- 989 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DANDİNİ DANDİNİ BOSTANA
GARİP YUNUS
Maziyi hatırlıyorum…Geçmişin kısır döngülerle örülü günlerini…Hangi sayfayı çevirsem mey’us bir yüzle sen çıkardın karşıma…Kelimeler arasından feryadın yükselirdi,inlemelerinle yer gök yankılanıp dururdu…Hüznün yirmi dört saat nöbet tuttuğu başında ne fırtınalar uğuldardı! Bitkinliğin devriye gezdiği omuzların sürekli aşağı doğru sarkardı...
Boyun bükmenin en âlâsını yaptığın zamanları anımsadığımda içime bir burukluk çöküyor, kalbimin bir yerlerinde derinde derine ve inceden inceye bir sızı peydahlanıyor…
Geçmişin,bütün ayrıntılarıyla şahlanıyor gözümde:
Gökyüzünün kapkara yağmur yüklü bulutlarla bezendiği bir ikindi zamanı doğmuştun. Ağlayışının duygusallığına dayanamayan gökyüzü sana eşlik etme sebebiyle şakır şakır gözyaşı dökmüştü…
Doğduktan iki ay sonra gördüm seni ilk defa …Kundağa sarmışlardı seni…Yüzün bembeyazdı… Etrafa yumuk yumuk bakan ne güzel gözlerin vardı!..Gözbebeğinin orta yerinde beliren bir nur ışığı dalga dalga yüzüne yayılırdı…Tuhaf tuhaf bakınıp dururken mest olurdum doğrusu…İçime tatlı bir yaşama sevinci çöreklenirdi…Dokuz aylık uykunun mayhoş sersemliğini üstünden atmak için mi bakınırdın etrafına ?..
Her ne kadar nereye ve niçin geldiğini bilmesen de,bundan sonraki hayatında nelerle karşılaşacağını düşünemesen de ışıl ışıl yanan gözlerinle tavana halıya anlamsızca bakmak hoşuna gidiyordu senin de!..Uzandığın minderde çevrendeki canlı cansız varlığı keşfetme çabaların bana Piri Reis’i hatırlatırdı....
Takvim yaprakları üçer beşer anavatanından koparıldığında zıbın takımı giyecek kıvama geliyordun…Kundak esâretinden kurtardığın sevimli ellerinle havada öylesine garip şekiller çizerdin ki!.. Daha yolun başındayken ressam mı olmaya karar vermiştin?..
Bir düşten henüz uyanmış kadar sıcak ve masumdun…Bakışlarının günahsızlığıyla tavandaki sabit bir noktaya bakıp bakıp gülümsemen masumiyetini perçinlerdi…Zaten incecik olan minnacık dudakların gülümsemenle biraz daha incelirdi…Hem ne çok sevinirdin öyle?!..Melekler mi güldürüyordu seni?..
Gün günü devşirdiğinde sende hızlı gelişmeler görülüyordu:Çoğu bebekten önce;garip sesler çıkarmaya,çevrendeki insanları ve eşyaları tanımaya başlamıştın…Tabiki en önce anneni tanımıştın; gördüğün yerde ağlamaya başlar,kucağına alıp sevmeyinceye kadar da susmazdın…Hele bir yabancı yüz sana yaklaşmaya çalışsın,ömür billah teselli edilmezdin...
Ne vefakâr insandı doğrusu,şu annen!..Uykuda sayıklaman bile yüreğini ağzına getirirdi…Ve hiç uyumazdı…Babanın senede bir verdiği harçlığı kesinlikle sana harcardı…Hem o anne ki bütün varlığını yavrularına adardı…Kanı çekilmiş zayıf elleriyle okşardı yüzünü…Bir gül,yaprağını nasıl severse o da öyle severdi bembeyaz yüzünün narin tenini…Ve ninniler dudağında eksik olmazdı…Hani şu dananın girdiği bostan var ya! İşte en çok onu dolardı dudağının kıvrımlarına…Bildiği üç beş ninniden ancak en iyi onu lirizm dolu bir ustalıkla söyleyebilirdi…
Emeklemeye başladıktan sonra –el üstünde tutulmaktan dolayı- şımarırdın…Bir şeyi elde etme inadın, isteğin yerine getirilinceye kadar sürerdi…Aksi bir durum kulakları sağır eden zırlamalarına yol açardı…Canın bir mamayı istemedi mi,dünya âlem bir araya gelse sana yediremezdi…Boğazına o kadar mı düşkündün mübarek?..
En çok mutfak eşyaları ilgini çekerdi…İki eline de aldığın kaşıkları tabaklara “tak tak” diye vuruşun seni ne çok mutlu ederdi…Ağzından dökülen “ta,ti,tu””lar bu seslere eşlik ederdi…Ritim yakalama ve beste yapabilme çabaları mıydı kaşıkla tabakla süren haşır neşirliğin?… Müzisyen olmak için miydi bunca çığlık?..
Dünyaya gelişinin şurasından burasından günler geceler akıp dururken ilkokul sıralarına merdiven dayıyordun…İnadın ve pazuların daha bir güçleniyordu.
Sana karşı ilgim yağmurlu ikindilerle başlayıp yağmurlu senelerle devam ediyordu…Gözlerin gün be gün yağmur doluyordu…
Okula başladığının ilk günü ne çok heyecanlanmıştın öyle!..Nerdeyse dizlerinin bağı çözülecekti... Sınıfa ilk girişin,tahtayı masayı hayranlıkla seyredişin mutluluk dokuyordu yüzünde...
Çok zeki bir öğrenciydin…Âdeta uzaktan farkedilen bu zekâ öğretmenin tarafından daha ilk derste anlaşılmıştı.Diğerlerine nazaran sana ayrı bir önem vermesi koltuklarını şişiriyordu… Ancak,öğretmeninin seni ön sıralarda oturtmasını beklerken en arka sıraya yerleştirmesi tam bir tezat teşkil ediyordu…Bu muydu önem vermek?..Yoksa,öğretmen mi yanlış tatbik ediyordu?..
Zeki olduğundan fazla,yaramazdın da!..An be an toza dumana boğulurdu önlüğün.Dili olsa, kimbilir nasıl bir lisan ile azarlardı seni!..Hele öğretmeninin karşısına kirli bir görünümle çıkman ve onun da kaşlarını çatması yüreğinde ne büyük korku ve heyecan karışımı duygulara neden olurdu!..Sınıf, palyaço görünümlü sana kıs kıs gülerdi…Başını,kaplumbağa gibi kabuğuna çekerdin...Utanırdın...
Bazı falso hareketlerinden dolayı mahalle arkadaşların sana mesafeli dururdu…Okulda ve mahallede davranışlarından ötürü tek başına kalırdın.Canı sıkılan ve bu sıkıntıya çözüm bulmak isteyen sen,gözünü toprağa çevirirdin…Orada ne hazineler vardı!..
Bitkiye ağaca hayat suyu olan toprak,senin için bir oyuncak vitrini olurdu;su ile buluşunca da mimarlığın en şahane örnekleri ortaya çıkardı.Çamurdan bilyeler,arabalar yapardın ve uzun çabalamalardan sonra oluşturduğun eserlere gıptayla bakardın.Sonra güneşte kurutma amacıyla avlunun ücra bir köşesine bırakıp tek kişilik başka oyunlara dalardın…Çember çevirir,tek ayak üstünde seke seke koşmaya çalışırdın…Kâh tökezleyip yerleri öperdin,kâh da varmak istediğin hedefe nefes nefese ulaşırdın…Aynı oyunlardan sıkılınca kendince oyunlar icat ederdin.Koca dut ağacının yere yakın dalına tutunup vücudunu hızlanarak sallaman ve birden dalı bırakıp kendini ileriye var gücünle fırlatman içindeki külhanî duyguları pekiştirirdi...Sonra çamurdan oyuncaklarına yönelirdin…Ama o da ne!..Nemi daha kurumamış araba ve bilyelerin üstünde tavuklar halay çeker,gagalamaca oynardı…Çatık kaşlarında öfke dolu kıvılcımlar ortaya çıkardı.Çamurlu,minik ellerine savurabileceğin büyüklükte birkaç taş alır,düşerdin tavukların peşine…Yazık ki attığın her taş ıskalar geçerdi…Dövünürdün olduğun yerde,parçalanıp yana yöreye dağılmış eserlerine gözün her takıldığında gittikçe kalınlaşmaya başlayan dudakların süklüm büklüm kıvrılırdı…Yağmurla dolan gözlerin,boşalırdı…
Ağlamandan öte,tavuk gıdıklayışlarını merak eden ablan başını pencereden uzatırdı;yüzünü gözünü çamurlu görünce bağırıp çağırır,dışarıya fırlayıp küçücük kulağından acımasızca çekerdi…Canın yanardı,acıyla cıyaklar,kurtulmaya çalışırdın;ama nafile!..Sağ sol yanağında beş parmağın kırmızıya yakın izi kalırdı…
Ablanı pek de haksız saymazdım hani!..Daha bir saat evvel değiştirdiği elbiselerini bir saat sonra çamurla yıkanmış olduğunu görünce çıldırırdı…O devirde çamaşır makinesi de yoktu ya!..Çamaşır çok büyük bir zahmet olurdu…Belki onca dayağı hak etmiyordun;fakat ablan öyle düşünmezdi.Her türlü şımarıklık sende mevcuttu…Bir punduna getirip kurtulurdun ablanın elinden,uzaktan tehdit yağdırır, hakaretler sıralardın…
O an için kurtulurdun belki...Ya akşam?..Babana söylenilen bir şikâyetle korku dolu anlar yaşardın... Başın,toprak duvarın kireçlenmiş yüzeyinde raksederdi...İhtimal ki kafanın bir köşesi diğerine oranla biraz daha şişerdi...Ailenin terbiye usûlü bu idi çünkü...
Dillere destan olmuştu yaramazlığın…Zeki ve çalışkan olmana rağmen davranış bozukluklarınla illallah dedirtirdin…Hiç yoktan,arkadaşlarına sataşırdın…Hatta merdivenlerde başkalarına çelme takma sevdan yüzünden tokatlar suratına ahenkle inerdi.Yüzünün her iki tarafında kırmızı güller açardı… Dersin en hararetli yerinde –yeter ki öğretmen arkasını dönüp tahtaya bir şeyler karalasın!- önünde oturan kızların saçını çekiştirmen sebebiyle –ki gardiyan kesilirdi öğretmen- beş kardeşin beşi de zeybek oynardı yüzünde… Küçüklüğünün afacanlık dolu yıllarında okuldan atılmana hep ramak kalırdı.
Küçücük bir noktadan ibaret kalınca arkadaş dünyan,kendini bitkilerle avutmaya başlardın…Bitkilere saldığın merak yalnız kalmana ve düşünmene sebep oluyordu…Yaşantının ve olayların değişik boyutlarını düşündükçe biraz daha akıllanıyordun.
Hiç unutmam!..Kırlardan bulup getirdiğin iki kavak fidanını avlunun en gözde yerine,yan yana dikmiştin ve gözün gibi sakınıyordun.Her dalın yaprak açması seni öyle keyiflendirirdi ki!..Yeni açılmış yaprağa usulcacık dokunur,dudağında hayranlık türküleriyle şefkatle okşardın…Günler haftalara ve aylara dönüştüğünde büyüyen fidanlar her an kanatlanmaya hazır ruhunu bulutların da ötesine uçururdu…Boyları,hayallerinin üstünden aşardı…
O denli aklı başından alınan sen,gözü yeşilden gayrı bir şey görmeyen mahlukları unuturdun… Hani şu inatçı varlıklar!..Yeşili görür görmez meleyip dururlardı…Bir okul dönüşünde kavak yapraklarından eser kalmadığını,dallarının kırılmış olduğunu görmüştün ya!..İşte o an beynini dağlasalar o kadar acı olamazdı…Gençliğini henüz yaşayan fidanın dalsız yapraksız kalışı duygularını eritirdi,cellat kesilirdin;kavakları hiç acımadan kopartırdın toprağından,yurdundan…Boşa kürek sallamıştın ya, acımazdın!..Tavuklardan sonra keçilere de düşman kesilirdin… Dişlerin gıcırdardı…Yazıklanırdın…
Keçilere ve tavuklara kin güden sen,güvercinleri baş tacı ederdin…Mavişlerini eline aldığında nezâket timsali olup çıkardın…Dünya bir yana,allı pullu güvercinler bir yana…Zikzak çizerek uçuşları ve takla üstüne takla atmaları kavakların acısını unuttururdu…Kuşları uçururken ne güzel çalardın alkışlarını…“Heyyt! Aslanlarım be!” nidaları çatılardan balkonlardan garip bakışlara davetiye çıkarırdı…Umursamazdın…
Güvercinlere hastalık derecesinde bağlıydın da,boz tüylü bir kuşku gölge düşürürdü bağlılığına…Son günlerde güvercinlerine gözü takılan boz bir kedi avlunuza musallat olmuştu…Kaç defa taşlarla kovalamıştın; ancak,o,avluyu vatan bellemişti…Evde iken koruyup kollardın mavişlerini,ya okulda iken?..Evdekilere o kadar söylemen hiçbir fayda sağlamazdı; çünkü senin üstüne titrediğin varlıklara “uğursuz” bakışıyla bakarlardı…
Üçüncü rakip olarak gördüğün o boz tüylü kedi…Doğrusu hiç de hoşuna gitmezdi… “Önce tavuk,sonra keçi…Şimdi de kedi!..” Bu tür düşünmeler beyninin duvarında yankılanır,oraya buraya çarpıp yiterdi…Ve yine bir okul paydosunda daha avlu kapısını açar açmaz karşında gördüğün ah o boz tüylü canavar!..Ağzında maviye çalan tüy kırıntıları…Kaynar sular dökülmüştü başından…Sarılmıştın taşlara,var gücünle savurmuştun…Senden böyle bir tepki bekleyen kedi senden daha atik davranıp duvara tırmandığı gibi soluğu caddede almıştı…Kalbin sıkışmıştı.Savaştan yorgun argın dönen nefer kadar kendini bitkin istemiştin…Kapıya sırtını dayamış ve saatlerce ağlamıştın… “Benim o denli değer verdiğim öğeler hep başkalarının mı karnını doyuracak?” diye diye dövünmüş,başını demir kapının mavi zeminine vurup vurup kanatmıştın…
Alınyazının başkalarınınkine pek benzemediğini o yaşlarda anlamaya başlamıştın…Umduğun her şeyin hep tersi olduğunu tecrübenle kavrıyordun…
Yıllarca böylesine esip giden bu tezatlar rüzgârının zıt karakterlerle örülü bahtsız kahramanı olup çıkıvermiştin…Bir yanda “sevgi”yi ekol olarak algılayan sen,öte yanda ekolünün yerinde yeller estiren varlıkların hasmı oluyordun…
Bir nebze anlıyordum kin tutmanı…O ilk yılların Ali Baba çiftliği yerle yeksan olmuş,annesine meleyen kuzuların üstüne aç kurtlar atılmıştı…
Ya insanlar?..Hayvanların cahilce yaptıklarından daha fazlasını yalan dolan zihniyetiyle yapan insanlar!..Çirkin,sevimsiz yüzlerine takarlardı sevimlilik maskesini,kötü niyetlerini sır gibi saklarlardı… Ah maskeler!Gözlerden kalbe girip yürek ülkesini fethetmeyi Çin Seddi gibi engelleyen maskeler!..Kötü davranışları masum hâle getirme rolünü oldukça iyi oynardı…Ve taktıkları melek yüzlü maskelerinin berisinde bütün çelişkisiyle insanlar… Oysa sen yapay hasletlerden öcüden kaçar gibi kaçardın…Hani her anlatılan öcü masalında yüreğin hop kalkıp güm otururdu ya!..Yine öyle olurdun…
Çalıya dikene takılsa da ayağın,doğru olana yürürdün,yürürken Mevlâna gibi bakardın… Bakışlarından doğruluk damlardı.İçinle ve dışınla,zarınla ve kabuğunla dünyanın en yaşayan Süleyman’ını temsil ederdin…
Esas sorun da bu idi.!..Devranın girdabında döne döne aynı menfaatlerin eteğine yapışan insan “kendi olmak”tan öte “her şey” oluyordu…Hep başkası,hep başkası!..Sığmadık kabuk,altına girmedik taş bırakmıyordu…
Aklını kullanmaktan aciz mahluklar,kendilerine akıl verecek birini beklerdi;bir adım öne çıkan sen, akıl satmaya çalışırdın…Onlar seni beklemezdi ki!..Sen “hoşgörü”den yana anlatırdın,onlar “para pul,şan şöhret” isterdi…İrdelemeye çalıştığın konu ile fikirlerini empoze etmek istediğin mahluklar birbirine zıt düşerdi…Dudak büküp yüzünü başka yöne çekerlerdi…Tam da coştuğun anda sol çenenin dudağına biraz yakın yerine balyoz ağırlığında bir yumruk inerdi.Sersemlerdin…Kandan bir tortu boğazında düğümlenirdi…
Çevreyi kirletmeme düşüncesiyle gözlerin çöp tenekesi arardı.Bulamazdın…Doğruluğun belediye işçileri biraz ağır çalışırdı!..Çöplükten de yoksun bir beldenin istenmeyen kişisiydin…Ağzında biriken kanı kaldırımları kirletmemek için tükürmez,yutkunurdun!..Tükürmezdin;ne de olsa Necip Fazıl’ın hatırası kaldırım taşlarında kendi şiirini söyler dururdu…
Gözlerinde “Sakarya Türküsü”,kan damlayan dudağında “Kaldırımlar”;önünde yürüyen Ahmet Haşim’in takılırdın peşine.
Yürürdün!..
Adem ERDEM
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.