- 694 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Güzel Günlere Dönmek Ne Hoş!
Kim bilir kaç yıl o başıboş ve umursamaz arsada sahibimi bekledim. Eski bir kamyondum intizara başladığımda. Gönülden öldüğümde harabeye dönmüştüm. Ne zaman öldüğümü kestirmek benim için bile imkânsız oldu üstelik. Belki hemen ilk yılında intizarımın yıkıldım içten içe, belki son mevsime kadar dayandım. Hep ayakta olduğum için tükenmişliğim de anlaşılmadı. Sahibim ise alınıp hurdaya götürülüşümden çok önce hicret eyledi kervanların gidip gelmedikleri yere.
Bir sahibim vardı çok eskilerde, Hüseyin Ali’ydi adı. Terk edildiğim arsanın bulunduğu sokakta otururdu o ve ailesi. Sakin, az konuşan bir eşi vardı; herkesle dertleşmez, anlatmazdı öyle olur olmaz her şeyini. Kendisi de güvenilir bir adamdı sahibim. Emekçiydi, çalışıp altı çocuğuna ve eşine helal rızk taşımak hayattaki en önemli göreviydi. Kamyon şoförlüğü yapardı. Kamyonu da bendim; kırmızı renkli, gösterişli ve burnu büyük... Daha sonraları belki sahibimi belki de tekrar çalıştırılmayı beklediğim yıllarda turuncuya dönmüştü solmaya dünden meraklı kırmızı rengim. Güneşin, yağmurun, rüzgârın ve zamanın nefesi soldurmuştu benzimi.
Nasılsa borçlanmış birilerine Hüseyin Ali gereksiz yere. Borcunu ödeyemeyince de bana haciz gelmiş benim anladığım kadarıyla. Zavallı adam yıllarca borcunu ödeyemedi. Ödeyebilseydi eğer tekrar yollara dönebilecektik ikimiz. Haczedenler de gelip almadılar niyeyse beni buradan. Böylelikle hasret ve iç burukluğu dolu yıllar yaşadık hem sahibim hem de ben. Ara sıra karşıma geçer, bir sigara yakıp beni seyrederdi çaresiz ve sessizce. Sonraları görünmez oldu. Duydum ki önce felç inmiş bir tarafına, sonra da ölüvermiş bütün dünyaya küskün bir kalple. Arkasından ağlayan çok oldu, seveni boldu rahmetlinin. Tabii ki ben de hem çok sevdim onu hem de çok ağladım öldüğüne. Ölmeseydi genç yaşta, belki borcunu öderdi? Kim bilir?
Biraz ötemdeki fırına ekmek almaya giden çocuklar önümden geçerlerdi, her seferinde terk edilmişliğime acıya acıya. Saklambaç oynarken arkama saklanırlardı. Erkek çocukları üzerime tırmanır, aşağı atlarlardı cesaretlerini ispat için. Bazen de kasamda köşe kapmaca oynarlardı itişip kakışarak. Gıcırdardım, sallanırdım yerimde. Yıkılıverecekmiş gibi yapar korkuturdum onları. Çoğu kez yorgun gövdem umursamaz ayakların şiddetli vuruşlarından çökecek sanırdım. Acımazlar mıydı acaba benim bu tükenmişliğime?
Afacanların ziyaretleri memnun ederdi yine de beni. Onların şen tavırları unuttururdu terk edilmişliğimi. Köşe kapma yarışlarıyla alay ederdim içten içe. Onlar için ben, mahallelerinin alışılmış bir çehresiydim. Okula giderken beni görürlerdi, okuldan dönerken beni.
Akşam olduğunda henüz ne anlama geldiğini bilmeseler de intizarın ilk temsilcisi olan şansız varlığımı yalnızlığımla baş başa bırakıp evlerine çekilirlerdi haince. Işıklarını seyrederdim cıvıl cıvıl yuvaların uzaktan. Küskün, kırılmış ve umutsuz bir hâlim vardı her zaman. Göz kapaklarım da yoktu ki bir perde misali kapansınlar da gecenin karanlığını göstermesinler bana.
Geceleri rüyalar görürdüm. Yemyeşil ovaları, uçsuz bucaksız bozkırları aşma hayalleriyle geçen bir günün ardından görülen renkli rüyalarım vardı benim. Hayra yoruyordum bu rüyaları çokluk. Tekrar yollarda görünce kendisini emektar bir kamyon elbette hayra yorardı gördüklerini. Fakat uyanınca dertleniyordum, kendimi bomboş bir arsanın ortasında yapayalnız bulmaktan.
Yıllar geçtikçe çevremdeki mutsuz ve bahtı kara insanlarla kendimi özdeşleştirir oldum. Her mutsuz kişide benden bir parça buldum. Her türlü boyun bükmede, her gözyaşında benim de intizarım gizliydi sanki.
Bir vakit geldi, alıp götürdüler beni hurdacılar; yerimde yeller esti ertesi gün. Sahibim ölmüştü götürüldüğümde, namazı kılınıp gömülmüştü çoktan. Bu yüzden zannetmiyorum ki arkamdan ağıt yakan bulunsun. Sonra o boş arsaya kocaman da bir ev kondurmuştur birileri. Yağmurlar yağdı, güneş açtı ayrıldığım sokaklara; mevsimler değişti, yıllar da. Mahalle sakinlerinin çoğu unutmuşlarsa da belki hatırlayan biri çıkar bugünlerde beni.
Herkes için benim öyküm hurdacıya götürüldüğümde bitmişti. Aslında ben de içimden: “Buraya kadarmış zavallı kamyonun görüp göreceği!” demiştim. Günlerce süren macera dolu seyahatlerim, rüzgârlarla olan sohbetlerim, sahibimin beni kurtaracağı hayalleri, çocukların eğlenceli oyunları hep gözlerimin önünde raksetti kederli gönlümü teselli için. Ölüm haktı elbette. Defteri kapatmak zamanım gelmişti benim de eski dostlarım gibi. Fakat öyle olmadı. Ne defterim kapandı ne de yolculuğum nihayet buldu.
Pek de uzun olmayan bir taşınma macerasından sonra hurdacıda buldum kendimi. Gerçi taşınmam sırasında beni oldukça üzen bir olayla da karşılaştım. Fakat neylersin hayat böyle; dalgınlığa ve uyuklamaya gelmiyor.
Küçük bir kedi peyda olmuştu boş arsadaki son günlerimde. Gelir, birkaç saat yırtık pırtık olmuş şoför mahallimde şekerleme yapar, sonra da giderdi. Annesinin yokluğundan kederlenip etrafta onu aradığını tahmin etmek pek de güç değildi benim gibi piri fani bir varlık için. “Ne yaramaz şey bu! Ayrılmasa ya kardeşlerinden.” derdim içimden. Fakat söylenmezdim yine de sevimli misafirimin yüzüne.
İşte o şaşkın uyuklamaktaydı ben seyahate çıkarıldığımda kalbimin tam üstünde. “Şişşşt! Uyansana be!” demeye kalmadan yaka paça götürüldük ikimiz. Hayata dair hiç ümidi kalmayan ben ve bir daha ailesini göremeyeceğinden habersiz kedicik…
Yola çıkarıldığımızdan nice sonra uyandı yaramaz. Önce fal taşı gibi açılmış gözleriyle olup biteni anlamaya çalıştı. Sonra da ağladı, ağladı, ağladı. Annesinin süt dolu göğsünü, şefkatli patilerini anımsayıp mı ağlamaktaydı, yoksa kardeşleriyle yarım kalan oyunlarını mı? Bilinmez. Belki hepsi içindi bu feryat ve figan. Belki de belirsiz bir gelecek için… “Ufaklık ağlama, ağlama artık! Bak bana. Ben ağlıyor muyum? Paramparça edecekler beni. Ne kolum kalacak ne kanadım. Boş ver! Kavanoz dipli dünya dedikleri yerin ta en dibine gitmekteyim de ağlamıyorum. Sevimsiz ve işe yaramaz bir hurda yığınıyım ben. Oysa sen sevimli bir kediciksin. Orada mutlaka bir alıcın çıkar. Yeni bir hayat, yepyeni bir hayat seni bekliyor. Sus, gürültü etme. Başım götürmüyor sesini” dedim. Oysa kalpten seven bir annenin yerini hangi yalancı kucak alabilirdi ki. Göz göre göre yalan söylüyordum. Kandırmaya çalışıyordum muhatabımı. En iyisi ağlasın, ağlasındı küçük mahlûk. Hem kendi adına hem de benim adıma.
Hurdalığa vardığımızda güzel bir olay oldu. Adamlar küçük kediciği fark ettiler. Meğer birisi bizim boş arsanın yakınlarında oturuyormuş. Yaramazı kucağına alıp bir parça sevdikten sonra kulağına eğilip: “Üzülme akşam seni alır götürürüm geldiğin yere. Böylelikle senin ayrılık kısa sürmüş olur” dedi. Bizim şaşkın anlamasa da adamın dilinden ben anladım. İçimden bir “Ohh!” çektim. Bir yanıyla canavardı insanoğlu, bir yanıyla merhametli. Akşam gün indiğinde ufukta, kediciğin geri dönüş yolculuğu başladı. Tatlı ve güzel günlere geri dönmek ne hoştur, ne hoş…
Bana gelince kaderime boyun eğip parçalanacağım vakti beklemeye durdum. Bu seferki bekleyişim ümitten çok tükeniş doluydu. Her ayak sesi, her gürültü kalbimi yerinden oynatıyordu. “Kıyamet nedir?” diye sorsanız bana, yıldızların yeryüzüne düşeceği günü ya da kâinatın içe dönüp kapanacağı anı söylemezdim. Paramparça edilişimi kıyametim olarak gösterirdim. Kıyametim yaklaşmaktaydı an ve an.
Can sıkıntısı, gönül bulanıklığı dolu günler geçirdim. Haftalar devrildi gözlerimin önünde birer birer. Gürültücü ve umursamaz çocukları dahi arar olmuştum bu uçsuz bucaksız yalnızlığın karşısında. Ara sıra üzerime konan kuşlar da olmasa “Her halde yokum artık ben” diyecektim. Onlar da ne selamsız sabahsız mahlûklardı öyle! Bir “Merhaba!” bile demeden üzerime tüneyip “Hoşça kal!” demeksizin kanatlanıyorlardı çok sevdiğim maviliklere doğru. Onlardan geriye gıpta edişlerim, sitemlerim ve suskunluklarım kalıyordu bir de başkalarının talih saydıkları aklı karalı izler.
“Acaba onlardan hâtıra kalan izler bana da şans getirecekler mi?” diye sık sık soruyordum kendime. Sonra da gülüyordum bu soruma cevaben. Bir piyangocu olsun geçmiyordu ki kâinattaki cümle yalnızları barındırabilecek kadar misafir sever bulduğum hurdalığın etrafından.
Piyangocu gelmedi bizim varı yoğu öğüten değirmenimize; fakat yaralı kalpleri tamirde ondan daha maharetli görünen bir adam geldi bir gün. Gözlerinin ışıltısından, sabit duramayan bedeninden ve şen nameler terennüm eden sesinden hayalperestin teki olduğu anlaşılan bir adamdı bu. Yürürken bir sarhoş gibi zikzaklar çiziyor, arada bir durup el kol hareketleriyle hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu dinleyicisine. Dinleyicisi hurdalığın sahibiydi.
Yanımdan geçerken birden bire durup bana baktı bu yarı meczup adam: “Bu da ne dostum! Hurda desem değil, sağlam desem değil. Ölmüşe benzemiyor, sağlardan da sayılmaz. Fakat fiyakalı bir şeymiş önceden.” Arkadaşıydı demek bizim hurdacının. “Evet!” dedi muhatabı. “Fiyakalıymış mazisi. Fakat mühim olan şimdi ne halde olduğu… Çalışmıyor bile artık. Parçalıycaz bu yakınlarda. Sırası gelmedi daha.”
Adam birden bire hamle etti direksiyonuma kuruldu fütursuzca. Sonra da pencereden hurdacıya seslenip: “Satsana bana bunu.” dedi. “Ben böyle kaç hurdayı adam ettim. Fakat bunda başka bir hava var. Sanki, daha çok iş çıkar bundan. Kaç paraysa vereyim.” Hurdacı güldü hem de kahkahalarla. “Ne zaman akıllanacaksın sen birader?” dedi. “Boş ver sen benim aklımı. Hep akılla yürümez bu dünyanın gemisi. Bazen cıvataları gevşetmek gerek. Kaça verirsin bunu bana? Sen ondan haber ver. Gerisi hep laf u güzaf.” Başka insanlara pek de benzemeyen kurtarıcıma: “Anlaşırız.” dedi hurdacı. “O kolay! Hadi gel yazıhanede yapalım hesabımızı.”
Sonra yanımdan ayrıldı iki arkadaş. Beni de bir sevinç, bir keyif sardı ki sormayın. Galiba benim için mutluluk anlamına gelen yollara dönecektim yeniden. Kıyameti beklerken mağfirete nail olmuştum. Kim bilir ne kadar geziyordur bu çılgın Âdemoğlu. Demek ki artık ben de onunla gezeceğim bundan sonra
. Yeni sahibim hurdalıktan ayrılırken benim yanıma da uğramayı ihmal etmedi. Küçük kediciğin kulağına fısıldanan müjdeden daha da güzel bir müjde bağışladı yorgun kulaklarıma. “Şimdi gidiyorum ahbap! Anlaştık şu senin paragözle. Birkaç gün sonra seni gelip alacağım. Kendi ellerimle tamir edeceğim yaralarını. Sonra da ver elini uçsuz bucaksız yollar. Ben nafakamı kovalarım artık yollarda sen bulutları, kuşları ya da ne bileyim ben; ne istersen onu”
Yine bir bekleyiş sardı benliğimi anlayacağınız. Bu seferki ümitsiz bir intizar değil. Dehşet ve panik dolu bir boş vermişlik hiç değil. Farklı, anlamlı ve düşsel bir bekleyiş… Eski güzel günlere gebe yeni günleri bekliyorum artık...