Âşık oldum ben Attila Abi?
—Ne
Ne diyorsun lan sen?
Karın hamile ve sen başka bir kadına âşık oldum diyorsun?
Kim bu lan?
Gece yarılarına kadar atölyede eşekler gibi çalışıyorsun.
Ne zaman, nerede gördün de âşık oldun bu karıya be?
—Hani 20 gün evvel alet edevat almaya Perşembe pazarına gittiydim ya?
—EEE?
—Akşam 7 gibi işim bitti.
Baktım dolmuşlar tıklım tıklım geçiyor.
Bende tünele bineyim bari Galatasaray’a çıkarım, oradan da Taksime kadar yürür, Taksim den otobüs veya dolmuşa binerim dedim.
Hem de Beyoğlu’na neredeyse iki senedir gitmedim.
Vakit geçer, kalabalık da azalır, Beyoğlu’nu da gezmiş olurum diye düşündüm.
Çiçek Pasajına gelince, burnuma kokoreç kokuları geldi.
İçim çekti.
Zaten karnımda acıkmıştı.
Oturdum bir birahaneye, kokoreçle bir bardak da bira söyledim.
Biramı yarılamıştım ki, bizim Kastamonulu hemşerilerden Kemal’i gördüm yan masada.
Yanıma geldi.
Bir birada onunla içtim.
Kemal, arka sokakta, bizim hemşeriler yeni gazino açtı.
Hadi buradan çıkıp oraya gidelim dedi.
Hem bizden bir kaç kişi daha görür sohbet ederiz.
Kalktık Gazinoya gittik.
Bayağı büyük bir gazino açmış hemşeriler.
Bar Amerikan’da oturan konsomatrislerde var.
Abi görsen bitersin.
Hepsi birbirinden güzel karılar.
Kemal, hepsini tanıyor.
İki tanesini bizim masaya davet etti.
Bu akşam hesaplar benden dedi.
Yarın akşamda sen ödersin.
Abi yanıma oturan öyle güzel bir karı ki anlatamam.
Her yanı mis gibi esans kokuyor.
Memelerinin yarısı açıkta.
Öylesine bir mintan giymiş.
Memelerinden bile mis gibi kokular geliyor.
Yağlı boya resim gibi de boyanmış.
Kıpkırmızı kiraz gibi dudaklar.
Pespembe memeler.
Sapsarı kıvır kıvır uzun saçlar.
Çimen yeşili badem gibi gözler.
Hele birde sol yanağında bir beni var ki.
Üzüm kurusu mübarek.
Yıldırım çarpmışa döndüm abi.
Meryem, bebek, hepsi aklımdan uçtu, gitti.
Kırk tane Meryem eder bu karı vallahi Attila abi.
Gel dese gelirim.
Öl dese ölürüm abi.
Feleğim şaştı benim.
Hapı yuttuk dedim içimden.
—İşte o günden sonra işten çıkınca ben doğruca o gazinoya gidiyorum.
Para orda gitti her halde.
—Manyakmısın sen oğlum?
Meryem ne olacak?
Bebek ne olacak?
Lan gazino karısından avrat olur mu adama?
—İmam nikâhı yapacam abi ona.
—Meryem kabul eder mi lan?
—Beğenmez ise siktir olur gider gerisin geriye köyüne.
Sıçtık ki ne sıçtık.
—Kalk sen şimdi doğruca eve git.
Bak kontrol edicem bu gece.
Gazino mazino yok bu gün.
Yarın akşam beraber gideriz.
Görmek istiyorum bu karıyı bende.
Ertesi gün akşamı zor etti Arif.
Yunusu çağırdım yanıma.
—Yunus, Arif ile benim bir işim var.
Bu akşam erken çıkacağız.
Atölye sana emanet.
Saat 11 gibi paydos edersiniz.
—Tamam, sen merak etme abi.
Vosvosu AKM’nin arkasındaki parka çektim.
Taksimden pasaja doğru yürüye yürüye gittik.
Pasajın içinden geçip, bayağı aşağıya yürüdük.
Dar ve çıkmaz bir sokakta Gazino.
Yeşil neon ışıkları ile boydan boya büyük bir tabelası var.
Yeşil Kastamonu Gazinosu.
Yanıp sönüyor neonlar.
Arif’i gören garsonlar kapıda karşıladı bizi.
—OOO Arif Bey.
Hoş geldiniz efendim.
Buyurun, Buyurun içeri.
Salonun ortalarında bir masaya oturttular bizi.
Her masada, bej kumaş üzerine, kırmızı menekşeler işlenmiş masa örtüleri.
Kırmızı renkli kâse şamdanlarda da mumlar yanıyor.
Loş, bir ortam.
Köşeye yerleştirilmiş kuyruklu piyanoda, yaşlıca bir bey, hafif müzik çalıyor.
Arif’in anlattığı gibi, salonun tam arka ortasında, şık bir Amerikan bar ve etrafındaki yüksek taburelere oturmuş, birbirinden güzel kızlar var.
Bizi gören kızlardan biri kalkıp, masaya geldi.
Ahu Tuğba’ya benzeyen Allah’u Ekber bir hatun bu.
Sapsarı lepiska, uzun saçlar.
Badem gibi büyük yeşil gözler.
Sütun gibi bacaklar.
Ve hayatımda gördüğüm en yuvarlak dolgun memeler.
Arif haklı yahu.
Hatun, bebek gibi güzel.
—Hoş geldin Arif’çiğim
Sarıldı Arif’e yanaklarından öptü.
Bizimkinin eli ayağı titriyor.
—Buyurun oturun.
—Arkadaşım Nil’i de alalım mı masaya?
Kafa kızdır.
Seversiniz.
—Belki daha sonra.
Arif bu gece sizin ile tanıştırmak için getirdi beni.
Ben Arif’in ortağıyım.
Adım Attila Bozoğlu.
—Memnun oldum.
Elimi sıkıyor.
—Bende Linda.
İskemlenin birini Arifinkine yanaştırıp oturuyor.
—Bakın Arif ne ciciler aldı bana.
Kolunu uzatıyor.
Kolunda beş adet Trabzon işi altın bilezik var.
Onları gösteriyor.
Ulan Arif.
Zamanında bir duble rakıyı bile zehir etmiştin bana.
Ben sana sorarım.
—Türk değil misiniz?
—Niye sordunuz?
—Adınız Linda’ya.
Merak ettim.
Tatlı tatlı gülüyor.
Enfes dudaklar, enfes dişler, enfes bir ağız.
Ulan Arife derken karıya ben de çarpılmayayım sakın.
—Ben Romen’im
Romanya’dan göçmen geldik İstanbul’a.
—Ya, ne kadar oldu geleli.
—Galiba beş seneyi geçti.
Anlaşıldı.
Beş senede bu kadar düzgün, bu kadar seri Türkçe konuşmayı öğrenmiş bir kişi, ya hakikaten çok zeki, ya da yalan söylüyor.
Garson yanımıza geldi.
—Beyler ne arzu edersiniz?
—Ne içersiniz Linda Hanım?
—Ben viski rica edeyim.
—Tamam, garson bey.
Birer bardak viski alalım lütfen.
Viskilerimizi yudumlarken soruyorum.
—Romen iseniz, her halde Müslüman değilsiniz?
—Evet, ben Hıristiyanım.
—Doğru ya.
Romenler Slav ırkından.
Ortodoks’sunuz yani değil mi?
—AAA evet.
Nasıl da bildiniz?
Bir yandan da içimden geçiriyorum.
Hatun hakikaten Hıristiyan ise nasıl imam nikâhı yapacak Arif diye.
—Çocukluğum İtalya, da geçti benim.
Napoli de otururken, sesim güzel diye, kilise korosunda şarkı bile söylettiler bana okulda.
Severim Hiristiyan ilahilerini.
Mesela, Orazione.
Hani, “O signore, che colmistero”, diye başlar.
Hadi beraber söyleyelim mi?
—Ay ben onu hatırlayamadım şimdi.
—Peki, Ave Maria?
—Beş sene oldu unutmuşum.
—Linda kaç yaşındasın sen?
—Ay hanımlara yaş sorulur mu?
—Evlenecek değiliz ya be kızım.
Cidden merak ettim.
—27 yaşındayım.
—Daha çok gençsin.
İnsan unutur mu dualarını?
—Din beni pek açmıyor.
Hristiyanım dedim ama ben hiçbir dine inanmıyorum esasında.
Hem biz neden bunlardan konuşuyoruz ki?
Aşk konuşalım.
Sevişmek konuşalım.
Gazinoda hiç din konuşulur mu?
İlk defa başıma geliyor böyle garip bir şey.
—Tamam, Linda aşk konuşalım o zaman.
—Yalnız ben, beş dakika tuvalete gideceğim.
Müsaadenizle.
Baktım Arifin surat kıpkırmızı.
Gözleri de çakmak çakmak olmuş.
Ben de hafif çakır keyif oldum.
Yahu Linda da hiçbir değişiklik yoktu.
Gazino hayatına, alışık diye her halde.
Ama şeytan dürttü.
Şunun bardağından bir yudum alayım dedim.
Oh be halis muhlis çay ve cola karışımı.
Viski’nin ceremesi yok bardakta.
Ulan hatun ben sana gösteririm.
Linda masaya dönünce Garsona işaret ediyorum.
—Garson Bey, ben biraz fazla içerim.
Bardak hesabı tuzlu olur.
Kaç lira viskinin bardağı?
—50 liradır beyefendi.
—Peki, bir şişe komple viski kaça?
—350 lira.
—Johny Walker bulunur mu?
—Evet efendim
—Tamam, sen bize bir şişe Johny Walker getir.
Şu bardakları da alır mısınız lütfen.
Hepimize yeni bardak da getirirseniz memnun olurum.
Linda itiraz ediyor.
—Ama benim viskim daha bitmedi ki.
—Bu viskilerin ne olduğu belirsiz.
Johny Walker ile karıştırmayalım.
Tadı bozulur.
Maksadım çaylı colayı kaldırtmak.
Garson temiz bardakları ve bir şişe viskimizi getiriyor.
Üçümüzün bardağına da dolduruyorum.
—Haydi sağlığımıza.
Yarım saat, ondan bundan, havadan sudan sohbet ediyoruz.
Üçüncü bardaktan sonra Linda da konuşurken peltekleşmeye başladı.
Arif müsaade isteyip tuvalete gidiyor.
Dördüncü bardağı doldurmaya kalkınca itiraz ediyor Linda.
—Sarhoş mu edeceksiniz beni.
—Evet, sarhoş etmek istiyorum.
—Eh, viski, çaylı cola nın bardakta durduğu gibi durmuyor değimli?
—Orospu çocuğusun sen.
—Haklısın.
Aynen orospu çocuğuyum.
Bak hayatım.
Arif’te masada olmadığına göre.
Sen hakikaten nerelisin?
Yemin ederim Arife söylemeyeceğim.
Merak ettim işte.
—Malatyalı
—Hakiki ismin ne?
—Leman.
—Peki, niye kendini Romen, adını da Linda diye tanıtıyorsun?
—Türk erkelerine ne hikmetse gâvur karıları daha cazip geliyor.
Hiç aklımda yoktu.
Sarışın ve yeşil gözlüyüm ya.
Hep soruyorlardı.
Yok, Rus musunuz, Alman mısınız, İsveçli misiniz diye.
Madem piyasa böyle istiyor, bende Linda olurum dedim.
Türk erkekleri gâvur karılarının muamelesi temiz diye kabul etmiş bir kere.
Ondan soruyorlar yabancı mısın diye.
Adımı Linda koyduktan sonra inan kazancım beş misli arttı.
Arif masaya gelince konuyu değiştirdik.
Bir yarım saat daha havadan sudan sohbetten sonra, Linda’nın kafayı iyice bulduğuna kanaat getirdim.
Yekten teklif ettim.
—Bak Linda.
Senden bir ricam var.
Bizim Arif kafayı kırmış sana bir kere.
Gel size Hilton Otelinde bir oda tutayım.
Beş yüz lirada senin eline sayarım.
Arif ile bu gece seviş.
Bu herif de muradına ermiş olsun.
Ne olur be kızım?
—AAA, delinin zoruna bak.
Ulan, elin hanzosuna mı vereceğim 500 liraya?
Arif kim be?
Al da kıçına sok o 500 lirayı.
Ben bir gecede yalnız konsomasyondan 2000 lira kazanırım.
Kalkıp gidiyor kahkahalar ataraktan.
Arife döndüm.
Gördün mü Arif.
Gazino karısına âşık olunur mu hiç lan?
Siktir kalk gidiyoruz.
Bu geceden sonra Arif bir daha Linda’dan bahis açmadı.
Ta ki 1981 ortalarında bir gün 60 tonluk eksantrik pres almağa gittiği
güne kadar.
Karaköy den de birkaç müşterimizden çek alacaktı.
O gün, gece 11’e kadar, Arif kamyon ile presi getirecek diye bekledik.
Ertesi gün, öğlene kadar da Arif’ten haber çıkmayınca, Komiser İskender’e
telefon açtım.
—İskender Abi günaydın.
—Merhaba Attila Bey, nasılsın?
—Abi senden bir ricam var.
—Benim ortak dün sabahtan beri kayıp.
Yanında yüklüde para vardı.
Karaköy’e inmişti pres tezgâhı almak için.
Başına bir iş geldi diye korkuyorum.
Ne olursun, bir sordursana karakollara her hangi bir vukuat var mı diye.
—Tamam, Attila kardeşim.
Ben seni ararım.
İki saat sonra İskender Komiser aradı.
Arifi Beyoğlu karakolu polisleri, bu sabah Beyoğlu’nda, sapa bir sokakta, ağır yaralı olarak bulmuşlar.
Şimdi Şişli Etfal Hastanesindeymiş.
Hemen hastaneye gittik İbrahim’le.
Arifi yatırmışlar yatağa.
Ağız burun çarşamba pazarına dönmüş.
Gözler mosmor ve şişmiş.
Vücudunun her yerinde morarmış darp izleri var.
Bir kolu da çatlamış.
İki gün sonra kendine geldi biraz.
—Ne oldu sana Arif?
Ağlamaya başladı.
—Soyuldum abi.
—Sen Perşembe pazarından presi yükleyip gelmeyecek miydin?
Beyoğlu’nda ne arıyordun be?
—Sabahtan müşterilere gittim.
Tahsilâtları öğlene kadar ancak yaptım.
Kazmacılar şirketine saat bir gibi gittim.
Pres’in depodan daha gelmediğini, saat 3 gibi beklediklerini söylediler.
Bende saat üçe kadar yakındaki bir kahvede bekledim.
Pres, saat dört buçukta geldi.
İki saatte kamyon gelecek diye bekledim.
Saat altı buçukta kamyon geldi.
Be sefer de hamallar, geç oldu bu saatte yükleme yapamayız dedi.
Kazmacılardan Ali Bey’de bana,
—Arif Bey kusura bakma.
Seni bu kadar beklettik.
Sen bu akşam git.
Yarın sabah ben yükleyip gönderirim presi sana.
Kamyon, hamal parası da bana ait.
Kabahat benim.
Para da istemiyorum şimdi senden.
Malı alınca gönderirsin.
Bende tünelle Beyoğlu’na çıktım ki saat sekize geliyor.
Pasaj’da bir bira içeyim diye oturdum.
Arka masada üç kişi beni süzüp duruyordu.
Birama ilaç mı attılar ne.
Birden kötü oldum.
Bayıldım her halde.
Sabah baktım ki birileri beni kaldırmaya çalışıyor.
Polislermiş.
Alıp beni buraya getirdiler.
—Peki, dayak nasıl yedin hatırlamıyor musun?
O ıssız sokakta yerde ne arıyordun?
—Hiçbir şey hatırlamıyorum abi.
Herhalde direndim ki beni dövmüşler.
Sonrada o sokağa atmışlar.
Çantamdaki bütün parayı da almışlar.
—Peki, Arif çekler ne oldu?
Onları da mı almışlar?
—Çekler duruyor.
Onları almamışlar.
Bond çanta karyolanın ayakucuna dayalı.
Açtım baktım.
Altı tane çek var.
Hepsi de hamiline yazılı.
Yani nakit para gibi.
Parayı alan normalde bunları da alır.
Bir bokluk var bu işte.
Arif sekiz gün hastanede yattı.
Bu hadiseden bir ay kadar geçmişti ki Linda aradı.
—Alo buyurun?
—Arif Bey ile görüşmek istiyordum.
—Arif Bey imalatta, buyurun ben Attila.
—AAA Attila Bey tanımadın mı beni?
Ben Linda.
—Merhaba Linda ne var ne yok?
—Niye hiç gelmiyorsun Gazinoya?
—Arifin de benim de işlerimiz yoğun.
Ondan gelemiyoruz.
—Olur, mu öyle?
Arif bir ay evveline kadar sürekli geliyordu, ama tanıştığımızdan sonra sen hiç gelmedin.
—EEE, ne istiyorsun?
—Arifi soracaktım.
Bir aydır uğramıyor Gazino’ya.
Birden kafamda şimşekler çaktı.
—Ne gelsin ki Arif oraya?
Hem adamı eşek sudan gelene kadar dövdür, kolunu çatlatsınlar, çantasından bütün parasını alıp sokağa atsınlar, hem de neden gelmiyor diyorsun.
—AAA, sana öylemi anlattı?
Kendi bütün gazinoyu kapattı.
İçerdeki herkese viski ısmarladı.
Hem de şişelerce.
Ondan sonra da bana saldırdı.
Elbiselerimi yırttı.
Memelerimi ısırdı.
Hala diş izleri geçmedi.
—Unut Arifi sen artık kızım.
Evli barklı adam Arif.
Günaha giriyorsun.
Arama bir daha.
Adama, zaten vereceğin zararı verdin dedim kapattım.
Arife de Linda’nın aradığını söylemedim.
Bu telefondan on beş gün sonrada Mecit Bey’in yanındaki beyaz eşya satan dükkândan geldiler.
—Attila Bey,
On gün evvel Arif bizden bir buzdolabı aldı.
Peşin ödeyeceğim dedi ama bu güne kadar parayı getirmedi.
—Ne kadar borcu Arifin?
—500 Lira.
Bir çek yazıp verdim adama.
—Buzdolabını nereye teslim etmiştiniz?
—Cihangir de bir adres verdi bana.
İbrahim’e telefon açtım Mecidiyeköye.
—Selam İbo.
—Selam Attila
—İbo sana bir adres yazdıracağım.
Lütfen hemen atla git bu adrese.
Kim oturuyor bu evde bilmek istiyorum.
İki saat sonra İbo aradı.
—Linda diye bir konsomatrismiş Abi.
Arifi ofise çağırdım.
Böyle gitmeyeceğini ve ona olan güvenimi kaybettiğimi anlattım.
—Bak Arif.
Senin bana, benimde sana çok emeğimiz geçti.
Al atölyenin anahtarlarını.
Coco hariç, olduğu gibi sana bırakıyorum her şeyi.
Ben senden daha tahsilliyim.
Hiç olmaz ise bir işe girerim.
Ama bu günden sonra seninle ortak çalışamam.
Ben Mecidiyeköy ofise gidiyorum.
Orada iş yapmaya çalışacağım.
Hakkını helal et.
Sarılıp öpüştük, helalleştik.
Gitmeden son kez bir daha ikaz ettim.
Siktir et bu Linda denen orospuyu.
Doğru dürüst bir karı olsa idi, dövdürüp seni sokağa attırmazdı.
Yazık ediyorsun Meryem’e ve kızına.
Ailene sahip çık.
Yarın Allaha hesabını verirsin.
Haydi, bana eyvallah.
Coco’yu alıp, Mecidiyeköy’e doğru yola çıktım.
Neyse, geri dönelim biz yine Eylül 1980 ‘e.
Bilecik’ten aradılar.
—Attila Bey merhaba?
—Merhaba efendim.
—Ne oldu bizim bakiye sandıklar Attila Bey?
—Abi, gazetelerden okuyorsunuzdur İstanbul’un durumunu.
Anarşi, terör, zorlukla iş yapıyoruz.
—Anladım da kardeşim, biz de burada imalat yapıyoruz.
Çok geciktiniz, çok.
Vallahi, ya bir hafta içinde bakiye malzemeyi sevk edersiniz, ya da iptal edeceğiz siparişimizi.
—Tamam abi. Elimden gelen gayreti göstereceğim.
Ne olur iptal etmeyin siparişi.
İbrahim’i bile atölyeye çağırdım.
Müşteri filan bıraktık.
Bütün yoğunluğu imalata verdik.
Bir yandan kaynak yapılıyor, bir yandan taşlanıyor, bir yandan da boyanıyor sandıklar.
Zannederim 4 Eylül günü idi.
Gece saat 10 suları.
Her kez bitap düşmüş yorgunluktan.
Erdem yanımda bana yardım ediyor.
Ben kaynatıyorum, o taşlıyor.
Ne kadar dikkat etsen de, yorgunluktan, bilhassa punta kaynak yaparken insanın gözünü kaynak alıyor.
Şıpır şıpır ağlamaya başladım.
Gözlerim dağlanmış gibi yanıyor.
Erdemin de sol gözüne çapak sıçramış.
Baktım her kes benden beter.
—Tamam çocuklar.
Paydos edelim.
Lavaboda elini yüzünü yıkayan, çekip gidiyor.
Bitkinlikten, tulumları bile çıkartmaya üşenmiş millet.
İbrahim,
—Attila ben arabayı çalıştırıyorum.
Biran evvel gelin sizde.
Geç oldu.
Erdemi de evine bırakırız.
—Tamam İbo.
Çık sen.
Bizde, el yüz yıkayıp geliyoruz.
—Hadi Erdem, çabuk ol biraz.
Sen biran önce temizlen.
Ben üşendim vallahi.
Evde yıkanacağım.
Kapıda Erdemi bekliyorum.
Anahtarlarda elimde.
Geldi nihayet.
—Hadi çık dışarı.
Ben kilitlerim kapıyı.
Erdem tam kapıdan çıktı.
Ben kapıyı kapatıyordum ki, birden, dünya çöktü.
Korkunç bir patlama ve arkamdan sanki yüz kişi birden beni itti.
Sokağın karşı kaldırımına doğru uçtuk.
Kafamı fena halde kaldırım taşına vurdum ve yere serildim.
Erdem önümde yatıyor yerde.
—Erdem, bir şeyin var mı konuş benimle.
Kollarını ve yüzünü çarpmış yere.
Alt dudağı patlamış kanıyor.
Onun ve kendimin her yanını kontrol ediyorum, kopan bir tarafımız var mı diye.
Benim tulumun ön tarafı, şahrem şahrem yırtılmış.
—Attila Abi.
Suratın kan içinde.
Yanaklarında yarıklar var.
İkimizin de bacakları bayağı derin sıyrılmış.
Bu arada bomba, bomba diye bağırıyor birileri.
Zor bela, ayağa kalktık.
Korkudan her yanım titriyor.
Allaha şükür ki, kopan bir tarafımız yok ve hafif yaralıyız.
Atölye girişi, demir kapıya kadar ofisin önü ve apartman giriş koridorunun bizden yana olan duvarı yıkılmış.
Cam, çerçeve, pencere kalmamış.
Ofis deki masa, iskemle, daktilo falan ne varsa, caddenin ortasına fırlamış.
Apartman girişi sanki koca bir mağara ağzı gibi açılmış.
Duvarlar hep yıkılmış.
Sokak, kapısı karşı kaldırıma fırlamış.
İbo yanımıza geliyor.
—Allah’a şükür sağsınız.
—Sende var mı bir şey?
—Yok abi.
Arabada oturuyordum ben, bomba patladığında.
Ödüm koptu.
Vosvos havaya fırladı ve indi yere.
Kafamı tavana çarptım o kadar.
Arabada bir şey yok.
—Erdem sen kal böyle.
Beni burada bekle.
Ben atölye’ye girip, elektrik panosuna bakacağım.
Sigortaları kapatayım.
Birde yangın çıkmasın.
Erdem belime sarılmış, gözlerinden yaşlar akıyor.
—Attila abicim.
Ne olur gitme.
Ne olur girme içeri.
Gidelim buradan, gidelim buradan diye beni çekiştirip duruyor.
Patlama o kadar şiddetli olmuş ki, ta Sultan Selim Caddesinin girişinden duyulmuş.
Apartmanda ne kadar pencere camı varsa hepsi kırılmış.
Sokak, cam kırığı dolu.
İlk duyduklarımıza göre, Allaha şükür ki ölen yok.
Siren sesleri gelmeğe başladı.
Kulaklarım hala uğulduyor.
Erdem ile bağıra çağıra konuşuyoruz.
Bir ambulans ile üç Jandarma cipi geldi.
Cipten çıkan Astsubay bağırıyor elindeki megafonla.
—Apartmandan hiç kimse aşağı inmesin.
Apartman içindeki her kez, biz dışarı çıkın diyene kadar, en üst kata çıksın.
Apartmanın içine, dışarıdan, hiç kimse girmeğe kalkmasın.
İçerde ikinci bir bomba olabilir.
Bomba imha ekibi gelene kadar, binaya yaklaşmayın.
Hepimiz karşı kaldırıma oturduk, bekliyoruz.
On dakika sonra bomba imha ekibi geldi.
Hakikaten de, içerde ikinci bir bomba varmış.
Fünye ile patlattılar onu da.
Bombaları, bina girişindeki, merdiven çıkışının altına yerleştirmişler.
Merdivenlerin altı beton takviyeli olduğundan, bomba üst kata zarar vermemiş.
Bombanın yıkıcı gücü, bizim ofis ve atölyenin briket olan yan duvarlarına yönelmiş ve onları parçalamış.
Sonradan öğrendiğimize göre, birinci katta, karşılıklı iki polis ailesi oturuyormuş.
Biri sağcı, karşı dairedeki de solcu imiş.
Onun için bombalanmış dediler.
Bombayı sağcılar mı, yoksa solcular mı yerleştirdi, kimse işin içinden çıkamadı.
İkinci bomba imha edildikten sonra, atölyeye girdik.
İçerde ne kadar tahta sandık, ahşap palet vs varsa dışarı çıkardık.
Onları parçalara ayırarak, elimizden geldiği kadar, bina dışına çaktık ve yıkılan kısmı kapattık.
İnsanın böyle büyük tehlikelerden sonra sinirleri boşalıyor.
Atölyenin apartman girişi kısmındaki duvar tamamen yıkıldığından,
atölyeden apartmanın içine girebiliyorsun artık.
İbo dalga geçiyor.
—Boş ver be Attila.
Bak atölyeye çift giriş oldu.
İster bizim eski demir kapıdan gir, istersen de apartmandan gir.
Bayağıda ferahladı atölye.
Üçümüzde katıla katıla gülüyoruz.
—Kim bu atölyenin sahibi?
—Benim komutanım.
—Bittimi burada işiniz?
—Evet efendim.
—Levent Jandarma karakoluna gideceğiz.
Yürü bakalım.
İbo soruyor.
—Biz kendi arabamızla gelebilir miyiz acaba?
Karşıda oturuyoruz da.
Sonra sıkıyönetime yakalanmayalım eve giderken.
—Tamam, girin ciplerin arasına öyle gideriz.
Bakın baştan ikaz edeyim.
Yolda kaçmaya falan kalkmayın.
Ananızdan emdiğiniz sütü burnunuzdan getiririm.
—Niye kaçalım ki komutan?
Bizim derdimiz bir an önce eve gidebilmek.
—Alın şu herifi de sizin arabaya.
Kahveci Behçet’te bindiriliyor bizim Vosvos’a.
Karakol da beni başka, Behçet’i başka bir odaya alıyorlar.
Erdem ile İbrahim’i karakola almadılar.
Yalnız mal sahibi diyor komutan.
İçerde bir masa ve iki, üç iskemleden başka bir şey yok.
Masa da bir Jandarma ast subay oturmuş daktilo başına.
İfadeni alacağız diyor.
—Anlat bakalım aslanım, olay nasıl oldu?
Ben anlatıyorum o daktilo ediyor.
Normal bu diyorum kendi kendime.
Atölye sahibi olarak ifademi almaları normal.
İfadem bitince birden bire ast subay sert bir sesle soruyor.
—Hüviyetin var mı yanında?
—Var komutanım.
—Ver bakayım.
Sayfaları inceliyor.
—Buraya bak Kadir.
—Kadir göbek adım.
Benim ismim Attila.
—Ne boksan lan.
Söyle bakayım neden bombaladınız binayı?
Şok oluyorum.
Bu arada da yan odadan Behçet’in çığlıkları geliyor.
Boku yedik dedim içimden.
—Anlamadım komutan.
Biz niye bombalayalım binayı?
Ayağa kalkıp yanıma geliyor.
Buraya bak Kadiiir.
Biz o sokaktakilerin hepsinin komünist olduğunu biliyoruz.
Burada biz üç kişiyiz.
Senin ananını bile belleriz kimsenin ruhu duymaz.
Aynı anda da sağlı sollu iki tokat patlatıyor suratıma.
Baştan hata yaptım ben.
Ha bire komutanım, efendim dersen, böyle köpek muamelesi ederler adama.
Behçet’in haykırışları da gelmeye devam edince, her şeyi göze alıyorum.
—Baksana sen bana.
Ast subay mısın ne boksun sen be?
Bir yandan da üstümdeki tulumu çıkartıyorum.
Ulan tulumla gördün de ırgat mı zannettin sen beni?
Bir daha bana tokat atmağa kalkarsan kırarım o ellerini, sokarım bir tarafına.
Ne biçim askersin sen be?
Aç bak kafa kâğıdıma bir daha.
Ast Teğmen olarak görev yaptım ben.
Lan yarın sefer görevi alsam, başına komutan olarak gelirim.
Manyak mısın sen be?
Benim sülalem asker.
Babam, Genel Kurmay sekreterliği yapmış adam.
Evren Paşa’nın da iyi arkadaşı.
Atölye benim atölyem.
Kendi atölyemi mi bombaladım ben?
Sen kendi evini bombalar mısın be?
Biz kurşunlanırken neredeydiniz?
Şimdi kalktı bir tarafınız.
Merkez Komutanlığını ara bana.
Üst rütbeli bir subay ile görüşmek istiyorum.
Öldürecek halin yok ya beni.
Görüştürmezsen, elbet yarın öbür gün dışarı çıkarım.
Bunun hesabını da, sana çok kötü sordururum.
Bir yerlere telefon ediyor ve on beş dakika sonra içeri bir binbaşı giriyor.
—Ne oldu?
Nedir şikâyetiniz?
Anlatıyorum başımızdan geçenleri.
—Atölyem bombalanıyor.
Dünya âlem zarara uğruyorum.
Yaralanıyorum.
Birde dayak yiğiyorum.
Allahtan revamı bu binbaşım?
—Anlıyorum, Attila Bey.
Astsubay yeni bu karakolda.
Biraz da heyecanlı.
Kusuruna bakmayın.
Madem sizde asker kökenlisiniz.
Kapatalım bu konuyu.
Serbestsiniz.
Sokağa çıkma yasağı da başladığından, bize eskort bir cip veriyor ve evlerimize gidiyoruz.
Zavallı Behçet on gün içerde, nezarette kaldı.
Bombayı yerleştirenler senin kahveye geliyormuş.
Sen tanırsın onları, bize isimlerini ver diye sürekli dayak atmışlar.
6 Eylül de, Milli Selamet Partisi Konya’da Kudüs’ü Kurtarma mitingi yaptı.
Yüz binin üzerinde insan bu mitinge katıldı.
Katılanların büyük bir çoğunluğu, cübbeli ve sarıklıydı.
Şeriat gelecek vahşet bitecek, dinsiz devlet yıkılacak gibi sloganlar atıldı bu miting de.
İstiklal Marşı okunurken de, katılanlar tarafından yuhalandı.
Her halde bu olay bardağı taşıran son damla oldu zannediyorum.
12 Eylül 1980 de, Silahlı Kuvvetler, darbe ile yönetime el koydu.
Sanayi mahallesinde her kez rahat bir nefes aldı ve darbeyi sevinçle karşıladı.
Sokağa çıkma yasağına rağmen halk sokaklara döküldü ve darbe lehine tezahürat yaptı.
Her kez parlamenter rejimin çöktüğüne inanıyordu.
Mevcut partiler, kendi aralarında zıtlaşmak ve çatışmaktan başka bir şey yapmıyordu.
Aylarca Cumhurbaşkanını bile seçememişlerdi.
Gittikçe yoğunlaşan ekonomik ve sosyal sorunlara hiçbir çözüm getirilmemişti.
2000’in üzerinde insan anarşiden dolayı hayatını kaybetmişti.
Gazeteciler, aydınlar, profesörler ve halk, Silahlı Kuvvetleri adeta darbe yapmaya davet ettiler.
Onun için büyük bir çoğunluk, darbeyi kurtuluş olarak gördü ve benimsedi.
Bu gün bunların hepsi unutuldu.
Darbe sonrası Evren paşaya övgüler yazan gazetecilerin birçoğu bu gün en büyük 12 Eylül karşıtı oldu. (bunlardan en önde geleni de Cambazda karşılaştığım hanımdır).
Yanlış anlamayın.
Darbe yanlısı filan değilim.
Yalanı ve ikiyüzlülüğü hazmedemiyorum
Ha, darbenin sonuçları iyimi oldu?
Hayır.
Türkiye’yi mahvetti.
50 kişi asıldı.
Binlerce kişi yurt dışına kaçmak zorunda kaldı.
1000’in üzerinde insan öldürüldü.
31 gazeteci cezaevine girdi.
Gençler politikadan uzaklaştırıldı, soğutuldu.
Sendikaların eli kolu bağlandı.
Dini akımlar, mezhep ve tarikatlar çok büyük ölçüde kuvvetlendi.
Bunlar, darbenin ülkenin başına sardığı belalardan çok az bir kısmı.
Size bu dönemde başımdan geçenleri, samimi olarak anlattım.
Birçok şeyi de başıma bir şey gelir veya Silivri’yi boylarım korkusuyla
yazmadım.
Yazamadım.
Ne oldu da bu günlere geldik diye çok düşündüm ve düşünüyorum.
O tarihlerde Türkiye’de olan her kötü olayı gariban Sovyetler Birliğine yıkardık.
Bütün kötülüklerin müsebbibi komünistlerdi.
Sovyetlerin parçalanmasından sonra bunun böyle olmadığı ortaya çıktı.
O halde ne oldu yahu?
Satranç tahtasında taşları hiçbir zaman bize dizdirmediler.
Birileri kendi isteklerine göre dizdi siyah ve beyaz renkli taşları.
İstedikleri anda da, tahtayı havaya kaldırıp taşları yere attılar.
Bu gün yine tahtanın başına oturduk.
Bakıyorum önümdeki tahtaya.
Taşları, gene birisi gelişi güzel istediği gibi dizmiş.
Yalnız büyük bir fark var bu seferki dizilişte.
Tahtanın dörtkenarına da taşlar dizilmiş.
Siyah,
Beyaz,
Kırmızı,
Ve yeşil renkli bu taşlar.
Kaleler de, yok edilmiş.
YORUMLAR
Yazınız ilgiyle okudum. Bu anlatın sıradan bir ustanın anlatımı olamaz değil mi? Sonderece profesyonelce...Gerçekten okunması gereken bir yazıydı. çOK DA FAZLA KENDİ GÖRÜŞÜNÜÜZ OLAYLARA KARIŞTIRMAMIŞSINIZ, BU DA SON DERECE İYİ. tEBRİK EDİYORUM.
attila bozoğlu
Yazdıklarım gerçek yaşadığım olaylardır.
Bir çok şeyi de bu günkü ortamda başıma bir şey gelmesin diye yazamadım.
İnşallah gelecek bize daha fazla özgürlük getirir.
O zaman korkusuzca gerrçekleri yazabiliriz.
Saygılar ve Sevgiler Efendim