- 1295 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
DUVARIN ARDINDAKİ SEKİZGEN DÜNYA
-Ben tamamım.
-Saat olmadı daha hayırdır?
-……
-Olmaz öyle. Dolduruyorum.
-Dur yahu.
-Dur mur yok. Devam et.
-Tamam hadi dediğin gibi olsun. Doldur.
-E ne zaman yolculuk?
-Nereye?
-Memlekete gideceğim dedin ya.
-Ha onu diyorsun. Bilmem. Bakalım.
-……
-……
-Her işin böyle.
-Ne böyle?
-Hep bir belirsizlik. Hep bir esrar.
-Kolay mı karar vermek?
-Değil elbette. Ama ne bileyim. İnsan dediğin kararlı olmalı bence, yanlış mıyım?
-Konuya göre değişir diyeceğim, muhabbet boka saracak. O yüzden devam et içmeye sen düşünme bunları.
-Bak şimdi de böyle…
-Ne böyle… İki kuruş keyfimiz var bunları mı konuşacağız Enver?
-Tamam bir şey demedik.
-Saat kaç oldu?
-12’ye yirmi var.
-Eyvallah.
-Bir yere mi gideceksin buradan?
-Yok be. Bu saatte… Kuyruğumu kıstırıp doğru divan otele.
-Ha ha ha. Eyvallah.
-Bak geçenlerde bir şiir yazdım. Okuyayım mı?
-Sen? Oku bakalım.
-Şu ağaç… Şu kuş… Şu köpek ne düşünür? Ben her daim seni düşünürüm…
-Vay vay vay… Sen mi yazdın lan bunu?
-Ayıpsın.
-Hay yaşa.
-Eyvallah. Bak sana bir de güzel söz…
-Bunu da mı sen yazdın?
-He… Martıların sesleri, cennet kapısının gıcırtılarıdır…
-Vay be…
-Gerçi bunu ben yazdım desem yalan olur. Babaannem öyle derdi hep. Geçenlerde geldi aklıma motorda giderken. Bu aralar dilimde hep.
-Aslında var ya… Yani hakikatten…
-Ne?
-Yani insan düşününce öyle. İnanası geliyor.
-E inan. İnanmaktan zarar gelmez ki kardeşim.
-……
-Ben eskiden mutlaka öyle olduğuna inanırdım. Şimdi o kadar olmasa da inanıyorum yine.
-E çocuktuk.
-Öyle. Gün geçtikçe insan her şeyde bir mantık aramaya başlıyor. Niye öyle? Niye böyle? Allah var mı, yok mu? Yok dünya tam yuvarlak mı? Sana ne kardeşim, yaşamana baksana diyesim geliyor ama… İnsan düşünmeden de yapamıyor.
-……
-Yine de çok sorgulamamak lazım. Dediğim gibi, inanmaktan bir zarar gelmez. Sen inanmayandan kork!
-Ne bileyim, dediğin gibidir herhalde.
-……
-……
-Ben tamamım.
-Hayda…
Türlü mazeretlerle masadan kalktım. Eminim ki arkamdan atıp tutmuştur. Karşısında kimse olmadığı halde, küfür kıyamet konuşmayı pek sevdiğinden, benim adımı da bir hayli anmıştır herhalde.
Meyhaneden çıktım. Kar yağıyor. Çok güzel yağıyor namussuz. Yerler de tutmuş ya, şimdi keyfime diyecek yok. Sabaha kadar yürüsem, doyamam bu bembeyaz sokaklara. Doyamıyorum sana koca şehir… Koca çocuk…
Sokak lambalarının birinin altında durdum. Sağa baktım, sola baktım, kimseler yok. Başımı kaldırdım ve lambanın altındaki dans gösterisini doyasıya izledim. Normalde utancımdan yapamayacağım birçok şeyi, ya kafam biraz iyiyken, ya da gecenin bu saatlerinde kimsenin beni görmeyeceğini bildiğimden, dilediğimce yaparım. Mesela bu gece çifte mutluluk var içimde. Hem kafam iyi, hem gece… Daha ne isterim ki? Şimdi bir de eve varınca kapıyı açsa, hoş geldin dese, gel çorba yaptım iç sıcak sıcak dese…
Gitmek istediğim halde gidemediğim, kalmak istediğim halde kalamadığım, sevmek istediğim halde sevemediğim, ölmek istediğim halde ölemediğim bir yer var, o da İstanbul! Bir sabah aniden karar verip gidesim geliyor, yapamıyorum. Enver çok dinlemiştir benim gitme-kalma hikâyelerimi. Bir sabah otogarda mı uyanmadım, elimde bavul kışta kıyamette yollara mı düşmedim, otobüs daha şehirden çıkmadan inip gerisin geriye mi dönmedim. Bu kafa nasıl işliyor da bana bunları yaptırıyor bilmiyorum. Bilmiyorum ama bu ani karar veren tarafımı çok seviyorum. Çünkü bir anda gitmeye karar verdiğimde biliyorum ki bir anda da vazgeçeceğim. İyi ki hayatımızda bu ikinci adımlar var. Silahı kafamıza dayayıp ateş ediveriyoruz ve düşüyoruz… Ardından bir el silah sesi daha çınlıyor zihnimizde ve uyanıveriyoruz. İşte döngü. Zihnimizin döngüsü bu… Yaşamamız için gerekli devinimi bize sağlayan, unutmamızı, umut etmemizi sağlayan… Bu ikinci mermimizi saklamalıyız. Ama nereye koyduğumuzu, ne zaman koyduğumuzu unutmadan!
Enver diyorum ya, -işte meyhanede benimle oturan, kara, toparlak yüzlü, kirli sakallı, sarı kareli gömlekli hafif kilolu çocuk- o benim askerlik arkadaşımdır. Sabahlara kadar süren ve her türlü konunun konuşulduğu uzun sohbetlerde tanıdık birbirimizi. İlk başlarda mecburiyetten doğan bu arkadaşlık, asker dönüşü bir adım daha ilerledi ve kardeş dedik birbirimize. Askerdeki bazı mecburi arkadaşlıklar ve dostluklar, sivil hayata dönüş yapıldığında aniden bitiverir. Birkaç sağlam insan, birkaç adam gibi adam tanırsanız ne mutlu size…
Enver de bu adam gibi adamlardan biridir. Bir tanedir. Her derdimi dinler. Gel dersem gelir, git dersem gider. Ama ben ona ne gel derim ne git. Bir bakmışım sohbet muhabbet, oturmuş içiyoruz. Bir bakmışım saatlerce susmuşsuz. Zor bulunur böyle insan. Gün olur kimseyle görüşmek istemezsin, inadına seni arar bulurlar, gelemem dersin, alınırlar ya, Enver öyle değildir. Yoktan anlar. Hem bu huyunu uzun hayat sorgulamalarının ardından da kazanmamıştır. Doğası böyledir. O hayata böylesine güzel, böylesine anlayışlı, böylesine iltimaslı bakar. Bir tamam birader sen bilirsin deyişi vardır, dersiniz ki yahu yapma böyle. Durumumu bu kadar anlama. Bana gönül koy, birkaç gün konuşma, ama ne olur böyle yapma. Bu kadar da anlama be birader! Ha kızar mı? Kızar, hem de çok kızar. Ama öylesine güzel kızar ki...
Enver iyi çocuktur. Kimseyi bunaltmaz. Çünkü onun da benim gibi kimsesi yoktur. Biz, hayatı sağından solundan kemirmiş iki fare, birbirimizi buluverdik. Bende anlatacak çok hikâye vardı, onda da ummanlar kadar tahammül…
Gerçek kardeşlikler işte bu yüzden değerlidir. Az mı sabahlara kadar Enver’e anlattım onu… Ah şimdi eve varınca kapıyı açsa… Geldin mi? dese de, tatlı tatlı gülümsese… Sadece sesini koynuma alıp yatmışlığım vardır…
Çıkmaz bir sokağa geldim. Ne kadar yürüdüm, hangi sokakları geçtim bilmiyorum. Tek bildiğim kafamın kazan gibi oluşu ve sızım sızım sızlaması. Önümde gri renkte kocaman bir duvar var. Arkamda adımlarım. Kar hala yağıyor. Ne de güzel yağıyor! Duvara doğru ilerliyorum. Uzaklarda bir köpek havlıyor. Enver hala içiyordur. Sokak lambalarının altındaki dans devam ediyor. Duvara doğru yürüyorum. Şimdi kapıyı açsam diyorum. İçerde otursa diyorum. Hiç bir şey demese de öylece gülümsese diyorum. Yanına otursam diyorum. Elimi tutsa diyorum. Elini alsam, öpsem diyorum. Duvara doğru yürüyorum. Enver hala içiyordur. Havlayan köpekler iki oldu. Kavga ediyorlar herhalde. Arkamda adımlarım vardı, artık yok. Kar örtmüş hepsini. Şimdi insanlar uyuyordur. Enver hala içiyordur. Belki uzaklarda bir yerde, bir şeyler beni bekliyordur. Gitmek istiyorumdur, gidemiyorumdur. Ölmek istiyorumdur, ölemiyorumdur. Dönemiyorumdur. Duvara doğru yürüyorum. Duvara dokunuyorum. Bir hamle ile üstüne çıkıveriyorum. Sırtım sokağa doğru, duvarın ardındaki sekizgen dünyaya bakıyorum. Dünyayı ve İstanbul’u aynı sayıyorum…
Kare diyemiyorum sana dünya, değilsin! Üçgen de değilsin! Yuvarlak hiç değilsin! Sekizgensin sen dünya. Batmış gidiyorsun denize. Kara balçıkla sıvamışlar güzelliklerini. Şimdi bu duvarın tepesinde, senin yanan ışıklarına bakıyorum bir. Seni seviyorum iki. Enver içiyordur üç. Sokak lambalarının altında dans devam ediyordur dört. Adımların kayboldu beş. Köpekler sustu altı. Kar hala devam ediyor yedi. Kapıyı açınca o olmayacak sekiz. Dışında yıldızlar ve evren, içinde ben…
İkinci mermimi nereye koydum yahu?
*Değerli yazar arkadaşlarım, Çarşamba günü askere gideceğimden, yaklaşık beş buçuk ay kadar görüşemeyeceğiz. Hoşça kalın. Sevgi ve saygılarımla...
YORUMLAR
Edebiyat Defteri Yönetimi olarak hayırlı teskereler diliyoruz. Umarız sağ salim sevdiklerinize kavuşursunuz ve bizde yeni yazılarınızla buluşuruz. Fırsat buldukça yazmanızı ve bizi sağlığınızdan haberdar etmenizi bekliyoruz. Sevgi ve saygılar...
Erhan Tuncer
Yazılarınızı gözümüz arayacak. Size hayırlı teskereler diliyorum. Allah her anaya nasip etsin oğlunu askere uğurlamayı...Sağlıcakla gidin sağlıcakla gelin. Saygı ve selamlarımla...