Kayalıklara Saplanan Hüdayi’m..
Hayatının bidayetinde sana da dünya parkelerinde bir kadılık görevi verilmişti. Sen, sana ait olan görevi liyakatine uygun yapıyor ve şanlı Devlet’in âfâkı nurlandıran burçlarında gönül terazilerini dengeliyordun: sarsmadan, sarsılmadan ve incitmeden…
Hükümran olduğun kürsüde, huzuruna gelen kişilerin ve ailelerin nabzına sekine enjekte ediyor ve huzurlu iklimlerin habercilerine havale ediyordun. Bir gün, huzuruna öyle bir aile gelmişti ki, boşanma ve boşama sayfaları serpilmişti eteklerine. Kadın hakkını arıyor, kocası ise mânâ âlemine ait sır tablosunu fısıldama adına hukuka müracaat ediyordu. İhkak-ı hak mevzuunda kim haklı gelecek ve hakkına kavuşacaktı? Ama sen, hukukun rükünlerine bel bağlıyor ve sır âleminin kilitlerinin açılması adına iki şahit istiyordun. İki şahit ki, onların gelmesi Sen’in ve hayatının tılsımlı noktalarını eritecek ve nurlu nüfusa nüfuz edecektin. Ne talihli kulmuşsun Hüdayi’m!
Hiç altı günde hacca gidip gelinebilir miydi? Boşama davasının mihengi buydu; doğru ya, hukukta zahire ittiba muteberdi… Ve olan oluyor, sırları yaratan Hallak-ı Kerim(cc), insanlar içinde insan gibi yaşayan bir demirciyi konuşturuyor ve ona şahitliğin kutsi lisanını deruhte eyliyordu: “Şeytan bile bir anda Dünya’nın bir ucundan bir ucuna bir lahza gider de, bir Allah dostu neden gidemesin?” di… Evet, tılsım buydu; ruha muğlâk gelen bu hakikat cilası, aydınlanıncaya kadar beklemeyi kendisine züll sayabilirdi… Ama olmak lazımdı, olmak için de pişmek, pişmek için de nefsini pişirmek…
Ey Hüdayi’m! Ne de güzel tefekkür sancısına müptela olmuştun… Sen ve senin içindeki titreyen nakarat, hep aynı vaveylayı haykırıyor, arşın yüzü tebessüm ediyor ve sen ıssız kırlarda Üftade’ni düşünüyordun… Üftade ve sen… Ne güzel ikili, ne eşsiz ruh korosu, paha biçilmez zülcenaheyn. Kemerlerinin serhatlerinde nur akma zamanı gelmemiş miydi Hüdayi’m; ya kalplerin yumuşama zamanı? Kalbine damlayan her rikkat sancısı, sendeki cevherin izdüşümü ve şevk semereleriydi. Sen bununla yola girmiş ve ermiştin ya?
Ama… İşin başında, yola çıkman kadar yolda bulunma da biraz zor gelmişti sana. Yokluk kapısından varlık kapısına mı avdet, yoksa hakiki varidatın lokmalarını mı geri çevirme? Kıraç araziden ayrılanlar kendini bilme ve bulma yolunda, ne ayrılıklara katlanmışlar ve “fena” makamına ermişlerdi? Demiştik ya, olmak için ölmek lazım…
Ne olursa olsun o varidat kapısının tokmağına tıklayacak ve kabul fermanını ebedlere kadar bekleyecektin; gaye-i hayalin o kadar köpürmüştü ki Ceyhun olmuştun, mecnun olmuştun Üftade’ye… Elinden tutmasını istediğin de bu değil miydi?
Sen bu taze hislerle iç geçirirken içine attığın bir gizem vakumu vardı… Nasıl da attan inmiş, atını o ıssız kırlarda bırakmıştın? Sahi sen nasıl oldu da yaya olarak gelmiştin o yokluk dergâhına? Atın niçin gelmek istememiş ve nurlu yolda seni münferit adımlarla baş başa bırakmıştı? İşte sen bunu içine atmış, içini de eriterek sen olmayan Sen’le içeriye dalmıştın…
İçeriye girmenle varlık libası rafa kaldırılacaktı senin için… Atın bile yokluğa seslenmiş ve kayalıklara saplanmamış mıydı? Kayalıklara saplanan senin içindeki Sen mi, yoksa özdeki billur emarenin tecellisi olan hüdâvendigâr ruhu muydu? Attan inmeyen ve milletinin kalbine şerh olan kutsî siluet: işte yolun buydu Sen’in!
Ne de güzel öğrenmiştin yolunu biraz zorlansan da… Hükümran olduğun halka, kim derdi ki günün birinde ciğer de satacaksın? Ağzından çıkan ve insanı cezbe getiren Bursa sokaklarındaki “ciğer” edalı haykırışın, aşktan ciğeri kebap olmuşlara da sunulması gerekli olan bir hediyeydi. Ne de güzel takdim edişin vardı bu yolu ve yoldakileri? Yol zaten böyle yola gelmeliydi; hakiki hizmetçi olanlar, milletinin himmetini sırtına alanlardı…
Sırt sırta verdiğiniz bu varlık kulvarının pîri hayata veda etmek üzereydi… Sen ise vedaya vefa eyliyor ve düşmemesi gereken bayrağı ruhunun tüm hücreleriyle tutuyor, kaldırıyordun. Yoksa nasıl taşınırdı ki bu kambur, bu sıklet, bu devlet? Yürür müydü bu nefer, yürür müydü bu vefâ, yürür müydü bu aşk? Ve yürür müydü bu devlet-i aşk?
Sendeki intisap anlayışı o derece zirveydi ki, hocandan dinlediğin her heceyi hayatına zerk edebilmek için fırsat kolluyordun. Bu öyle bir pusu heyecanıydı ki hakiki bala erenlerin kovanını yağma eylemesiydi… Ne fedakârlık Allah’ım! Bir damla balı bile halktan esirgemeyen Sen, padişahları ardınca yürütüyor ve nal sesleriyle askerin gönlüne şevk tohumu ekiyordun… Sen ey yediveren ruhlu Hüdayi’m!
Sen bize muhabbet eğitimini talim ederken, biz de sana varlığımızı havale ediyorduk. Bu nasıl bir yönelişti ki, senin mezar taşının serinliği bile bize bir devletti. Ömründe bir kere dahi olsa ziyaret edilmesi gereken yerimizdi orası. Orası diyorum; affet sultanım, ne kadar da uzak bir ifade oldu. İçimizdesin, denizdeki dalga sevdası değil bu. Sahi, ” …bizi sevenlerin ölümleri denizde olmasın…” duasını da unutmadık hafızalarımızda. Hafaza melekleri ne de güzel bayraklaştırmışlardı bu duayı? Kaynayan kalp nasıl olur, vicdan nasıl aradığı bezmi devam ettirmek için heyecan köpürür? İşte, bunlar deniz içre denizde mahfiydi. Ve bulanlar bulmuştu. Sen ey damla içre okyanusu temsil eden Hüdayi’m!
Ömür bu… Baharı var hazanı da… Leyli var nehârı da… Bahar da Sen’le şevke geliyordu nehâr da… Baharımıza nehâr eklemeden bu yola çıkılmaması gerektiğini bilen bizler, bu özlem saatimizde nasıl da anlayabilirdik Bursa adımlarını. O adımlar da kökü sağlam mazimizde kaldı. İçimizde kaldı. Beşaret bu işte, rüyâda gördüklerimizi dahi yakaza gayretiyle yoruma açan bizler, açılması gerekli olan yorumlara davetiye çıkartıyoruz. Ve haykırıyoruz ki, Hüdayi olabilmek için hidayet dilekleri ruh bayraklarında çın çın dalgalanmalı. Dalgalanmalı ki istikbal muştusu güneşin doğup battığı her yerde söylenegelsin…
Gürsel ÇOPUR
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.