Bayrak burada yere düştü..!
Kristal dünyamızın insanın içini ferahlatan gönül besteleriyle büyümüştük bir zamanlar. İnsanlığa sunduğu namütenahi duygu dantelâsında, zirve konumunda yerini almış ve adını tarihe o şekilde yazdırmıştı. Dünya’nın labirentlerle döşeli zeminlerinde, zamanın en saf koyunda nasıl yaşanabileceğini öğretmişti bizlere.
Kendini değil de başkalarını düşünme kahramanlığında, komşusuna yanında besleyip büyüttüğü çocuğu kadar ilgi duymada bir mihenk taşıydı adeta. Kendimize ait kalp bahçelerimizin yeşertilmesinde bir kılavuz görünümünde olması da düşünülürse, vazgeçilmeyecek bir gıda buuduydu O. Mimarideki estetikten ilham alan bu talih devleti, kubbeler altında güvercinler için saraylar inşa etmişlerdi.
Fedakârlıktan ilham alan bu şanlı ordu, yedikleri üzüm çubuklarının kaynak salkımlarına ücretlerini takmışlardı. Onlarda hep bu ideal vardı… “insan küçük bir dünya demekse, bu Dünya geciktirilmeden neden kurulmasın?(dı)…” Bu ideale baş koymuş yeryüzü pırlantaları sayesinde Dünya, tebessüm bakışlarını rahmet helezonu halinde sunagelmişti. Bıkmadan, usanmadan; bilakis severek ve isteyerek…
Uçması gereken bir çift “güvercin gerdanlığı” değildi, kutlu zaman dilimlerini renklendirmeye aday en renkli kelime şaheseriydi “fedakârlık”.En büyük devlet buydu bu yola baş koymuşlar için; bir trafik ışığı mesabesinde hayata hayat olabilecek güçte ve demdeydi. Kılıçla girilmek istenilen surların en rikkatli anahtarı sevgiydi, sevgiyle yoğrularak fedakârlığı elde etmiş bir topluluğun karşısında da hiçbir gücün durması mümkün değildi. Sevgi ve fedakârlıktı onları yaşatan ve yaşatmayı kendilerine ödev sunan.
Buraya uğramış gönül topraklarında bir yetimin hıçkırıkları hissedilmez, dilenciler maddi gelir elde edebilmek için nefeslerini boş yere israf etmez, adaletin ince tülüne bir damla dahi olsa kara bir muamele temas eylemezdi. Kundaktaki günahsızın dahi biricik ağlamaları dışarı akıtılmaz, rahmet kavanozuna konuluyormuşçasına eve bereket geldiğinin inancı terennüm edilirdi haklı olarak. Boşa geçen bir dakika bile yoktu o zaman ikliminde, çünkü iklim şaha kalkmış ve en haşmetli rolünü oynamadaydı.
Minarelerden okunan ve insanın kalp pencerelerini her daim açan ezanlar, bülbül nağmeli müezzinlerin ruhu cezbeye getiren makamları, şadırvanlardan dökülen ve Cehennem ateşini söndürecek kadar tesirli olan gözyaşlarına denk abdest suları, ışıldayan çehrelerin secdede irtibata geçmeleri vb. Bunlar hep bizim gönül yamacımızın kostümleri ve silinmeyen sayfalarıydı.
Kaybolmayacak şiir, atılmaması gereken kafiye ve pörsümeyen nakaratlar bizim içimizdendi. Meğer içte ne kadar okyanusu andıran inayet damlacıkları, ne kadar Everest tepesine inat tevazu hamleleri varmış. Aysbergler gibi görünme, çaplı hayat motifine sahip olsa da yıldız değil ateşböceği konumunda kendini eritme, fakat iç âlemini dışa (anlayabilenlere) fedakârlıkla yansıtabilme ne büyük bir erdemdi.
İnsanlık, inanç tapusunu sevgi arsasından almıştı. Hiçbir canlının suçsuz yere incitilmediği bir şefkat atmosferiydi orası. Çağlayanlar halinde üzerimize dökülen ve muhabbet peteklerinin gelecek adına örüldüğü yuvanın, insana zarar olması düşünülemezdi. Bir incir ağacı gibi çamur alıp süt vermekti dertleri, ipek böceği gibi kozasını feda etmekti emelleri… Dünyanın kanayan yarasını tedavi etmek için, Miraç hediyesini hızlıca alıp yeryüzüne inmekti ufukları. Dal böyle yeşerir, tohum bu şekilde çatlar, durgun su bu mefkûreyle kaynardı.
…
Vefaya değer veren ve onu yaşam panosundan hiç çıkarmama istikametinde rota izleyen bir canın yapabilecekleriydi bunlar. Düşünce şarampollerini tatmadan vefa balansını ayarlayabilme ne büyük bir izzet olur ki yere düşmüş olan bayrak beklenmeden kaldırılabilsin.
Yere düşmüş bir bayrak… Bunda yılların ıstırap sıkleti var, sıkıntı bileşkesi var, sessiz gözyaşları var, kurumayan kirpiklerin aynadaki siluetleri var… Bizde inanç, ümit, sevgi, sabır, fedakârlık ve vefa var. Bayrak bu dinamizmle kaldırılır ve dalgalanır. Duygu ve düşüncede bir gönder gerekiyorsa, arz etmeye çalıştığımız his âlemi eritilmelidir ki yere düş(ürül)en bayrak buruk çehresini tebessüme dönüştürebilsin.
Evet, bayrak burada yere düştü ve burada kaldırılmayı bekliyor. İhtiyar bir ninenin pamuksu ellerini, çiçeksi duygularla torununun öpmesi ve onu alnına koyması (kaldırması) gibi.
Sevgiyle, hürmetle, vefayla bekliyor… Özlemle iki büklüm olduğumuz, seher vaktinde mahcup ellerimizi açarak içimize doğsun diye dua dua yalvardığımız sevgi ülkesinin bayrağı, şimdi kaldırılmayı bekliyor. Hem de bizden…
Yılların vermiş olduğu hayat kamburundan kurtulmak için, vefa manivelasını kullanmamız gerekmektedir. Kendimizi dağınıklıktan kurtarmanın yolu, dağılmamak ve “her isteyene istediğini dağıtan” bu güneş ikliminin misafirleri olabilmektir. İklim yaşanmayı bekliyor, biz ise iklimi çağırmayı. Haykırmamızda bir ümit yankısı sezebiliyorsak, meltem halinde sancak muştusunu işitmişiz demektir. Hoşgörü bir sancak olmalı, çünkü en narin duyguların ev sahipliğini yapabilecek kadar cömerttir bu iklime girenler. Anne kucağında büyüme ne ise, bu çatı altında derin ve zengin karakteri insanlığa feda edebilme de o derece gelişmedir.
Medeniyet ve kalkınma, bahsettiğimiz iklimin çarklarına kardeş olmada saklıdır. Saklanmış bir özlem değil, rahmet burcunda zamana emanet bırakılmış bayrağımızın gövdesidir o…
Gürsel ÇOPUR
YORUMLAR
Yazıdaki idealim şuydu:Bayrağımız kadar vefaya denk diğer bazı değerlerimizin de varlığı..insanlığımız ve insanlarımız bunu beklemekte..bir çığlık olup yangınları söndürebilecek gaye-i hayalimizin de olabileceği ümidiyle yazıldı...
Muhabbetle,
G.Ç.
N. B. Ç.
Yine de açıklamanız için teşekkürler.