- 1491 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Biliyorum Düş Gibi/ Sadece Özledim İşte...
Sepet sepet yumurtalar sakın beni unutmalar vardı bir zamanlar. Hiç unutmaz, unutsak da küsmezdik birbirimize. Kestaneler kebap oladursun, sevapları haneye yazılırdı sevgilerin. İğneler batar, canımız yanar ama biz gülerdik. Bir zamanlar gülmeyi ne çok severdik. Mektuplar yazılır, kokuya bulanır, öpücük yollanır, komşunun bile hatırı sorulurdu. Gizliden gizliye komşunun en ufak oğlu taşırdı sevda mektuplarını bir torba leblebi ezmesi karşılığında. Eğer uyanıksa bir Uludağ gazoz isterdi yanında.
Tommiks, Teksas, Zagor okur, cep fotoromanlarına göz ucuyla dokunurduk tarih kitabının arasında. Okuldan geldiğimizde yanan sobanın üzerinde demli çayımız, adını telaffuz edebildiğimiz kurabiyelerimiz olurdu. Haber vermeden kapılarını çaldığımız komşularımız, komşu sofralarında bize ayrılan tabaklarımız nasıl da olağandı o zamanlar. O günleri hiç özleyeceğimizi düşünmeden oturur o sofralara ve hiç önemli de bulmazdık bu ikramları. Olması gereken yaşanıyordu nede olsa.
Saçlarımızda beyaz kurdeleler, boynumuzda kolalı yakalıklar, ceplerimizde gazoz kapakları... Nasılda içimize sığardı bütün insanlarıyla bu şehrin sokakları. Önlükler siyah, umutlar inadına beyazdı. Her evde bir kavanoz ve her kavanozda renkli bilyeleri vardı çocukların. Gökkuşağını doldurarak içine öyle dönerlerdi akşamları evlerine. Toplar oynanır, camlar kırılır ama gönüller kırılmazdı.
Annemin kahve durakları vardı arkası yarın saatlerinde Muazzez Teyzeyle. Her hafta mangalımız yanar, konu komşu bahçemize dolardı. Expresso içmezdi babam tavla oynarken Turgut amcayla. Kırk yıl hatırlıydı keyifle höpürdetilen kahveler. Siyasetler yapılır, kıratlara binilir, beyaz güvercin kanadında umutlar beslenirdi akşam sohbetlerinde.
Dizilerimiz yoktu günler geceler boyu bizi esir alan kendine. Çocuklarımız seyretmesin diye her odaya ayrı ayrı yerleştirdiğimiz televizyonlarımız da yoktu, o kadar paraları da yoktu babalarımızın. Ne çok şey yoktu aslında o zamanlar. Sanal âlemde yüzlerini bile görmediğimiz dünyanın öbür ucundan arkadaşlarımız da yoktu elbet ama hastalanıp oyuna gelemediğinden haberdar olduğumuz arkadaşlarımız vardı kaçırdığı eğlencenin üzüntüsünü gözlerinden okuduğumuz. Uzak mesafeli mektup arkadaşları edinirdik kendimize hep davet edildiğimiz memleketlerine ve hep davet ettiğimiz evlerimize. Uzaktılar ama kim olduklarını bilirdik. Kendi isimlerini taşırlardı çünkü. Kimsenin nick denilen kimlik yozlaşmasından haberi yoktu o zamanlar. Kendimizden kaçmadığımız için belki de.
Hepimiz aynı okula giderdik, tepeden bakmazdı olmayan kolej çocukları bize. Hep duvarın bu tarafındaydık, hiç öbür tarafına geçenimiz olmazdı bizi bırakarak. En fazlasından bisikleti olurdu zengin erkek çocukların ya da ağlayan bebekleri kızların. Oynarken gözlerimiz yorulmaz, tek başımıza kalmazdık bize ayrılan odalarda. Bize ait odalarımız da yoktu. Evin fazla olan odası hep "misafir odası" olarak anılır ve bu odalar hiç boş kalmazdı. Sadece dizlerimiz kanardı oynarken, yüreğimiz, gözlerimiz hep gülerdi çünkü. Bir de markasını bilmediğimiz yırtılan gömleklerimiz. Yorgun fakat mutlu dönerdik evlerimize. Elimiz yüzümüz toz içinde. Annemin söylemlerinden hatırlıyorum da, sokağın kendine ait bir kokusu vardı bir zamanlar. Eve döndüğümde "üstün başın nasıl da sokak kokuyor" derken gözlerinin içi gülerdi.
Sahi! Hiç mutsuz olmaz mıydı annem?
Banyo kazanları yanar, hamam sefaları yapılırdı evlerde. Üşümezdik kış günlerinde şofben altı duşları bilmediğimizden.
Ütülenen mendiller, kolalanan gömlekler, çocuklar utanmasın diye mendil arasına sıkıştırılan harçlıklar vardı bayram sabahlarında. Mahalle büyüklerinin eli öpülmeden gidilmezdi uzak tanıdıklara. Hiç bayram arifesinde çıkılan tatillerimiz olmadı. Hep gelecek konuklar için hazırlıklarımız oldu o günlerde. Şimdi bakıyorum da yüz haneli bir site içinde 2 tane çalacak kapısı yok insanların. Tek başına büyüyor çocuklar varlık içinde olduklarını sanarak ve tüketerek küçük yaşta kendilerini.
Gidilen kütüphaneler vardı ufkumuza yarenlik yapan. Ne biliyorsak okuyarak ve yazarak öğrendik. Ondandır unutmayışımız 29 Ekimleri, 23 Nisanları, 19 Mayısları. Devrimleri devirerek değil okuyarak öğrendik, bundan olsa gerek saygısızlıklara baş kaldırışımız. Çanakkale’nin neden geçilmez olduğunu bilmiyor şimdiki çocuklarımız. Pc den çıkarılan ödevi okumadan alıyor geçer notunu tarihten. Başkentimiz Ankara biliyor da bilemiyor hangi coğrafyada. Atatürk’ü tanıyor da İsmet paşa’yı bilmiyor mesela. İşte bu noktada nasıl kızıyorum anneme bana kızdığı için; neden düşünmedim diye ikinci bir çocuğu. Hakkım olmadığını söylediğimde kalkıyor bana kaşları ve "eğitmesini bilmiyorsanız zamanın suçu ne" diyerek bakıyor endişeli gözlerle. Utanıyorum.
"Unutuyorsun anne" demek geliyor içimden. Evet, unutmuş olmalı. Günde bir kere giderdik mahalle bakkalına. Marketler yoktu o zamanlar ve girilen her reyonda gözün takıldığı bu kadar alternatifte. Sütün rengi sadece beyazdı mesela, arada kakao tozu ile şenlenirdi süt içtiğimiz bardaklar. Meyveyi dalından yer, buğdayı annemizin böreklerinde severdik. Nohut ve buğday firikleri, boynumuza takarak gezdiğimiz alıç dizili ip halkaları eğlencemiz olurdu gün boyu. Cipslerle tanışmamıştık o zamanlar. Bu kadar tüketmediğimiz için böylesi çalışmamız da gerekmiyordu. Şimdi babamın tek maaşlı alım gücüne bile eşit değil çift taraflı ekonomik girdiler.
Yazlık sinemalar, tahta sandalyeler, üstü açık arabalar, haftada 3 akşam gidilen kadınlar matinesi. Çok aileli hazırlanan piknik sepetleri nasıl da heyecanlandırırdı Pazar sabahlarımızı. Balkonda begonya, küpe çiçeği, bahçemizde kasımpatı, hanımeli. Ne keyifliydi çınar altı sohbetleri.
Babam Muazzez Abacı dinler, annem hafif kıskançlık kokan bir misilleme ile Tanju Okan plakları isterdi maaş günü kendisinden. Parlo Şenol ile çocukluğumuzu yaşar, Orhan Boranla "günaydın" der, Çarli Çaplin ile gülerdik yürek dolusu. Şimdi bakıyorum da, Kurtlar Vadisi, Ezel, Küçük Sırlar, Aşk-ı Memnu... İhanet, yalan aşmış boyumuzu. Oysa, "Selvi Boylum Al Yazmalım" dan öğrendik biz sevginin emekten doğduğunu.
Babamızın anneleri öptüğünü görmezdik hiç şehvetle. Ondan inanmış olmalıyız uzun bir süre leyleklerle geldiğimize. Biz çocukluğumuzu yaşar, onlar yatak odalarının kapılarını kapatmadan sevişirlerdi. Akıllarının bir tarafı bizim gece öksürüklerimizde olurdu her zaman. Ondan sıcacık dokunurlardı birbirlerine. Aileydik çünkü birbirini seven. Düşüverirdik hiç haberimiz olmadan sevişmelerinin orta yerine.
"Ali! Yine çocuk öksürüyor, duyuyor musun, sokaktan alamıyorum gün boyu."
Tahmin etmek hiç de zor değil şimdilerde babamın yanıtını.
"Elbette oynayacaklar hanım, onlar çocuk. Bırak çocukluklarını yaşasınlar, sen dön de buradaki oyuncağına bak. Belli mi olur, belki bir kaşık düşmanı daha gelir keratalara arkadaş."
Ve utanarak annem " yavaş Ali, yavaş. Çocuklar duyacaklar."
Neden duymadık, fikriniz var mı?
Hem çok yorgun, hem çok mutluyduk. O kadar mutluyduk ki kaldığımız yerden devam ediyordu rüyalarımızda oyunlar.
Sizce hala kurtarılacak bişiler kaldı mı?
Sevgi Dündar...2010
YORUMLAR
GEÇMİŞE BİR YOLCULUK YAPTIM.YÜREĞİNİZE SAĞLIK.