- 856 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Ne Olacak Halimiz!?
Bir zaman makinesine binerek, kendi ruhumun kanatlarına tutunarak çok değil, belki çocukluk çağıma, belki de gençlik yıllarıma uzanmak istedim bugün. Bu yolculuğum sırasında sevdiklerimi, dostlarımı ve öz değerlerimizi konuşacağız sizlerle.
Kaybettiklerimizi, dirhem dirhem yitirdiklerimizi, yaşantımıza bir virüs gibi işleyen hormonlu çekirdekleri ve bunun uzantısında benliğimizde, kişiliğimizde, yaşantımızda ve sağlığımızda oluşan zararlı etkileri, bedenin reddettiği kimyasal aykırılıkları konuşacağız.
Çocuktum, evimizin önündeki tarlada bahar olunca anne ve babamın ellerindeki çapayla toprakla uğraşmasını izlerdim. Gürül gürül akan özgür suları yönlendirirdi rahmetli babam tarlamıza. O coşkulu su arklardan aşarak bahçemizi dolaşır, bu müthiş görüntü ve toprağın suyla buluşması bile benim için bir şölen olurdu. Daha sonra geçen birkaç haftalık süreçte domatesler, patlıcanlar, biberler ve ayşekadın fasulyeleri donatırdı avuç içi kadar bahçemizi. Annemin topladığı mis gibi sebzelerle soframız şölene dönüşür, o leziz, o kıymetli ve o besin kaynağı yiyeceklerin tadını unutmamıza imkân olmazdı.
Geçen yıllar çok şeyi de bizden alıp götürdü. Çevremizi saran camekânlar, özünü kaybeden sebze ve meyveler ve yaşantımıza hızla giren ve sağlığımızı olumsuz boyutlarda etkileyen hormonlar yüzünden yaşantımızın da değiştiğini söylemeden geçemeyeceğim. Yüksek tansiyon, alçak tansiyon, gizli kalp, kanser, şeker ve bir sürü hastalıkla karşı karşıyayız artık. Nedenlerini ve niçinlerini aradığımız, kendi çapımızda çözümler üretmeye çalıştığımız, ancak özünde kaybettiğimiz o eski değerlerimizde yatan ve yaşantımızı kıskaç altına alan biyolojik ve kimyasal atıklar yüzünden hastanelerimiz, bunları gün boyu hınca hınç dolduran hastalarımız büyümeye başladı.
Duyardık; “Falanca rahmetli olmuş, falanca hakkın rahmetine kavuşmuş’ Ardından yaptığımız yorum şu olurdu. “Vakti gelmişti. Yaşlıydı, Allah rahmet eylesin. Ya da, ‘Uzun zamandır hastaydı. Çaresiz hastalığa yenik düştü” diyerek ruhuna rahmet okurduk.
Şimdilerde kimin hangi hastalıktan, hangi nedenden ve hangi sebepten öleceğini hesaplayamaz olduk. Herkes birbirine şüpheci bakar oldu, herkesin yaşaması neredeyse pamuk ipliğine bağlı. Trafikteki kaos, trafikteki kaosun getirdiği travmalar, çok sayıda aracın yaşam alanlarımıza püskürttüğü o zararlı gazlar, ciğerlerimizi her geçen saniye öldüren, çürüten, bizi hızla tüketen olumsuzluklar zincirine hep yeni bir halka, hep yeni bir şıkla gidiyoruz faili meçhul yolculuklara.
Eskiden anam buz gibi sularda, hatta buz kalıplarının adam boyu parçalar halinde yüzdüğü çaylarda yatırırdı kilimini bir taşın üzerine, basardı tokucu. Karnı burnunda kadınlarla birlikte gün boyu evin öteberisini yıkardı o soğuk sularda. Ne öksürür, ne aksırırdı. O kadınlar ki hamilelikleri dönemince deyim yerindeyse beygir gibi çalışırlardı ve ‘Aman allah’ demezlerdi.
Şimdi bakıyorum yeni nesile. Hepsi birbirinden nazlı, hepsinin birbirinden fazla sorunu var. O doktor senin, bu doktor benim süre dolduruyorlar ve birden fazla ilaç kullanarak doğacak çocuğun akıbetini de tehlikeye atıyorlar. Benim çevremdeki bütün kadınlar bir kere bile doktora gitmeden doğum yapmışlardır eminim. O kadınlar ki, bir kez bile sağlıklarını tehlikeye atmadan günlük yaşamlarına devam ederler, nur topu gibi çocuklar doğururlardı kendi imkânlarıyla bir odanın içerisinde.
Değişim sürecinde, bu değişime ayak uydurma mesafemiz kısalıyor. Her gün bir başka olumsuzlukla kendi insanlığımızın eksilerini artılarımızdan yontarak azalıyoruz. Selamsız, sabahsız, birbirimizi sevmeyen toplum haline dönüştük. Bir yaşamak telaşıyla kırıyoruz yüreğimizde taşıdığımız insan kimliğini ve nereden geldiğimizi unutup, nereye gideceğimizi anlamak istemiyoruz.
Bir zamanlar bir radyonun başında; “Radyo Tiyatrosu, ya da arkası yarın”lara müptela bir toplumduk. Bir odada birikir, insani değerlerimizi diğerleriyle birleştirir, bir yudum çay mutluluğuyla o kısacık sürede başka dünyaların insanı olurduk. Hayatımız değiştikçe, hayatımıza giren teknolojik canavarlar arttıkça bizler de insani değerlerimizi arar olduk. ‘Ne olacak halimiz?” derken bile bir muhatap bulamamaktan, bu soruya yanıt alamamaktan muzdaripiz.
Bizler üç beş kişi iken daha mutlu yaşar giderdik bu kentte. Herkes birbirini tanır, her insan bir diğerine selam vermeden geçmezdi. Günümüz günaydınlarla, ömrümüz sıcacık merhabalarla ve yaşantımız da özümüzdeki sağlam duruşlarla biçimlenirdi.
Şimdi her şey daha farklı, daha sıradan ve daha yapmacık. Kulaklarımızdaki radyasyonlu cihazlarla insanlığımızı unutuyor, ekrandaki virüslü değişimlerle kendi boyutumuzu aşarak ruhumuzu arıyoruz. Bedenimizdeki ağrılar artıyor, doktorlarla randevularımız çoğalıyor ve anlamsız hastalıkların pençesine düşmemek için, yaşamın ekseninde çaresiz kalmamak için yuvarlandıkça yuvarlanıyoruz.
Allah sonumuzu hayır etsin.
Gidişatımız hiç iyi değil dostlar.
Bugününüz dününüzden daha iyi geçsin diyorum ve size amorti mutluluklar diliyorum.
Selahattin Yetgin
YORUMLAR
İşte bunu demek istemiştim. Arada bu şekilde de yazmalısınız demiştim. Günün 10 puanını, ne demek istediğinizi anlayabilmek için 10 dakika düşünmek zorunda kalmadığım, içinde yer yer kendi geçmişimi bulduğum, sade, hüzünlü, ve akıcı yazınıza yazınıza veriyorum...
Kutluyorum.
Bizler, yine de şanslıyız Selahattin Bey. En azından o günleri yaşadık. Ve suçluyuz. O günleri çocuklarımıza taşıyamadık. Medeniyet dediğimiz olgu, ne yazık ki, her yönüyle keyif vermiyor. Dürüstçe eleştirirsek kendimizi göreceğiz ki; bizler medeniyetin tembelleştiren yanlarını kabul ettik. Daha çok yatalım diye de zararlarını görmezden geldik, bile bile. Sonuç? Yazınız..
Tükettiğimiz herşey için, her gün çocuklarımızdan özür dilemeliyiz. Ve tabi ki sunduğu güzellikleri hoyratça harcadığımız için de onları bize veren Yaradan dan...
Saygılarımla.