- 827 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Büyülü Hapishanem
Rüyalarında da bir sonu var elbet… Tıpkı yaşam gibi…
Sıradan bir gece ve sıradan bir rüya… Uyanıyorum… Hadi gülümse bana yüreğim; ne olur, merhaba de aklım; yazamıyorum…
Üzerim de nedense sırılsıklam olmuş… Gördüğüm rüyadan olabilir mi acaba… Boğucu ve nemli bir iklim var dışarıda, belki ondandır diyorum…
Bir hayalet gibi dolaşıyorum odamda bir süre… Aklım yine çaresiz kalmış… Ben yine aklıma sığınıyorum… Hava da patladı patlayacak sanki tıpkı duygularım gibi…
Son zamanlar yaşananları anlamak da zorlanıyorum; belki çaresizliğim ondandır, bilemiyorum… Duygular mı düşünceleri yönlendiriyor, yoksa düşünceler mi duyguları anlayamıyorum… Sanki eş zamanlı ve eş zamansız uçuşuyor beynimde her şey… Aklım dünde, gecede kalmış biliyorum…
Vakit de sabaha yaklaşıyor… Hafif, serin bir rüzgâr vuruyor aniden yüzüme... Anlıyorum; biriken fırtınanın ilk habercisi bunlar… Şimdilik iyi geliyor bana, üstüme çöken ağırlıktan sıyrılmama yardım ediyor nedense…
Joseph Fouche yi kaç insan bilir mesela… Sürekli gölgede kalıp, aklını ve iradesini kontrol edebilen, maskelerle dolaşan, Makyavelist bir politikacı… Değişen ideolojilere uyum gösteren, her fırsatta rakiplerini ezerek gücü elinde tutan insan… Her türlü etik ilkeden yoksun, Nopolyon ve Robespierre’i tarihin sahnesinde silen adam… Bir hayalet ve gölge gibi dolaşan… Herkesin sırlarını bilen, ama asla sırlarını paylaşmayan… Ve günü geldiğinde oyunu sahneye koyan… Gölge oyuncusu… Kendini gizlemekte ustalaşmış, bir satranç dâhisi… Kazanan belli olunca gücün yanında, gücün gölgesinde sessizce beklemesini bilen, efendisine hizmette kusur etmeyen… Zamanın gelmesini bekleyen insan…
Şimdi neden bunları yazıyorum, inanın bilmiyorum… Dedim ya aklıma sığınıyorum… Deniz’i ağlatan; Kılıç’ı da kanatabilir mi sizce… Ölüler susmasının çok iyi bilir; susmak için ölmek gerekiyor… Susmuyorum…
Tenha bir plajda kumlara uzanıp güneşlenirsiniz hani... Nasıl da yavaşlar zaman böyle anlarda… Ve ne kadar uzar saatler, şaşırırsınız… Dalgalar döverken kıyıları, martıların eşliğinde güne merhaba demek… Bilmediğiniz bir ağacın altında, tatlı tatlı esen rüzgârın yüzlerinizi yalaması hani… Ve doğan güneş… Ve güneşin; güne merhaba demesi…
Gece; çoban ateşinde pişirilip yenilen yemeğin tadı… İçten sohbetler, kahkahalar, insan kokan nefeslerin buluşması hani… Ve yürekten söylenen türküler… Adeta ses tellerini yırtarcasına söylenen bozlaklar, türküler, türkülerimiz… Ve geceye eşlik eden cırcır böceklerinin sesleri; gökte yıldızlar… Bir an yaşanan derin sessizlik hani…
Her şeyi yaşamak mı, sevdiğiniz şeyleri doya doya yaşamak mı sizce... Sevmek dokunup geçmek değil de; birbirini sımsıkı kavramak olabilir mi… Acıtırcasına sarılmak birbirine hani… Aşk; şehrin hay huyundan uzak, çılgınca arzulamak mı birbirini sizce…
Biliyormusunuz; evimin yakınlarında bir çocuk parkı var… Zaman zaman gider soluklanırım orda… Artık çocuklarım da büyüdüler… Çocuğa duyulan özlem hiç bitmedi içimde işte…
Yine öyle bir günde gidiyorum parka… Hemen bir köşede kendi halinde oturan bir çocuk ilişiyor gözlerime… Önce uzaktan kesişiyor bakışlarımız… Ve sonra yaklaşıyoruz birbirimize… Hafif bir gülümseme ve karşılıklı anlaşıyoruz işte… Hafifçe saçlarını okşuyorum… Hani halleri durgundu ya… Soruyorum…
-Nasılsın…
-Canım sıkılıyor amca…
Bu sözü duyunca donup kalıyorum öylece… Çocuk yaştaki birinin, canının sıkılması ne demek diyorum kendi kendime… Çocuk demek; zamanda kaybolmak değil midir sizce… Bir oyunun peşinde giderken, zamanın nasıl aktığını hiç bilmemek hani… Çocuklar mı büyüdü; yoksa oyunlar mı küçüldü sizce…
Oysa bizler; akşam karanlığı çökünce anlardık evlere gitme zamanımızın geldiğini… Bizler; zamanın tiktaklarına yenik düşmezdik hiç… Zaman; bizler için hiç olmadı ki… Ve hiç sıkamadı canımızı zaman, acıtamadı… Avuçlarken ellerimizle yaşamı, kazırken toprağı tırnaklarımızla, hiç bilemedik akan zamanı… Hiç sıkılmadı canımız bizim…
İçimize büzülmedik; duvarların arasında küçülmedik hiç… Şatolar yaptık yıldızlı gecelerin altında… Bir öykünün kahramanı olup, devlerle savaştık gecelerde… Uyuduk, adam gibi uyuduk, büyüdük; adam gibi büyüdük biz…
Sabahın ilk ışıklarını avuçlarımıza topladık hep… Yürüdük zamana aldırmadan ve güneşi bile zapta kalktık… Zamanda kaybolduk… Tek saatimiz, güneş ve yıldızlar oldu bizim… Ve yenilmedik zaman hiç…
Alabildiğince kolay seriyoruz ortaya, hemen itiraf ediyoruz sevgimizi bu günlerde… Şimdi çok moda,’’bir elektriklenme oldu’’deniyor… Ve her şey ne kadar da tekdüze olmuş sanki… Plajlarda, dizilerde ölü ve çıplak bedenler değiyor birbirine… Adına da aşk deniyor nedense…
Oysa dili tutulmaz mı derinden sevenin, sevdiğinin yanında… Aşk, sonsuzu bulma, sevdiğinin yanında zamana başkaldırmak değimlidir sizce… Söyleyin bana ne olur; niye çağdaş insan büyük aşk yaşayamıyor… Göz, en çok sevgiliye bakmak için değimlidir… Çağdaş insanın kafası dolu da ondan mıdır sizce…
Tek olamıyor bu nedenle, tek göremiyor, bir olamıyor mu çağın insanı yoksa… Aşk; bir bedende tek görmek değimlidir… Ve her şey ne çabuk tüketiliyor ve sıradanlaşıyor böyle…
Ben; en çok dans eden insana, gülen ve içten bakan gözlere hasretim… Sevdiğimizin yanında tutulur dilimiz hep… Kolay tüketemeyiz sevgi sözcüklerini… Biz sevgiyi böyle öğrendik işte…
Derinden baktı gözlerimiz bizim… Gülümsemelerimiz, göz bebeklerimizden ışık taşıdı hep yârin al yanağına… Yüreğimiz hep saf ve temiz çarptı sevdiğimizin yanında… Ama söyleyemedik, kolay tüketemedik sevgi sözcüklerini işte…
Lal oldu dilimiz hep böyle anlarda… Nasıl olmasınlar ki… Sözcükler düğümlenmezse boğazlarda, yüreğiniz yer değiştirmezse göğüs kafesinizde… Göğün yüksek katlarına çıkamıyorsanız… Sevgili; sevgilimidir sizce…
Ülkeler, kurumlar, duygularla da yönetilmiyor ki... Ehliyet, birikim, liyakat da gerektiriyor... Ülkemiz nasıl yönetiliyor… Fouche kim… Deniz ağlıyor, Kılıç kanıyor ve aşk yaşanıyor mu sizce…Ya çocukluk…